Taksimden Beşiktaşa yürürken söylemişti bunu. Bu, iki aydır düşündüğü cümleyi. O sırada Mucit, bir şeylere katlanıyormuş gibi hissediyordu. Ceketinin yakalarını bir hırsla kaldırdı. Birileri ona merhametsizce eziyet ederken o, bu acı günlerin sona ermesini bekliyordu. Üstelik sözünü ettiği zalimler, en sevdiğini öldürmüşlerdi sanki. Onunsa ölmeye bile hakkı yoktu. Bu acıyı hissederek yaşamalıydı. Susup dinledi Dallası.
iskeleye doğru ağır ağır yürüyorlardı. Maça gidenlerin telaşı arasında inatla yavaş kalıyorlardı. Ve sakin. Uzun boylu arkadaşı, konuşmaya devam ediyordu. Öyle işte Mucidim Etrafındaki her şey ona bir şeyler işaret ediyordu. Yanından geçerken gözlerine bakmaktan çekinmediği insanlar, yokuş aşağı inerkenki o muğlâklık hali, gökteki koyu mavi-gri arası renk Sen sıkma da canını. Ancak, ne denildiğini, nereye bakması ve neyi görmesi gerektiğini anlayamıyordu bir türlü Bisigara ver hele, dostluğumuz pekişsin . Kendi yüzündeki hüznü bir türlü hayra yoramıyordu.
***
Haydarpaşa manzarasını izlemek niyetiyle gittiği, fakat yapılmakta olan yeraltı treni inşaatının iş makineleri yüzünden denizi bile göremediği bir kafenin terasında oturuyordu şimdi. Bulunduğu masa dışında üç masa daha doluydu. ikisinde genç çiftler manzaranın tadına varıyorlardı, hemen yanında olan diğerinde ise iki ihtiyar adam muhabbet ediyorlardı. Şehrin ışıkları yanmış, öte yandan kendi kendine de yetiyordu. Güneşin son çırpınmaları yardımıyla deniz, iyi rolü yapan bir vampiri andırıyordu. O gedik gülüşünün ardından, sivriltmeye başlamıştı parıldayan dişlerini. istanbulda, hele böylesi yakınken onlara, martılardan bahsetmezse olur muydu? Buralara kadar gelip de kendini var edememiş, istanbula bir türlü kendini sevdirememiş Mucite homurdanarak uçuşuyorlardı. Bir felaketin haberciliğini ediyorlardı, kimsenin bilmediği bir dilde.
Mango aromalı çayından bir yudum aldı. Aromalı çayı, küçük bir demlikte getiriyorlardı ve iki tam fincan çay içebiliyordu Mucit. Üstelik iki aromasız çay fincanına ödediği paradan daha az para ödeyerek daha fazla kalabiliyordu burada. Ve yazmaya ediyordu. Çirkinleşen yazısına aldırış etmeden yazıyordu. Aklına ne gelirse... Çalakalem satırlarının arasına bir yerlere Evde şarrap da var, hem de iki şişe. gibi cümleler atıveriyordu. Aynen, insanların sohbet anında ağzından dökülen özensiz kelimeler misali. Aslında tam da kendisiyle sohbet etmekti yaptığı. Ne zaman? diye yazıverdi uzun boyuyla o gün boyu kadar uzun konuşan arkadaşını düşünerek. Yakında mı? Yarın mı? Ev sahipliği ettiğini anladığı herif, ihtiyar misafirine soruyordu: Mukaddes ne zaman gelecek? Bilmiyorum. yazdı Mucit. Ben de Mukaddesi bekliyorum. Buraya sık sık gelerek, tek başıma dört kişilik bir masayı işgal ediyorum. Mango aromalı sipariş ederken söylemekte zorluk çekiyordu.- çay söyleyip iki fincan mutsuzluk içiyorum. Bir de, her sabah uyandığımda yorgunluktan başka bir şey hissetmiyorum. Ben yorgun doğmuşum Bir fincan çay sonra, ihtiyar misafir ciddi bir ses tonuyla, Bak ilk defa senden ciddi ciddi bir şey rica edeceğim. diyordu. ikisi de Mukaddesi çoktan unutmuş görünüyorlardı. Bardağından son yudumunu alıp sırtını hasır sandalyeye astığı, Muciti mucit yapan deri ceketinin arkasına yasladı. Masalar yalnızlaşıyor, vampir dünya uyanıyordu. Birazdan buradan gitmek zorunda kalacaktı ve şimdiden neresi olacağına karar vermeliydi.
***.
iskeleye yaklaştıkları bir yerde istanbulu anlamlandırmalısın. Demişti Dallas. Bekle, bir müjdeyi bekler gibi bıkmadan bekle. Bir kadını, kara bir haberi bekler gibi... Gün gelecek, o bütünlük duygusunu hissedeceksin. işte o zaman istanbul senin için anlamlı olacak. Tek arkadaşım sensin, beni bırakıp gitme bir de şu ceketini çıkarsan artık diyorum, bu havada deri ceket giyilmez. diye de ağız dolusu sigara dumanını salmıştı bıyıklarından.
***
O konuşmadan kısa süre sonra yapboz -yaratıcılığını geliştirdiğini düşünüyordu, boşuna Mucit demezlerdi ona- bakarken beklediği an geldi. O bembeyaz boynunu omuzlarına kadar açık bırakan haki yeşili elbisesinin gizlediği elceğizleriyle karmaşık ve sapsarı olmuş havanın rehavetini kırmızı yelpazesiyle dağıtmaya çalışıyordu. incecik dudakları büzülmüş, yüzünde hınzır bir gülümseme Çocukluğunu yaşıyordu. Bir suç işlemiş de saklar gibiydi hali. Mukaddes? Parçalanmış bir halde bütünlüğe kavuşmayı, anlamlandırılmayı ve hayran olunmayı bekliyordu. Ellerinin arasında evirdi-çevirdi. ne kadar güzeldi o öyle
***
Saatine baktı. Dibinde sadece çay tozları kalmış fincanını kafasına dikip doluca bir yudum almış gibi yutkunup bir yere geç kalıyormuşçasına hızlı hızlı toplandı. Parmak uçlarıyla omzuna astığı ceketiyle beş lira hesabı ödedikten sonra geldiğinden beri ne yazdığını deli gibi merak eden garsona sırıtıp atıldı sokağa. Cebinde Mukaddesin saçları, evin yolunu tuttu.
Biraz içti, biraz daha içti. Gün ağır ağır uyanırken, pencerenin dibindeki bebe bisküvisi kutusunun üzerindeki su bardağı alkol ve sigara kokan, bol bıyıklı kirli ağzın izlerini parlatıyor; odanın bir köşesinde öylece duran döşek, kirli yüzeyine yatıp iki soluklanacak, kah gülüp kah ağlayacak bu deli adamı beklediğini gösteriyordu.
ilk önce gözlerini bir araya getirmişti Mukaddesin. Görmeliydi, konuşurken insanların gözlerine bakardı. Şimdiyse, gün boyu parça parça okşadığı, her telinin rengine hayran olduğu saçlarını birleştiriyordu. belki benim göremediğim bir şey var şu kalabalık şehirde. Sen görüyorsun. Sen biliyorsun. Bana da anlat, ne varsa dilinde. Zaman geçiyor ama, ben kendimi hep aynı yerde buluyorum. Yollar, artık bir yere götürmüyor beni. Konuştukça, yapboz elinden gelse ete kemiğe bürünecekken, Mutsuz bir mucitin kalbi parçalara ayrılıyordu. Güneş içeri dalmak için pencereleri zorlarken adeta, yoklukla varlık yeniden şekilleniyordu. Ağlayarak yaratıyordu sevdiği kadını. Elleri tutmayana, gözleri bulanana kadar devam etti. Ölüyordu sanki. Ruhu parça parça sökülüyordu. . Hiçbir kadını sevmemişti hayatında, hiç sevişmemişti. Bir kerecik de canını verebilirdi. Tüm parçalar tamamlandığında Mucit uyumalıyız artık, çok yoruldum.dedi yarı bilinçsiz. izlerken gözlerini kapadı, ölmek kadar rahat bir uykuya daldı. Gözlerini açtı kadın, ceketini seriverdi Mucitinin omzuna. Kıvrıldı seven bir adamın buza kesmiş vücuduna.
Şu yorgun gözlerimin, pazartesi bezginliği ile uyandığı istanbulda üç gündür olduğu gibi, yine yağmur yağıyordu. Pazartesi Haftanın kalan diğer altı günü gibi tıraş olmak zorunda olduğum gün. ben tıraşlı olmayı severim, tıraş olmayı değil. Sonra, kitap almayı severim, okumayı değil. 5 Mart 2008 Pazartesi Son altı senedeki her 5 mart gibi zamanla kavga ettiğim, gün bitene dek tırnaklarımı yeyip boyalara buladığım tarih. ben, sadece resim yapmayı severim. Ama bugün Yağmur yağıyor, istanbulda.
Ölü şemsiyeler vardı, kaldırımlarda. bugünü fırsat bilip gizlice yalnızlıklarına ağlıyorlardı. Çoktan beri hiç bu kadar geri getirmek istememiştim zamanı. Bu, artık hiçbir şey yolunda gitmiyor demektir. Çünkü zaman bir yola sokar bizleri. Çıkmak mı? Her yol gibi mümkün değildir. Geri döndüğün yol, giderken gördüklerini hiçbir zaman sunmaz sana.
Sıraların arasında dolanarak silgilerimizi toplarken "Silme olmaz resimde. Bir zamanı, bir de çizgileri geri getiremeyiz." Demişti tüm günümün anlam ve önemi olan kadın. Ve bir yandan da dolduruyordu avcuna öz güvenlerimizi. lise yıllarımın bu uçlarında kızıl çeşnili saçları, yüksek topuklu, güzel resim öğretmeni böyle lafları gençliğinin tecrübesizliğini ve sınıftaki gürültüyü biraz olsun dindirmek için yaptığını biliyordum. Ben, diğerlerinden farklıydım. Sessizdim, sessizliği severdim. Yine de ona karşı nedenini anlayamadığım bir çekingenlik sergilerdim. Aslında biliyordum, bildiğini. Aklımdaki gürültülü hisleri duyduğunu biliyordum. Arkamdan ağır ağır topuk sesleri yükseldikçe, anlardım ki yaklaşıyor, daha korkak çizmeye başlardım.
Yüzümde, takıntılı bir gülümseme ile o günleri düşünürken atölyenin kapılarını açtım. varlığının, yürekleri tertemiz bir suyla yıkarcasına ferahlattığı, yokluğunun güzel bir masalın ölümle sonlanması kadar acı verdiği zamanlardı. Şimdiyse, ömrünü tamamlamış hayaller gibi kırılıyordu renkler. yavaş, ve kararlı. Renkler bıraktığım halde, öylece beni bekliyorlardı. Ben mi? kimseyi beklemiyorum artık. Beklenen lakin gelmeyenleri çizerek mutluluğu arıyorum sadece.
Etrafta bir göz gezdirdim. Duvardaki koca saatten başka her şey varlığının ayrımında değil gibiydi sanki. içime hapsedercesine boya kokusunu çektim derin derin Ve bir tanesini kavradım. Tik, tak Tik, tak Yalnızlığımı çizdim önce, o da bir şeyler bekliyordu. Yağmur yağıyordu. Sonra bir nehir: taşkın ve bol tuzlu kıpırdıyordu düşen damlalarla. Yanıbaşında yatan şemsiye ölülerini teselli ediyorlardı. tik taklar acımasızca kulağıma vururken ben, bütün bekleyişlerimi, özgüvenimi, cesaretimi attım avuç avuç umutsuzluğun kızılına. Taştı nehir, ellerime kadar sıçradı. Karıştı renkli atıklar birbirine, kapılıp gittiler
"Resme baktığınızda insan çizdiğiniz anlaşılıyorsa, resim yapabiliyorsunuz demektir." Tak taklar tahta zeminle hemen arkamda bir yerlerde çarpışıyor olmalıydı. Terliyordum. Çizmeyi bıraktım, başka bir şeyler yapmak adına çakımla kalemin ucunu sivriltmeye başladım. "iyi bak." Dedi. "iyi bak ki, yoğunlaş." Kafamı bile kaldıramıyordum. Çakı, küçük kırmızı bir havuza dönen avuçlarımda kayarak dönüşler yapıyordu. Kulağıma kadar eğildi, boya kokuyordu. "iyi bak!" içime çektim derin derin Gözlerimi kapadım, dişlerim sımsıkı. Avcumu kilitledim adeta. Olduğu yerde topuğunu tahta zemine vurmaya başladı. Tak, tak tak, tak
Binlerce kez çiçeklendi nehir. Birini koparıp kokladım, bütün çiçekler soldu. Ben de her adımda attım yaprak yaprak nehre Tik taklar kulaklarımı ağrıtıyorlardı. Yürüdükçe sesler yükseliyordu. Anladım ki yaklaşıyordum. Ama yolun sonu uçurumdu. Kıyıda tik taklar, kıvrak figürler sergileyerek dans ediyordu. Etekleri kızıl çeşnili bir elbise giymişti.. Attığı her adımda, ince bileklerinden ayaklarına kızıl damlalar akıtarak izler bırakıyordu. Yaklaştı, etrafımda dolandı. Dokundum, kanlar fışkırdı. Ellerime kadar sıçradı. Yükseldi, süzüldü boşlukta. Eteklerinden kızıl yağmurlar yağdırdı. Yer kızıl, gök kızıl, uçuruma doğru giderek dans ediyorduk. dans etmeyi sevmem. Ama inceydi beli, yüksekti ökçeleri. Ayartıyordu işte beni ayarı bozuk tik taklar. Geri çeviremediğim gibi adımlarımla, duruşumla mükemmel bir uyum sağlamıştım. Yokluğuma doğru giden bu ölümcül ritme boyun eğiyordum.
Başım öne eğik; gözlerim o küçük ayaklarına takılıp kalmış. Kıvrıldı sonra ince beli, eğildi. Elime dokununca kanlar fışkırdı. Çiçekli bir mendil verdi. Bastım yarama, mendilin bütün çiçekleri soldu. O savurdu saçlarını, koridorda akıp giden insan nehrine karıştı. Sonra tüm nehir kızıla boyandı, taştı. Ellerime kadar sıçradı. Çiçekler, yaprak yaprak döküldü. Yer kızıl, gök kızıl. Şıp şıp
O kadar uzun süredir dans ediyorduk ki kendimi kaybetmişim. Sonumdan habersiz, mutlulukla dönüyordum. sonra benim ayaklarımın altından da kan aktığını gördüğümde canımın acıdığını ve yorulduğumu fark ettim. Ne zaman başladığını bile bilmediğim müzik de tam o anda durdu. biz durmuyorduk, o susmuyordu. Tik, tak Tik, tak Dayanamadım. Gözlerimi kapadım, ağzım sımsıkı. Ellerim kulaklarımda, atladım aşağı.
Ve işte o! Bembeyaz çiçeklerin arasından bakıyordu bana. Yaklaştım, döndüm etrafında. Dokundu ya, yüreğimden şimdi yıllar fışkırıverdi. Bir resim gibiydi saçları, ama canlanıp yaralarımı sardılar. Tanelenip düştüm toprağa. Yeşerdim çevresinde, çiçeklendim. Dolandım her bir telinin kızıl kıvrımına.
günün sona ermesiyle yazı gönderimlerinin son bulacağı söykü sayısı.
sınav haftası dolayısıyla katkıda bulunamayacağım, olsun. okumak için sabırsızlanıyorum.
Burnunun ucuna kadar çektiği atkıya soluyor, düşmek üzere olan gözlüğünün camları buharlaştıkça köşedeki müzik kutusunun bir bulanık bir net olmasından çocukça bir zevk alıyordu. Yağmurdan kaçıp bu küçük kafeye doluşan insanların içlerinden taşan neşeye anlam veremezken, sabahtan beri yakasına yapışan keyifsizliğe o da sarılıyordu. Gözlüğünü, cebinden çıkardığı kırmızı ve üşümüş eliyle geriye itip atkıya iyice gömüldü. Şimdi gördükleri, insanlardan daha fazlasıydı. Karmaşık şekiller, düşünceler görüyordu. Atkıya saldığı nefesi, onu bulunduğu mekanın, zamanın dışına götürüyordu. Cansu da koşarcasına, kaçarcasına soluyordu.
Bir düş yolculuğuna çıkmıştı. Koşuyor, sonra yorulup yürüyordu. Dağlar aşmıştı ama hep aynı yerde buluyordu kendini. Kendinden gidip, kendine geldiği bir yoldu bu. Gittiği yer, yağmurların dünyaya düştüğü yer olmalıydı. Gözlerinden dökülen insanlığın, dahil olmalıydı. Bıçak gibi keskin rüzgarlar bedenine saldırıyor, kirli saçlarını çekiştiriyordu. Ufalıyordu git gide, aşınıyordu. Hiçbir şey hissetmedi. Etrafına bakındı. Bir yaşam kırıntısı aradı kendinden başka. Her şey çamura bulanmıştı. Öyle bir çamurlaşma ki, insanlığın doğuşundaki kadar saf ve bihaberdi dünyadan. insanlar vardı, ama kiminin elleri, ayakları yoktu. Düşe kalka dolanıyordu aralarında. Kiminin geriye sadece kalpleri kalmıştı. Bir canlıya ait olamayacak kadar çamurdan bir kalp. Hayatta olması, kendisi için yolculuğun henüz bitmediği anlamına geliyordu. Bir çığlık duyuyordu derinlerden. Arkasına döndüğünde birini gördü. Kadın, kocaman gözleriyle çamura bulanmış elleriyle tuttuğu kalbine ağlıyordu. Siyah saçları, karanlıkları aydınlık kılardı. Öyle tanıdık, öyle Cansuydu ki! Ama gözlerindeki nefret rüzgarlara savaş açıyor, sevgisi kendine bile yetmiyordu. Cansu, kadına doğru düşe savrula koştu, yardım etmek istiyordu. Uzatıverdi elini. Elleri kirlendi. Çamurdan bir tokat yedi. Benden nefret ediyor, diye düşündü. Ve kadın bunu söylediğinde koca bir şehrin çamuru bir anda akmaya başladı. Güneş, Cansunun uykusuz gözlerini acıtarak gün yüzüne çıkarıyordu istanbulu. Kadın nefretle çığlık attıkça tüm o tanıdık sokaklar etraflarına toplanıyordu. Kız kulesi bir çırpıda, çamur denizinden sökülüp diplerinde bitiyordu. Boğazı elleriyle parçalarken Beni unuttun, terk ettin! diyordu. Öyle çok ağlıyordu ki, bir çiçek olsaydı ellerinde, o an yeşeriverirdi. Kin Çiçeği.
istanbul bir harabeye dönüştüğünde, kadının haykırmaya hali kalmamıştı. Ellerinde kalbi, sessizce ağlıyordu. Şimdi rüzgarlar hem Cansunun hem kadının canını yakıyordu. Biraz daha yağsın istiyorum. Senle beni arındıracak kadar. Bizi ayıran her neyse, alıp götürecek kadar. Cansu bunları söylerken, öyle çok yağdı ki yağmur Ve bu yollarca, yıllarcaymışçasına süren yolculuğu o an sona erdi.
Uyandığında, insanlar gitmişlerdi. Şemsiyesi elinde, sahile doğru ilerledi. Güneş yavaş yavaş yakıyordu sırtını. Ilık ılık, tane tane yüzüne dokunan şey, ince ve nazik bir yağmurdu. Üsküdarın o güzel manzarasına bakıp Çok zor değilmiş, sandığım kadar. dedi. Yüzünde çok uzaklardan gelen birinin yorgunluğuyla, çantasından bir kart çıkarıp numarayı çevirdi.
- Abla? Evet, benim. istanbuldayım, senin için. Seni seviyorum.
Hayatında hiç bu kadar kızıl görmemişti gökyüzünü. Kim görse, yıkım gelirdi aklına. Kıyam, tufan. Ama o kızıl saçlar, bir kemal'in aklına düşerdi. "dolaşmak için gerçekten güzel bir gece." Böyle bir kızıla yakışır olmalıydı yazacağı kelimeler. insanın içini okşayan bu yaz gecesinde bile yazamazsa yazar demeyecekti kendine. Bırakacaktı bu işi. hırkasının önünü açarken düşündü. "ne yazmalıydı?" Elbette geceden bahsetmeliydi. kızıllığından, yıldızlarından Ama sevse de kızılı, alışmıştı karaya. içinin karanlığını kapkara bir geceye yazacaktı ki; içine çekmeliydi kara kelimeler, kara gözleri
Bazen çıkmaz olduğunu bile bile giriyorum sokaklara. Doğru yola çıkmayı beklemek ve her defasında baştan başlayıp oyalamak kendimi, sonu olmayan doyumsuz bir haz veriyor. Etrafında dolanıyorum, bazen çok yaklaşıyor ve hatta an geliyor ki her şeyin bittiğine ve her şeyin başladığına inanıyor, ama bir türlü seni bulamıyorum."
yollarca mektuplar var dilimde. ama topal bir sevda benimki. Yazamıyorum bir türlü, bir yerler kısa kalıyor. Neden yazamıyordu artık? Gelecekten, kuşlardan bahsetmeliydi. Ağaçlardan belki Sanırım daha olgunlaşmamıştı kelimeler. Kafasından bir dökülse şunlar, doğanın yedi rengine bezenecekti, en çok kızıla. Ama hamdılar daha. Neye ihtiyaçları vardı? Her gün sulamıyor muydu? Damla damla ve bol tuzluca Sabırla bekliyordu ama sanki her damlada daha çok hamlaşıyorlardı. Sonra daha çok ağlıyordu. yazmadan olmuyor. Ama sen ne zaman gittin, işte ben o günden beri yazamıyorum. diye saçma bulduğu halde yazdı ve kalemi cebine attı. Bugün de okumak geliyordu içinden. aylardır geçmişte yazdıklarını okuyordu. Geçmişte yaşadıklarını yazıyor, okudukça tekrar yaşıyordu adeta Geriye doğru açmaya başladı sayfaları.
bu gece de yine sokaklar var gözlerimin önüne serilmiş. Gündüzleri çocukların top oynadığı, manavın renkli meyve sebzelerini çıkardığı neşeli sokaklar. Mecbur kalmayan kimsenin hiçbir zaman girmeyeceği, savaşın durağan hali dar ve hüzünlü sokaklar. Evet, her gece inişli çıkışlı, çiçekli, çöplü, tozlu, karlı, kaldırımlı sokaklar her kallavi tepeciğinin ardında bir başka yol saklayan, bana seni soran her dehlizinde ve her çıkışımda hele şu yokuşu en çok seni özlediğim sokaklardayım yine.
.
Birkaç satır okuyup çeviriyordu. Defterinin arasında eski, bir o kadar da renkli günlerden kalma siyah-beyaz bir fotoğraf buldu. Bakıyordu fotoğraftaki yüzüne. Ama göremiyordu siyahın beyazında aradığı mavi gözlerini. Bir ürperti geldi, rüzgarlıydı bugün hava. Defterini bir parmağı arasında kapadı. Bür gün tüm kelimeler daktilosunun tik taklı ritmine uyacak, dansedercesine yapışacaktı kağıtlara. Gezindi biraz, sağdan saptı bir sokağa. izbe bir mağazanın vitrinine yaklaştı. Uzun uzun baktı. Sanki biri içerdeki aynanın içinden çıkıp iki tokat atıp da onu kendine getirecekmiş gibi bekliyordu. Vuracak eller, gözlerinin ardına saklanmıştı, öyle dikkatli inceliyordu. iyice yaklaştı sonra. Burnu aynanın soğuk yüzeyine değiyordu. Gözbebeğinde kendini görüyordu şimdi. Mavi, siyah
***
Her gece düşünüyorum yürürken. Seni aramak olmasa gelir miyim hiç buralara? Ne bulsam, ne görsem sen diye seviyorum. Bir gece bir aç görüyorum, tokluğumdan ve şu içimde yanan o-anlatamıyorum acısını, hazzını ateş değil sanki hem cennetten hem cehennemden bir parça- senden utanıyorum. Utanıyorum, üşüyen bir bebeciğin buza kesmiş burnunu görünce. Üzülüyorum, bir görsen ne çok sokak var. Bazen, evet bazen kızıyorum da sana, bir halka vereceğim sevgiyi benden aldığın için. Bir gülüşünle, üstelik altı aydır bu cümlelerin sonu gelmiyordu, başladığı mı bittiği noktada mıydı bilmiyordu ama nerde duruyorsa, orda bitiyordu tüm cümleler. Yüzündeydi elleri, ordan gözlerine gitti. Siyah gözünü kapattı,
Sol eliyle dokundu okşadı. Sonra siyahı açıp maviyi kapattı. Her yer karanlık, sağ eli siyaha doğru yavaş yavaş sokuldu. Soğuk, ıslak camı eline alıverdi. Bir daktilo görüyordu masanın üzerinde. Yalpalayarak yanaştı. Ardı gelecekti cümlelerin. Ya o çıkacaktı bir gün ortaya ya da son bulacaktı bu arayışlar.
yalnız mıyım sanıyorsun? Bir sigara var ağzımın ortasında. Sol elimde kelimeler, sağdakinde kendi ellerinde parçaladğının yerine bakan ama görmeyen bir göz. Yürürken düşünüyorum evet, kaldırımları düşünmez miyim? Her yerindesin o taşların. Betonların arasından çıkmayı, yaşamayı başarmış bir cılız otun köklerindesin. Ayaklar altında ezilirken çığlığında gri taşların ama bana sorarsan, en çok o yokuşun başındasın. Nefesim tıkanırcasına, hatta bir daha hiçbir zaman nefes alamayacakmışçasına koşarken sana, evet şu seni son kez gördüğüm yokuşun başından, hep var olacakmış gibi kayboldun. Çok güzeldin, ellerin kanlı. Ve çok yalnız. Kaldırımlar diyordum. Topuk seslerinin koltuğu, demiştir cemal süreya. Şimdi benim burda işim ne? Sen bir uğrayıp kaçan, kaldırımından göz atan şehvetimin yoluna. Ellerin evet kanlı, çoktan bir başka sokağa girmiş olmalısın.
topal kemal'in daktilosuyla tıkırdattığı son cümleler bunlardı. o gecenin sabahında, eski bir mağazanın kapısında kendi gözlerini oyarak intihar ettiğini gazetelerde okudu insanlar.
birçok defa, rüyasında gördüklerini gerçekle karıştırdığı zamanlar olmuştu. ama ilk defa canı acıyordu. tıpkı gerçek gibi.
- biliyorum, canın acıyor.
kadın, piknik alanlarında görebileceğiniz türden bir umumi tuvaletteydi. tavana ve duvarlara yapışmış sinek ölüleriyle beraber kurumuş ve kararmış bok parçaları vardı. hele o pis koku... tansiyonu düşmüştü. küçükken tansiyonu düştüğünde elleri uyuşurdu. işte, şimdi de uyuşmuştu. hızla nefes alıp verirken içine çektiği bu kötü kokuya rağmen nasıl kusamıyor şaşırdı.
vücut sıcaklığının bir hayli üstünde midesinde duran her kütleyi çıkarmak, kusup rahatlamaktı tek istediği. ağzında garip bir tabaka hissetti. dişlerini, yanak içlerini, dilini damağını kaplamış yeşil, sümüksü örtü tanıdık br kötü tada sahipti. küçükken, annesinin şu tozuna su katıp hazırladığı öksürük şurubunun tadıydı bu. içmemek için saatlerce ağlardı. ama içmek zorundaydı, annesi burnunu koparırcasına sıkmak zorunda kalırdı. tükürdü genç kadın şurup tadını. gitmedi ağzından. tükürdü, bitmek bilmiyordu. tükürdü, hızla kuruyordu.
-yapmak zorundasın.
yarısı çatlamış su kabından aldı doluca bir yudum. kan kokuyordu, hafif ılık... ne zaman burnu kanasa küçükken, hep bu kokuyu alırdı. elini ağzına daldırıverdi, tırnakları dilinin bittiği yerdeydi. yavaş yavaş kazıdı. damağını kanattı, dilini kopardı. sonra hırsla bir kenara fırlattı.
birden ağzı kanla doldu. sonra kusmukla. küçük turuncu parçalarla sarı bir sıvı görüyordu. çığlıklar, gözyaşları kusuyor, döküyordu ağzına geleni. küçükken ne zaman kussa, annesi koşup beline sarılır, başını sırtına yaslardı. işte, şimdi de gelmişti. yine sarılmıştı. kadın daha çok kustu. anne daha sıkı sarıldı. daha büyük, daha yumuşak ve çok sıcak parçalar...
gözlerini açtığında gri tüylerinin arasında, yakına yakına bakmaktan şaşı olmuş bir çift gözle karşı karşıyaydı. o iki, kalın bıyığını zavallı kadının yüzüne doğru oynatıyordu farecik.
-uyan artık.
farelere özgü olduğunu düşündüğü anlaşılmaz sözler söyleyen fare, bir iki adım geri çekilip ellerine, o küçücük ellerine tükürdü. ve bu arsız kadın bacaklarından kalbine kadar acıyla kuşandı. tükürdü büyücü fare. yıllardır arsız bir yalnızlıkla sevişmiş bu yalnız kadın yüzlerce fare doğurdu. acılar, gözyaşları ve kan çıkardı. tükürdü adi büyücü. ve minik yavrular, hırçın bir sevgiyle, bin yıllık bir açlıkla annelerini kemirdiler. parmak uçlarından burnuna, gözbebeklerinden meme uçlarına kadar.
kendisi de bir türlü inanamadı ama, nasıl olduysa bunca yıldan sonra ilk defa sevildiğini hissetti. kahkahalarla izledi eksilişini. sevgi bedenini acıtırken, acı ruhunu arındırmıştı.
kimsenin yemediği tek bir kırıntı kaldı. sadece ruhunun sığabileceği bir yaşam parçası, avuçlarında koca farenin. ovaladı, çevirdi tükürdüğü ellerinde. gerçekliğe, zamanın kalbine gömmeden önce, sımsıkı tutuyordu.
"geçmişinden kaçma. bugün ile dün arasında ne varsa, olduğu kadarını tamamıyla sahiplen. o sensin. hepsi senin. çünkü geçmiş seni 'sen' yapan şeydir. düşle gerçeği, gerçekle yalanı ayırandır geçmiş." bu, bilge büyücünün söylediği son sözlerdi.
bir metre yukarıda dökülen boyalarıyla tavan, sağında bir başka yatağın görüş açısını kapatmak için örttüğü nemli banyo havluları ve solunda o pis kokulu koyu renk perde ruhunu daraltıyordu. perdeyi aralayıverdi. terlemişti, gün pencereden salınmıştı üstüne. güneş nasıl da ışıldıyordu. misketlerin, ışıklı spor ayakkabıların olduğu, çaya ekmek banmanın, çocuk parklarının, en iyi arkadaşı hayriye teyzenin kızı damla'nın ve babasının olduğu günlerdeki gibi...
saçlarını ensesinden omuzlarına döktü. belinden yavaş yavaş süzülen ter damlalarını hissedebiliyordu. mavi duvara döndü yüzünü. ışıklar çıktı ordan, tekrar uyudu eski bir güne. o gün de, böyle kanına girivermişti güneş.
yüzünden sular damlaya damlaya kıvrılıverdi sofraya. erkenden uyanıp annesiyle ekmek pişirmişler, ikisi de yorulup acıkmıştı. içi kıpır kıpır, anacığının karnını seve seve ekmeğini yiyordu. aklından parka gitmenin yollarını arıyordu. sordu. "güneş var, hava bugün çok güzel baba" dedi. ama bugün tarlaya gideceklerdi. anacığı yüklü olduğu için babasının biricik kızına ihtiyacı vardı. "olmaz, çocuk musun sen? daha park mark yok sana, bana yardım etmen lazım. zaten halimiz perişan. yeni icatlar çıkarma gülsüm." gülsüm'ün boynu bükük, kocaman ve bir çocuk ne kadar kederli olabiliyorsa o kadar uzun cümlelerin doluştuğu gözleriyle babasının sıcacık ekmeği nasıl da pay ettiğini izlemeye daldı. baba, kavga ediyordu sanki ekmekle. gözleri kan çanağı, lokmasına zeytin-peynir ekliyordu. homurdanan ağzını, etrafı yağlanmış çay bardağına dayıyordu. kara tırnaklı, bol yarıklı kuru elleri bir küçülüp bir büyüyordu.
ama gülsüm, anlamazdı ki babasının yüzündeki yorgun hüznü. o daha bir çocuktu. güneşler isterdi tenini yakacak. bulunmak için saklanır, bir şeye ulaşmak için değil eğlenmek için zıplardı. yarıştaymışçasına değil, sadece koşmak için koşardı. hava güneşli diye sevinçle dolup, o sokağın sonundaki parka gitmek isterdi.
kaçıverdi gülsüm o gün. salıncaklara koştu, kaydıraklardan zıpladı. tam güneş tepedeyken, o sokağın sonundaki çocuk parkından duydu anasının feryatlarını. evlerinin bir anda nasıl dolup taştığını, saklandığı kırmızı çiçekli tünelin içinden izledi. o an büyüdü gülsüm, hiç bulunmak istemedi. köye birden akşam indi, bir kalabalık hüzünle taşıdılar babasının cesedini.
ama o gün nasıl da güzeldi hava...
gözlerinin yaşını silip, kalktı. elini yüzünü yıkadı, bir sigara yaktı. düşünde gördüklerini düşünüyordu. hep yemek sofrasında hatırlıyordu babasını. onu en çok izleyebildiği zamanlardı galiba. o yemek yerken niye korktuğunu, o gün neden eve dönmediğini hala anlayamıyordu. babası hep üzgün ve suskundu. daha kolay yaşamayı istiyordu belki. karısına aşık olabilmeyi... yumuşacık yataklardan, tıpkı kitaplarda anlatıldığı gibi cıvıl cıvıl ve yemyeşil baharlara uyanmak istiyordu belki de. yaşarken hiç sevmedi yemek yerken alnında damarlar görünen babasını. tek sevdiği, o boyaları dökülmüş çocuk parkıydı.
halbuki ne zaman o yeşil sofra örtüsünü dizlerine çekse çocukluğundan utanır, bastırırdı yüzünün nedensiz gülümsemesini. gözleri ateş gibi, seyrederdi babasını, al al yanakları. sanki hiç çocuk olmamıştı ekmeği elleriyle bölen adam, güneş hiç onu ısıtmamıştı... o sokağın sonundaki park onu hiç çağırmamıştı.
murat menteş'in ikinci kitabı korkma ben varım'dandır kendisi. şebnem şibumi'ye yazdığı aşk mektupları okunası, mesleği intikamcılık olan muhterem insandır.
--spoiler--
kimden, ne için intikam almak istiyorsunuz?
--spoiler--
duygularım: sevindim bu filmi izlediğim için. eften püften şeylere içerleyip ona buna surat astığım günlerde vücuduma gözlerimden yaşama sevinci salmıştır. izleyeli de uzun zaman geçti, ancak bu küçük boylu büyük zeka küpü paloma ölmekten çok, öldüğümüz anda ne yaptığımıza dikkat çekmiştir.
düşüncelerim: bu film, fransız sinemasına ilgi duymama neden olmuştur. bende amelie'yi izledikten sonra neler hissettiysem hemen hemen aynını hissettirmiştir.
javier limon'un 2010 çıkışlı albümüdür. "suyun kadınları" anlamına gelir. limon, bu albümünde bir çok kadın caz sanatçısıyla ortak çalışmıştır. albümdeki diğer emekçi isimler:
bu yıl eski tüyap şimdiki trt binasının önünde yapılacak olan festival. ankara'dan da olmak üzere 69 tane sahaf gelecekmiş. 6-18 eylül tarihleri arasında, gidilip görülesi kitapların uygun fiyata alınası festivalin, coşkulu olacağını ümit ediyorum.
türkçesi ölümüne kaçış olan filmde, bir yerden sonra neyden kaçtığını bile unutursunuz ve hayatta kalmak için bir insanın neler yapabileceğini izlersiniz. rahatsız edici bir vuruculuğu vardır.
konu olarak ordu tarafından esir alınmış bir mustangin bağımsızlık mücadelesini işleyen küçüklerin pek anlamayacağı çizgi film. biz izleyelim hep.
filmin müzikleri levent yüksel tarafından türkçe seslendirilmiştir.
ara sıra, eve gelen veletleri oyalamak için açıp kendim izliyorum.
settar abimizin göz doldurduğu, harika bir kara mizah filmi. engin günaydın da burhan altıntop olmaktan çıkamamış gibi ama sanki. demek ki adamın konuşması öyle. yine de izlediğinizde, bir gerçeklik gördüğünüz bir film.
bambaşka bir hayat yaşamak isteyen, fakat bunun nasıl bir hayat olduğunu bile düşünecek kadar karar mekanizması olamamış 20 yaşında bir gençtir mertkan. kankalarını babasının arabasıyla gezdirirken, gül'e olan sevgisini "ben o kıza çaktım." diyerek gizleyen, babasının inşaat çalışanlarına yok yere bağırıp çağıran evde annesiyle konuşmayan bir gençtir. bir yandan da odasında gizlice gül için ağlar. babasının dövdüğü taksiciden sevgi dilenir. her yönüyle gerçekçi, tokat gibi bir film.
iki sene önce katıldığı bir konferansta kürsüye "sadık yalnızuçanlar" diye takdim edilmiştir. gülüşmeler, ve şaşırmalar eşliğinde kürsüye geçince bunu düzeltmemesi nedendir bilinmez. gerçeği inciten papağan adlı kitabıyla bir amatörün öykü anlayışını ne kadar değiştirebileceğinin farkında mıdır acaba?