15 ağustos 2013 perşembe gecesi samsun garage bar'da anma gecesi düzenlenecek olan üstad. en son geçen sene 15 ağustosta iki gözüm'de biralarımızı höpürdetirken yavuz şarkıları eşliğinde iki kişi kendi çapımızda yaptığımız anma kadar özel olmasa da özel olması beklentisindeyim.
erasmusa gidecek olan yarışmacının bilemediğinin, post-it'in ne demek olduğu değil kilise korosundaki kişilerin sayfaları bulmak için keşfettikleri icat olduğu yarışmadır. önce yarışmayı gözlerle izleyip kulaklarla dinlemek gerekir.
bu ülkede en kolay yapılan şeyin eleştirmek olduğu düşünülürse, özgüveni ile binlerce insanın izlediği bir tv programına katılan tıp fakültesi öğrencisine laf atılması da şaşırtıcı değil tabi.
olay kişinin kim olduğu nerede okuduğu değil, insanların ortaya çıkan bir şeye .ok atma çabasıdır sözlük. eleştirmek çok kolay çünkü.
ricky martin kasetinin ardından mustafa sandal'ı takıp önce ellerimizi çırpıp sonra hoplayıp yürüyerek dans ettiğimiz gündüzler vardı. bazen onların yerini sevgili barış manço'nun mançoloji albümündeki 2 kasedi bazen daha eski, arada bir filmini kurşun kalemle sarmak gerektiren oya bora'nın kasedi alırdı. spice girls dinleyip, onlardan biri olup figürlerini birebir yapabilerek dans ederdik. o zamanlar videolarını ancak televizyonda denk gelince izliyorduk, tabi sürekli denk gelmek için sürekli VH1 karşısında geçen bir çocukluğum olmadı ama genelde kollardım televizyonu.
sonra zaman değişti, lisede eminem dinlenmeye başlandı. cleanin out my closet ile kendimizi ifade edebildik ancak. tabi bu arada mp3 ile tanıştık, cdçalar en büyük lüksümüzdü. zaman biraz daha değişti, her türlü alt türeviyle rock müzik artık bir vazgeçilmez oldu. grunge bir yaşam tarzı olarak benimsendi, sevilen grupların tüm şarkıları ezberlendi, konserlerde pena kapmak büyük olaydı yani. ve teknoloji de gelişmeye devam etti; mp3çalarlarımız, kulaklıklarımız sokakta yürürken bizi ayrı bir dünyaya taşıdı hep.
biraz daha büyüdük, üniversiteli olduk. daha büyük hayallerimiz, heyecanlarımız oldu. artık ipodlar falan var bir yandan. herneyse. artık daha geniş bir kulağa sahip olduk, jazz, blues, elektronik, trip-hop ve dahası. benim gibi insanlar, bazı şarkılarda çok şey buldu ve çok şey kaybetti. o şarkılarda çok eğlendi ve çok ağladı. ve çaktırmadan üniversite hayatının da son senesine geldiler, daha büyük düşünmeye çalışmaya başladılar, henüz düşünemiyorlar, çok karmaşık geliyor ama bunu da başaracaklar.
şimdi bu gece, yeni bir pazartesinin öncesi erken uyuma derdindeyken, oda arkadaşımın spice girls şarkıları dinlemeye başlamasının ardından "aa o kızlardan birinin bir şarkısı vardı, yoksa onlar değil miydi, neydi?" diye düşünüp düşünüp -teknoloji sağolsun- youtube'dan bulup, an itibariyle 27. defa dinlediğim şarkıdır bu. geçen bunca sene boyunca bir ara çok severek dinlediğimi hatırlıyorum, sonra bırakmışım dinlemeyi, "tarzım değil" demişimdir kesin.
zaman çok geçmiş, çok değiştirmiş ama ben bu şarkıda sevdiğim tınıyı yaşamışım, bunu farkettim işte.
kocaman şehirde metronun aynı vagonuna farklı istasyonlarda binip selamlaşamadığm insanla da paylaşmak isterdim bu duyguyu, ama şimdilik never be the same again diyorum kendi kendime bilmem kaçıncı defa.
asıl adı alastair ian stewart olan, 1945 glasgow doğumlu iskoç müzisyendir. müziğiyle tanışmam, 1977 tarihli year of the cat plağını, ikinci el ıvır zıvır satan sevimli bir ispanyol teyzenin tezgahında bulup 2 euroya satın almam sayesinde oldu. dinledim, dinledikçe sevdim, sevdikçe araştırdım neymiş ne değilmiş, neden duymamışım bu zamana kadar diye. sonra dedim ki, zaten müzik piyasasında herkes hak ettiği yerde olsaydı şimdi çivisi çıkmış absürd bir müzik "endüstrisi" olmazdı.
al stewart da ünlü müzisyenlerle çalışmış, çok güzel şarkılara imza atmış. en azından şimdikinden daha iyi bir yeri hak ettiğine inandım iki şarkısını dinledikten sonra. daha da dinliyorum, kendi çapımda hakkını vermeye çalışıyorum, ben de böyle mutlu oluyorum işte sevgili sözlük.
peter wood, stuart elliot, peter white, tim renwick, george ford da year of the cat albümünde ismi geçen diğer müzisyenler.
aynı gün yüzlerce üniversite öğrencisinde aniden ortaya çıkan tanımlanması güç semptomların doktorlar tarafından teşhisinde adının geçmesi muhtemel olan internet sitesinin kısaltmasıdır.
lanetler edilesi, bağışıklık sisteminin çökmesine sebebiyet verip de gizli saklı grip virüslerinin ortaya çıkıp göbek atmasını zevkle izleyen, insanı birkaç saat içinde harap bitap eden -hem fiziksel hem ruhsal- , öğrenci işleri bilgi sistemi'nin kısaltmasıdır.
oibs.ankara.edu.tr özellikle tavsiye edilir. sinirlere birebir. *
sözleri şunlar olan nefis massive attack şarkısıdır:
it's unfortunate that when we feel a storm,
we can roll ourselves over 'cause we're uncomfortable
oh well the devil makes us sin
but we like it when we're spinning, in his grin.
love is like a sin my love
for the ones that feels it the most
look at her with her eyes like a flame
she will love you like a fly will never love you, again
it's unfortunate that when we feel a storm,
we can roll ourselves over when we're uncomfortable
oh well the devil makes us sin
but we like it when we're spinning, in his grin.
oh, ho,..
love is like a sin my love
for the one that feels it the most
look at her with her smile like a flame
she will love you like a fly will never love you, again
uzunca bir sure burnumu cevirip de bakmadigim, sonra artik kuzenimin israriyla bir bakalim neymis bir sans verelim dedigim ve bekledigimden cok daha iyi cikmis dizidir. evet kabul edelim, olaganustu bir kurgusu yoktur. ian somerhalder, nina dobrev ve arada gelen giden oyunculariyla gorselligini on plana cikartip klasik vampir kliselerinin uzerine gunumuzden detaylar ekleyip, bol bol karanlik ortam kullanip, biraz da gerilim yaratarak ama temelde bir ask hikayesinden yola cikarak ortaya bir dizi koymuslar. ama simdi itiraf edelim, durust olalim.. cogu kisi, sirf elena'nin damon'in kiymetini ve gozden kacmasi mumkun olmayan kardesine katlamis yakisikliligini farkedip, akillanip, ben bu kadar zaman napmisim, diye basini duvarlara vurup damon'a kosacagi sahnenin heyecanindan diziyi izliyor, kendimden biliyorum. heyecanla olasi elena-damon askini bekliyorum. evet simdi de biraz spoiler verelim.
--spoiler--
bir damon salvatore olarak inceledigimizde; s02/12'de olum asamasindaki rose'u kucagina yatirmasi, ardindan zihnine girerek acilarini hafifletecek hayalleri ona saglamasi -rose'un evine donmesi atlar, otlar, damon..- ve son olarak acisini tamamen dindirmek uzere kazigi kalbine saplamasi ile damon icindeki, gercek olma arzusundaki insani farkeder. ardindan gozunden bir damla yas suzulur. oyle bir damla ki yanagindan inerken kazandigi kavislerle, izleyenin boynunun yana egilme acisi dogru orantili olabilir. olmayabilir de. ardindan damon elena'ya insan gibi hissetmenin ne kadar berbat oldugunu haykirir ama sonra elena ona sarilip "good night damon" derken de gozunde biriken yaslari gorebiliyoruz. ve finalde de zaten "i'm lost" diyen baslayan diyaloguyla damon icindeki insani susturamaz artik, haykirir. kurban kizimiza bakarak "..but it's all i got, is trouble" der ve tv on the radio'dan dlz sarkisi baslar. tamam vampirlik guzel de nereye kadar, degil mi damon. iste butun bu arada kalmisligin ve kaybolmus halinle, sonuc olarak neysen her zaman yaptigini yapiyorsun ve kizi olduruyorsun.
~nice anlamlar cikardim aslinda derin degildiler
~ --spoiler--
the vampire diaries, 2. sezon 12. bolumu ile gonullerdeki tahtini kus tuyu yastiklarla biraz daha rahatlatip yerine iyice yerlesmis karakterdir. ian somerhalder bu bolumde asmistir, beni pek bir etkilemistir. zaten fikrimce mukemmel kombinasyona * sahip olmasi da cabasi.
usanmadan dinlemek suretiyle hayatin fon muzigi olabilecek kivamda bir sanat eseridir. kulakliklar kulaga takilir, apartman kapisi ardindan kapanir ve sokakta ilerlenir. bu eserle yurunen yerler eskisinden farkli gelir artik, insanlara bakisi degisir kisinin. bu muzigi bilmeyenlerin hayatlarindaki eksiklige uzulmek ile muzigi kimseyle paylasmayip kendine saklamak arasinda gider gelir bu kisi surekli. sonlarina dogru geldikce sarkinin, artik o sokaklar da dar gelmeye baslar.
bende bir de hayal urunu arkadaslarim da geliyor son iki dakikasinda. sonra gidiyorlar, tekrar gelmek icin.
bu da bir insani bu kadar etkileyen diger bir massive attack saheseridir iste, oyledir.
malum sahis banu alkan'in -ne kadar istemese de- gogusleriyle gundemimizde olmasi ve soyadi ile olan uyumu da goze almamiz sonucu sahip oldugu isimlerden biridir. asli banu balkon'dur.
dans edebilmek için kız kısmısının pek de bir şey bilmesini gerektirmeyen dans türü. yani tabi göze daha çok hitap edeceksek, bir çift olarak uyum çok önemli. ama 7 yıldır danseden bir ispanyol erkeğiyle dansediyorsanız, müziği dinleyin ve kendinizi bırakın, gerisi kendiliğinden geliyor zaten * .
madrid'den bildiriyorum, gecenin bir saati 50 yaşındaki ablam da yaşıtım küba delikanlısı da aynı mekanda, sevgiliymiş değilmiş bakmadan her şarkıda eş değiştirerek dansediyorlar. her seferinde ayrı bir tat, her seferinde ayrı bir mutluluk kalıyor bünyede. herkes birbirine teşekkür ediyor, yanağına bir öpücük konduruyor, başkasıyla dans etmeye başlıyor.
türkiyeyi düşünüyorum. hiçbir zaman bu kadar rahat bir toplum olamayız sanırım.
kaşık dururken ekmeğe pek de gerek yoktur aslında. ekmek sadece, bazı insanlara aşırı tatlı gelebilecek nutellanın o enfes aromasını biraz olsun nötrlemek için kullanılabilir. yoksa tahta kaşıkla bile yenmemelidir tadına müdahale olmasın diye.
sevgilisi olan kızı kendine aşık etmeyi başaran kişi, hele de 2 3 saat içinde başaran kişi, 1 ay sonra kızın onu terkedip eski sevgilisine dönmesini de sineye çekmek zorunda kalacak olan kişidir. hayat acımasızdır. aşık olmak başkadır, sevmek başkadır. **
yine anlamsız bir sözlük genellemesi sendromuyla karşı karşıyayız sayın seyirciler. 80 yaşını çoktan aşmış, başından eşarbını, herbirinin kenarları özel emeklerle yapılmış yazmalarını ihmal etmeyen, canım biricik anneannemin sıfatlarının yakınından geçmez çağdışı ve kıro lafları (ki bunun benim anneannem olmasıyla alakası yok). hayatımda tanıdığım en zeki, tecrübeli, ileri görüşlü insan. ben ona gidip okuldaki sorunlarımı anlatırım. o beni yargılamaz, azarlamaz. bak böyle olsa böyle olurdu ama şimdi şöyle olur der. zaman geçer, hakkaten şöyle olur. anneme kızarım, anneanneme anlatırım, o da arar anneme kızar * bana nefis kara lahana sarmaları yapar, ben 15 taneyi götürürken bana eski zamanlarını anlatır. öyle hikayeler ki çatalı kaşığı bırakıp elini öpesi gelir insanın. minik bir kadındır benim anneannem, sevimlidir. o yüzden sevgili okur, böyle genellemeler görünce insanın entry coşası gelir, dayanamaz. bir de anneannemi özledim ama bu başka bir entrynin konusudur. *
gece saat 3'ten önce acıkmışlarsa ve ankara'da yaşıyorlarsa, yarım ekmek tavuk tantuni veya pilav üstü germeç olaylarına girebilirler.
gece saat 3'ten sonra acıkmışlarsa ve ankara'da yaşıyorlarsa, akşam yemeğinden kalan ekmeği kemirebilirler, odanın altını üstüne getirdikten sonra bulunan minimum 2 günlük açık paket aburcubur şeysi yenilebilir. eğer yazarımız ağustos böceği ve karınca hikayesinin anatemasını kapmış biriyse zor geceler için ayırdığı zulasını açabilir ki böyle bir yurt öğrencisi ben henüz tanımadım. bizim orda bütün market alışverişleri o gün tüketilmek için yapılır.
sonuçta açı açına yatıp uyumayı bilmesi gereken yazardır. ne de olsa o bir yurt insanı, yüzde doksan bir öğrencidir. ve öğrencilerin kaderi ya bir hafta boyunca makarna yemek yada aç kalmaktır.
4 saat önce farklı bir programda çalıştırdığım çamaşır makinesinin, neden hala bitirmediğini anlamak üzere gidip, devam etmesi için bir düğmeye basmam gerektiğini farketmemin ardından salaklığıma mı üzüleyim yoksa uykusuz kaldığıma mı yoksa gelip bunu marifet gibi bu başlığın altına yazmama mı, bilemedim ben onu.
o zaman içinde olduğum terkedilmişlik sendromundan mıdır bilinmez, izlerken; ilk başlarda kalp atışımın hızlandığı, bu tabirin tam anlamıyla: boğazımın düğümlendiği, takip eden dakikalarda önce kontrolsüzce yanağımdan yaşlar süzülmesine sonra sağanak oluşmasına neden olan, artık sonlara doğru iyice kontrolümü kaybedip için için hıçkırarak izlediğim filmdir. evet efendim, belki o kadar da etkileyici değildir, hatta bir japon filmi olarak sessiz sakin ilerlemektedir bazı kısımları. amma lakin ki beni etkilemiştir.
barcelona, parc güell'de müziklerini icra ederken rastladığım elemanlar. akordeon, gitar, saksafon, isim veremediğim vuvuzelamsı bir alet ve ismi olmadığına emin olduğum ters dönmüş bir kovaya bağlı vileda çubuğuna gerilmiş bir ipten oluşan bir diğer alet ile fark yaratmışlar. önce şöyle bir dikkatimi çekti. sonra oturup dinledim, tüm bozukluklarımı şapkalarına bıraktım, bir iki video çektim ve usulca ama zorla oradan ayrıldım. sokak müziği adına çok şey gördüm ispanya'da. ama bu.. olmuş abicim.
an itibariyle bedük konserinden geldiğim şenlik. önce sebahat akkiraz ile halay çektik, ısındık şöyle güzelce. sonra çok kısa bir beklemenin ardından bedük çıktı sahneye. hopladık, zıpladık, kol kola girdik döndük, bacaklarımızı kollarımızı amaçsızca sağa sola salladık, ufak bir kavga çıktı çantalarımızın üzerinden geçtiler zippo kaybettik, olsun dedik bedük'ün şarkılarıyla tepinmeye devam ettik, yorulmadık, usanmadık, oturmadık. evet yeri geldi içtik. ama sapıtmadık. ve bu üniversitenin öğrencileri olarak biliyoruz ki buraya gelen adamın (!) niyeti eğlenmektir. diğer canlı türleri ne yapar onu da gördük tabii.
ne sahneye çatal fırlattık ne de gereksiz sloganlar attık. çünkü eğlenmek için oradaydık. çünkü dertlerin bu yollarla çözülemeyeceğini bilecek kadar üniversiteliyiz.
yarın da şebo konserinde görüşmek üzere.
öğrenebilmek için samsun'da bulunulmaması gereken dil. eğer samsun'da bu dili öğrenmek zorundaysanız, yazıldığı gibi okunması veya gramerinin zor olması falan hiçbir şey ifade etmiyor. kurs yok kurs.
biletix'in 1 nisanda biten bilet indiriminin ardından gelen bindiriminin üzerine, indirimli satışlar 7 nisana kadar şu konumlarda sürmekteymiş:
ankara için:
Hacettepe Üniversitesi Beycafe
Hacettepe Üniversitesi City Center 3.Kat
Always Rock Bar
Yolcu Rock Bar
Hayri Plak
Mushroom Store
Ankara Üniversitesi Merkez Kantin
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
ODTÜ Çarşı Makara
eskişehir için:
Diyafram Müzik
aü merkez kantin'de 1 günlük standart biletler indirimli olarak 17.5 değil 15 liraya satılıyor ayrıca.
daha üst versiyonu olarak, plastik çöp kapağı ile kaymak vardır. yol tutuşu daha iyidir. kapağın yanlarından tutup kayarken dönebilirsiniz bile. hatta abartıp kapağı tutarak kayarken sıçramayı bile deneyebilirsiniz. ama denemeseniz daha iyi olur. *
"kime göre, neye göre ?" diye sorası gelir insanın böyle,salt gerçek buymuş gibi gösterilen cümleler karşısında. zira fikrimce, anadolu çocuğu da çok güzeldir; kırmızı yanaklıdır, esmerdir, sarıdır, yağızdır, yeteneklidir..