kadıköy'de minibüs yolu üzerinde bulunan marmara üniversitesi şubesinde her gün -istisnasız her gün- 19:00-22:00 saatleri arasında trump'ın türkiye temsilcisi kişisinin soldaki açık alanda oturup bir şeyler içtiği saatlerce bakındığı kahveci. çok ilginç.
bu beyaz yakanın yakasından daha yakın bir şeyi varsa excel dir. iyice öğrenirsek kendimize program bile yazabiliriz onunla. ama benim gibiyseniz, öğrenmek yerine bunu bilen çok iyi bilen süper karizmatik insanı yakında en yakında tutarsınız. o da alo deyince uçuşan formüller yazar, koskoca banka it sinin çözmediği virgüldü noktaydı, eksiydi artıydı sorunlarını çözer.
bunların hepsinin dışında kişisel tarihimizin de baş rol oyuncusu, esas kişisi olur.
sürekli çıkı çıkı eden bir tahta kurdu gibi, ne iş yaparsak yapalım içeride bir yerde sürekli yontan törpü gibi, hiç geçmeyen bir kulak çınlaması gibi... nerede olduğunu gösteremem özlemin ama varlığına yemin ederim.
şuracıktasın, arıyorum. konuşamıyoruz. taa oradasın dokunamıyorum. sözcükler başka her şeyi anlatıyor gibi, burada bizi açıklayamıyor gibi.
arasam açarsın, seni özledim dersin. ben de derim yalan yok. ama özlem kıtır kıtır kesmeye devam eder.
toplantıda, görüşmede, yanında birileri varken telefonda sevgilisiyle konuşanın telefon kapatma cümlesi.
-akşam buluşuyor muyuz canım?
- bu konuyu sabahki görüşmemizde netleştirmiştik.
- nereye gideceğiz, dışarıda mı otururuz?
- bilahare bunu detaylandıracağım.
- ama sen de hiç bilgi vermiyorsun aşkım!
- hakkınız var, kısa süre sonra konuyla ilgili bilgi vereceğim.
- ya hiç müsait değilsin herhalde ya!!!
- doğrudur, toplantıdan çıkınca size döneyim.
- iyi tamam, seni seviyorum
- bilmukabele, iyi günler.
bitmekte olan edebiyat. çünkü artık dilin doğru kullanımı moda oluyor. başka şey moda olunca yine oraya döneriz. sağlıklı gıdalar, sporlar, kişisel gelişim ve sporu bir araya getiren uygulamalar moda şimdi. bunların modası geçince yeni bir dil daha uydurulur. aman kitap okumak yerine instagram paylaşım metinlerini okuyalım da modayı kaçırmayalım. yoksa dil bilgisi hassasiyeti falan zerre kadar önemli değil. önemli olan moda moda.
"Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum."
böyle demiş bir insan, bir karanlık, hayatın özünü anlamış bir buruk gülümseyen.
kendimi hep yakın hissettim ona. okudukça daha da. başka yazarları okudukça daha da. en büyük türk yazarıdır diyemem, benim böyle bir yetkinliğim de yok. ama bana en yakınıdır. kusurlarıyla, kusurlarını anlatışıyla, mükemmel yalnızlığıyla, memuriyete mecbur ilk türk aydınının buhranlarıyla, gidip geldiği toplum katmanlarıyla, çok kederli nişan fotoğrafıyla, kendi hayatına mesafeli duruşuyla, zihninin içini dolduran bilgilerin düzensiz düzeniyle o en yakın edebiyatçım. anlaşılmak ihtiyacını bu kadar kemiklerine kadar hissetmiş, hissettiğini layıkıyla aksettirmiş bir insan. insan.
ben doğmadan yıllar önce doğum günümde göçmüş gitmiş. ilk gençliğinden beri hep bir arzudur mezarının üzerine başımı koyup durmak isterim. seni anlıyorum. seni bir kitap olmasan da ben anlıyorum demek istiyorum. dudaklarım kıpırdamadan.
bana benden kopan cümleler armağan eden canım yazar. caanım yazar.
bu arada kendisi enneagrama göre tip 4. iyi ki tip 4
bu bir çocuk şarkısı. öyle değil ama. kaybolduğu iddia eden bir çocuk var ama ara ara hiç kaybolmamış gibi tam burada. bulunmak istemiyor da. varlığından başka bir şeye bırakmıyor.
hayatın kendisine çok benzeyen bir şarkı. hüzünlü ama o kadar derinden bakmazsan pek anlaşılmıyor hüznü. huzurlu gibi ama yıpratıcı. dikenleri var, ama incecik bir meltem gibi de aynı zamanda. üzerine çok düşününce yalnızca kederli.
ben hep çok sevdim bu şarkıyı. şimdi o da beni seviyor herhalde. üzerime giyindim, bekliyorum. bence çok yakıştı baştan ayağa.
biraz rahat bırakmak lazım sanıyorum. etrafında dönmeye gerek yok. iletişimin bozulabileceğini tüm kalbinle kabul etmek biraz geri çekilmek kontrolden vazgeçmek lazım.
12 sene önce böyle değildi. kaliteli ürün ortaya koyabilmek için yarışırdık. beğenilme arzumuzu bu yönde tatmin etmeye çalışırdık. imla hatam var mı, anlatım bozukluğu yaptım mı diye üç kere okurduk yazdıklarımızı. şimdi artık sinir bozucu bir şey oldu. bunca yılın alışkanlığıyla girip bakıyorsak, bunun sözlük yazarlığı yapmak isteğiyle pek ilgisi yok aslında.
bak farkında mısın m.? şeyleri önce sen fark ediyorsun sonra ben. hep bir adım arkandayım senin. bu güzel bir şey.
yerinden bildiriyorum; ilk ve en önemli husus öz geçmişinizi hangi dilde hazırlıyorsanız, o dili gerçekten bildiğinize emin olmanızdır. bu dil ana diliniz ise lütfen dili bilip bilmediğinizi teyit edin. yabancı diliniz ise yazdıktan sonra o yabancı dil ile ilgili uzman birinden düzelti için görüş alın.
dil bizim kendimizi anlatmada kullandığımız araç. dilimizi bilmezsek beyan edeceğimiz şeylerin niteliğinin önemi kaybolur.
allah aşkına, kendi hayat hikayenizi hele de kendinizi çok önemli addederek yazmayın. paragraflarca hikaye şeklinde gelen öz geçmişler çöpe gidiyorlar. " şuraya gitmiştim, maddi sıkıntılar sebebiyle şu okulu bırakıp oraya başlamıştım, okuldan sonra sıkılmamak için şu işe girmiştim, geçirdiğim rahatsızlık neticesinde şu kadar ara vermiştim. aslında kitap okumayı severim, at binmekten de hoşlanırım, kulübe üye olacağım, şu kulüpte etkindim." gibi hiçbir düzeni formatı olmayan, kurumsal dilden çok uzak, başında, ortasında ve sonunda başka zaman kipi kullandığınız hayat hikayeleri öz geçmiş değildir.
hazır şablonları kullanın ya da hazır şablonlardan faydalanarak kendi şablonlarınızı oluşturun.
öz geçmişe koyulan fotoğraflarda sade ve profesyonel görünün. saçlarınızı mohikan model yapmayın mesela, deri ve acayip kostümleriniz olmadan çekilmiş, düz durduğunuz yüzünüzün seçilebildiği, mimiksiz, nargilesiz, güneş gözlüksüz fotoğraflar tercih edin. sosyal medya profil fotoğrafı değil o.
incecik bir bulanıklık başladı. endişe mi, kararsızlık mı, bocalama mı? mevsimler mi? hormonlar mı? zaman azaldıkça flulaşmaya başladı tablo. tıpkı bakılan şeye mesafe azaldıkça netliğin kaybolması gibi. umuyorum doğru mesafeden baktığımda hala nettir. umuyorum dağılmadan devam edebilir.
tanrı siyah, upuzun bir minare sanıyordum. kızdığında şerefeden üzerime eğilecek, mutluyken ise hiçbir şekilde mutlu olduğunu anlayamadığım bir kara minare.
kişisel tarihin tozlu sayfalarından çıkıp yavaşça bugünün yüzeyine inmiş şarkı.
bu şarkıyla salt hüzün yaşamışlardan biraz farklı bir yerdeyim galiba. bu şarkı benim gençliğimin tam bir yerine denk düşüyor. o dönemin içinde ne var ise hepsine denk düşüyor. o dönemin aptal acılarına, mesnetsiz heyecanlarına, yanlış anlamalarına, doğru anladığım pek pek az şeye, vasıfsız nice kedere falan. yani mutfak balkonunda anlamsızca, amaçsızca özgürce ve vaktin geçişine hiç aldırmadan oturabildiğim kaygısız zamanlara. kaygısız olduğumu hiç anlamadığım sersem zamanlarıma.
beni alır ve geçmişin nerede olduğunu düşünmeye götürür. gözlerim acıyla dolmaz. bir kaybın ağır üzüntüsü omuzlarıma oturmaz. yalnız, zaman çizgisi karşısında ne kadar güçsüz olduğumuzu sükunetle hatırlatır.
hamile kadınların utanmamasında bir sorun yok da, bu nesil neden böyle oldu diye biz utanmıyorsak sorun var. trol olmak demode olamadı mı hala? ne gerekiyor acaba aptallıktan sıkılmamak için? aptallıktan asla sıkılmayan bir nesil yetişti ve her yere bu aptallığı sürüp duruyor. bunda payımız nedir diye şapkasını önüne alıp düşünmeyenler olarak utanalım bence. of.
nefesini kulağımda hissedecek kadar yaklaştığında depresyon, nerede olduğum fark etmez, açar bir bölüm izlerim. ofiste, otobüste, uzaktan bağlanılan konuşmalarda.
ah benim gerginlikisz dönemlerim. o zamanlarda bile louie ile endişelenişlerim. ah.
huzur diye bir şeyin bir yerlerde tanımlanmış olması.
mesela ben diyorum ki: huzur yok, bu dünyada yok. huzursuzluğun çok yorucu olduğu zamanlarda, onu algılamayı reddediyor bence beynimiz. biz de o yıpratıcı hal yok oldu sanıp, bu yanılsamaya huzur diyoruz. oysa ki sürekli aynı kokuya maruz kalmak gibi, sadece sıkıntıya duyarsızlaşıyoruz bence. yani huzur bir illüzyon diyorum. peşinden koşmak çok saçma.
en değerli neyse onunla imtihan ediliyoruz. tamam çok değerli, tamam en büyük servet. ama çevirelim madalyonu, en büyük çaresizlik aynı zamanda. kendin seçmediğin bir sürü travma. başkalarının hataları, başkalarının yüzleşmediği ne varsa, senin de boynunda. bunu bir nevi sigorta olarak algılıyor insanlık sanıyorum. şimdi ben onları idare ediyorum, onların yerine acı çekiyorum, zamanı gelince onlar da benim için acı çekecek, beni kollayacak diyor herhalde. fena halde yanılıyor.
gerçekte şu oluyor: hepimiz özümüzde kimsek ona göre davranıyoruz. kardeşlerden biri bencilse, ömür boyu onun hataları kollanıyor. onun yaraları sarılıyor. o hayatının sorumluluklarını size yıkıyor. anneyi babayı en çok o üzüyor, siz tedavi için parçalanıyorsunuz. o yuvasını kuruyor, çocuklarına siz bakıyorsunuz. annenizi maddi manevi sömürüyor, siz sessiz kalıyorsunuz. her hatayı yapma hakkını kendinde görüyor, pişman olmuyor, oluyorsa da asla söylemiyor. eşit olarak sizin de ebeveyniniz olan insanlarla olan iletişiminizi yaralıyor, ama onunla iletişimi kesemiyorsunuz. hassas oluyor, uyaramıyorsunuz, uyaracak olsanız anneniz önünüze geçiyor. ömrünüz idare etmekle, yaptıklarına hem öfkelenip hem üzülmekle geçiyor.
ve bingo! ne çekerseniz çekin, neye katlanırsanız katlanın kimseden takdir almıyorsunuz. çektiklerinizi görmek bir yana, daha fazla nasıl yük yüklerim diye uğraşıyor insanlar. sonra?
-o mu? o ne yaptı ki aile için? ay hep kendi keyfine gezdi tozdu, deyiveriyorlar bir de
işte böyle bakıyor dünyaya bir de. insan bencil bir aile üyesiyle çok ciddi imtihan edilir.
bu zamana kadar kendi ailesini kuramamış bir başarısızı dinlediniz, şayet dinlediyseniz.
koşullar nereye giderse gitsin hep aynı yarayı hatırlatacak şarkı. bunun sorulup durduğu yılları. o sorunun ilmeğinde hala sıkılan boğazımı. kendimi o ilmekten kurtaracağım elbette pek kısa zamanda. o veya bu şekilde. ama şu şarkının sorusunda çırpınışlarım hep orada duracak.
cevaplanması mümkün olmayan sorular yığını oluyor geçmiş bazen. baktığımız yerden bakmaya mecbur da kalırız bazen.