muhtemelen "dur bakalım, oturuktan bir başlık açayım da takılan sazanlara bakıp eğleneyim" diye girilmiş bir başlıktır.
ve şayet öyle değilse eğer, hayıftır "o"na, yazıktır "o"na, vah "o"na...
kendine bakacak bir kadının ancak "yollu" (ne demekse) bir kadın olabileceğini daha baştan beyan etmiş bir kişi değildir (umuyorum) bu sevgili kardeşimiz, hayır!...
şakadır muhtemelen.
ona göre okunup, ona göre değerlendirmekte fayda vardır...
küçük bir not: en baştan dördüncü sözcükteki ilk "t" harfinin yerine, dileyen dilediği harfi kullanabilir, elbette...
istediğim -ki hep isterim- ve (çoğunlukla) elde etmiş olduğum bir imkanı nasıl kullanmam gerektiği konusunun
-müsaade edilirse- bana ait olduğunu düşündüğüm bir durumdur...
uyurum, uyumam kardeşim, sana ne?...
ha, cam kenarını kapmış olduğu halde, kafasını geriye yaslayıp, horuldaya fışıldaya uyuyana gıcık olur muyum?
"ağır roman"ı izleyip bitirdiğimde aklım uçmuş bir vaziyette
-yüzümde şaşkın bir gülümsemeyle-
kendi kendime, "bu adam benim arkadaşım" diye mırıldandığım kişidir.
lisede aynı sırayı paylaşmak keyfini tatmış olduğum çocuktur.
lise bittikten sonra -okulun pilav günleri dahil- hiçbir türlü karşılaşma şansı bulamadığım,
adeta "orada bir köy var uzakta" tarzında arkadaşımdır,
ve fakat, şimdi yolda karşılaşsak muhabbetimizin -kaldığımız yerden- devam edeceğine emin olduğum
güler yüzlü, sıcakkanlı dostumdur.
iyi bir tiyatro sanatçısı ve -belki- daha da iyi bir sinema oyuncusudur...
Şayet mes'ele önündeki yemeği "mideye indirmek"ten ibaret ise...
Yemeklerin tamamına yakın bir kısmı -büyük bir rahatlıkla- elle yenilebilir,
neredeyse tamamı da çatal, kaşık ve bıçakla...
Netice itibariyle, seçim kişiye kalmıştır.
Kişi, bulunduğu mekana, ortama, çevresindekilere ve de kendi "meşrebine" bakarak neyi, nerede, ne zaman, nasıl,
ve biçimde yiyeceği konusunda seçimini yapabilir...
Bulunduğu ortamdaki kişiler de o "zatı" kapı dışarı edip edemeyecekleri konusunda kendi özgür seçimlerini...
Bu konudaki parametreler: Yemeklerin cinsi,
mekanın gerçek ya da kendine biçmiş olduğu "kalite"si,
Söz konusu kişinin kimliği,
sosyal ve -ne yazık ki en çok da- ekonomik durumu,
Ortamdaki diğer kişilerin "kalitesi" biçiminde sıralanabilir...
2- çinli bir ana-babadan doğmuş olmak kaydıyla, hiç istisnasız, yüzde yüz oranında doğru olan bir önermedir...
en fazla 3, bilemedin 5 sene içinde "ana diliniz" gibi, şakır şakır konuşmaya başlayacağınızı görebilir,
hatta, bu işe kendiniz bile şaşar...
...
yok, yok...
tabii ki şaşırmazsınız...
çok doğal bile gelir üstelik...
kişiye özel bir tanımlamadır.
kimi, "tamamını" görse umurunda olmaz, dönüp bakmaz.
kimi bir tek gözünü görse; eline, ayak bileğine baksa dayanamaz,
"o"nun için "dekolte"dir bunlar çünkü,
"tahrik olur"...
dekolte iki yönlüdür bu nedenle,
öznel olanı kafadadır.
kişiye göre, gördüğüne -ve daha önemlisi- algısına göre değişir.
nesnel olanıysa "sergi"leyenin "hava"sındadır...
o bedensel güzelliğe ve "hava"ya sahip olan bir kişinin omuzundan kayıvermiş askı da -estetik anlamda- dekoltedir,
saçını hafifçe savururken -dudağında uçuk bir gülümsemeyle- yandan bir kaçamak bakışı da...
(başlığı görmüş, yorumu da yapmışken, dekolteyle ilgili .ok güldüğüm, oldukça eski bir fıkrayı anımsamamak olmaz.
kadın, terzisine sipariş ettiği elbiseyi giymiş, ayna karşında kendine bakarken tereddütle sormuş:
"Biliyorum, bu modeli ben istedim ama, göğüs dekoltesi biraz derin mi oldu acaba?"
Terzi, şöyle bir baktıktan sonra sormuş:
"Hanımefendi, göğsünüzde kıl var mıdır?"
"elbette hayır"...
"o zaman haklısınız galiba, dekolte biraz derin olmuş"...)
"kamil" insandır...
hele, bunun bir de ağzını açtığında "hiç boş laf etmeyen" türü vardır ki...
tadından yenmez...
elbette kolay değildir, öyle biri olmak
ve de o tarz insanlarla aynı çevrede bulunmak.
sıkıcı gelebilir kimilerine,
"amma da donuk adam"
ya da, "sanki bir buzdolabı" (ali desidero) diyen çıkabilir.
velakin, moralinizin bozuk olduğu,
ruh halinizin dip yaptığı,
kimseyle konuşmaya, dalaşmaya gücünüzün kalmadığı zamanlarda insana huzur veren,
bir yandan -varlığıyla- yalnızlığınızı giderirken
diğer yandan size dokunmayarak, rahat bırakarak kendinizi onarma,
iyileştirme çabanıza katkı veren harika insanlardır...
hamiş: hakir kulunuz öyle biri midir?
el cevap: ne yazık ki, hayır...
peki, "öyle biri" olabilir mi?
devamul cevap: ihtiyaç olduğunu sezdiğinde
-ve ancak o zaman-
evvelallah!...
muadil: araç-gereç, giysi, eşya, ilaç, yedek parça söz konusu olduğunda
kullanılması sorun teşkil etmeyen bir sözcük olup,
bir insan evladı hakkında kullanılmaması nezaket gereğidir...
kırıcı olabilir.
sonuçta o da bir ana kuzusudur yani,
değil mi?
kavgada dahi söylenmez.
ayıptır...
edit: "nickim sağolsun"un değerli uyarısıyla entry sonuna koymuş olduğum
-insan beşerdir, beşer de şaşardır-
gülümseme ifadesini silmiş bulunuyorum.
pekii, bu eylem gülümsememi engellemeyecek midir?
asla...
o nedenle, şu çok bilindik gülümseme ifadesinin, yani smiley'in yerine, "muadili"ni koyuyorum efendim.
Şu anda bulunduğunuz konumdan ayrılın,
yatağınızdan çıkın,
sandalyenizden, koltuğunuzdan kalkıp ama uçakla, ama gemiyle, ama aracınızla yollara düşün,
hedefiniz kuzey kutup noktası, rotanız belli.
sayılı gün çabuk geçer,
zaman tükenir,
yollar biter.
bir de bakarsınız ki, aha, kuzey kutup noktası yalnızca 100 m ileride...
o andaki konumuzu "kerteriz" etmeniz gerekirse önünüz kuzeydir, ardınız güney,
gidiş yönünüze göre sağınız doğudur, solunuz batı...
bu skalaya göre ara yönler de bellidir, artık saymaya ne hacet?...
bu anlamsız yolculuğa başladığınızdan bu yana hep böyle olagelmiştir.
yönünüzü, konumunuzu belirlemeniz, betimlemeniz hep mümkündür,
hep çok kolaydır...
oysa, kalan o son 100 metreyi yürüyüp de "tam" kuzey kutup noktasına ulaştığınızda her şey bir anda değişir.
komik, saçma bir hale dönüşür.
"tam" kuzey noktasına ulaşmış olduğunuzdan, artık ortada bir kuzey yoktur.
kuzey ortadan kalktığından, bir anda doğu ve batı da silinir gider.
artık, bulunduğunuz noktadan baktığınızda, her yön güneydir size...
sağa dönün güney,
sola dönün, güney,
önünüz ardınız, güneydir hep.
bütün rüzgarlar güneyden eser,
attığınız her taş güneye doğru gider.
yani kardeşlerim,
yanınızdan, yörenizden, elinizden, avucunuzdan, sahip olduklarınızdan bir tek şeyi yok ettiğinizde,
bazen bir çok şeyi de yitirmiş olursunuz,
en azından insanlığınızı, örneğin...
hamiş: "ateyizlik" yapmanın anlamı yok.
seni kim yarattı?
"kürt" diye dışladıklarını kim?...
sen kim oluyorsun da kimi nereden siliyorsun?
kovuyorsun?
tut ki dediğini yaptık, birilerini sildik bu platformdan,
kaldık sözlükte seninle başbaşa, öyle mi?...
tövbe, allah yazdıysa bozsun...
Şu anda yüzbinlerce radyo, onbinlerce tv kanalında programlar yapılıyor,
milyon kere milyonlarca sözcük, ses, nota, görüntü bütün dünyayı çepeçevre dolanıyor,
atmosferde hemen yanıbaşında kafana, gözüne, bedenine sürtünerek dolanıyor,
hatta, bırak dünyayı, tüm evrene yayılıyorken senin evindeki/elindeki/kafandaki/aklındaki "alıcı" açık değilse şayet,
yahut -açık ama- yayın yapmakta olan o kanala ayarlanmamışsa eğer,
hiçbir şey duymayacağın, görmeyeceğin, izleyemeyeceğin, anlayamayacağın gibidir mevzu, kabaca...
"alıcın açık değilse"şayet...
"antenin o yana dönük" değilse eğer...
yahut "o dili bilmiyorsan" sevgili kardeşim...
inan bana hiçbir şey olmayacaktır, anıtkabir'e gittiğinde...
hiçbir şey anlayamayacaksın, ne yazık ki...
sana yardımcı olabilmek çabasıyla: "aç tarih kitabını, fazla değil, 1900 yılındaki "osmanlı imparatorluğu" haritasına bak önce,
sonra çevir sayfaları, bir de 1919'daki "sevr haritası"na bak...
nereleri senin iken, nereleri kalmış sana bir anla önce...
ondan sonra,
sadece 4 sene sonrasında,
ve de ne büyük yokluklar içindeyken,
nasıl bir "geriye dönüş" yaptığını,
hangi yitik toprağını hangi dünya devinin dişlerinden söküp de aldığına bir bak,
seninle ondan sonra konuşalım" demek isterdim...
kendini bu kadar büyük,
güçlü,
gelişmiş,
muktedir,
adeta bir dünya devi olarak gördüğün şu "en güçlü" halinde, anıtkabir'de yatan o büyük insanın yapmış olduklarının "kaçyüzbinde biri"ni yapabileceğini bir anla önce,
ege denizindeki 20 keçi otlayamaz bir adayı sahiplen hele bir bakalım,
sonra oturur konuşuruz seninle derdim...
velakin, muhtemelen bu söylediklerim de, sana, bir şey ifade etmeyecek olduğundan,
vazgeçtim.
hiçbir şey demedim...
o nedenle, sen hiç gitme anıtkabir'e aslanım...
bir şey anlamayacaksın nasıl olsa...
biz gideriz ama.
bedenen de gideriz; dolaşır, o özgürlük havasını koklar, o büyük insana teşekkür ederiz.
fırsat bulamamışsak şayet -ne gam?-
bulunduğumuz yerden,
köy, kent, bucak, belde, kasaba,
gönlümüzle bağlıyızdır zaten
o mekanda istirahat etmekte olan zata...
son derece ilginç bir başlığa girilmiş müthiş entryler...
kitap okumak "itici bir görünüm" arz etmekteyse şayet,
kitap okuyan bir insan evladı -dışarıdan bakıldığında- şov yapan,
gösteriş meraklısı,
entel/dantel görünüm peşinde koşan biri gibi algılanmaktaysa eğer,
yol bitmiş demektir.
inin aşağıya arkadaşlar,
bundan sonrasına katırlarla devam edilecektir...
hamiş: hakir kulunuzun, başlığa entry girmiş kardeşlerimizi kırmak,
gücendirmek gibi bir amacı -asla- olmamakla birlikte,
konu hakkındaki düşüncelerin dile getirilmemesinin büyük bir ayıp,
hatta günah olacağı düşüncesiyle söylenmelidir ki:
oku da nasıl okursan oku, kardeşim.
ister kendini bir halt zannederek oku,
çünkü okumak seni bir "halt" yapacaktır, korkma...
ister, gösteriş yapmak için oku,
çünkü bu gösterişten etkilenip -ola ki- okumaya yönlenecektir bir kısım insan evladı...
istersen "500 sayfalık roman" oku.
adına edebiyat denilen o büyülü dünyanın en temel, en saygın, en renkli,
en sanatsal yapılarından biridir çünkü "roman"...
istersen de en kötü, en rezil, en ahmakça kitapları oku,
çünkü okuduğun -en çok- 10 kitabın sonrasında, artık,
iyi kitabı kötüsünden ayırabilecek düzeye yaklaşmaya başladığını göreceksin...
onun için, sağa sola bakma,
ahmet'i mehmet'i dinleme sen,
oku...
eskiden, neredeyse, her gece başıma gelen bir durum idi...
her gece bir başkası gelir dayanırdı kapıya.
hatta kimisi külot dahi giymemiş olurdu...
şimdilerde daha çok önce şöyle bir yavaştan havalanıyor,
sonrasında uzun uzun uçuyorum göklerin derinliklerinde,
süzülüyorum sakince dağların doruklarında,
sabah sabah bir çok şey çekilmez...
üst/alt/yan/karşı komşu gürültüsü,
hanım/eş/sevgili dırdırı,
pop/caz/arabesk tıngırtısı,
patates/soğan/kesmece bunlar bağırtıları,
ve hatta daha ağzına bir lokma girmeden yakılmış sigaranın ilk nefesi...
çekilmez...
ha, işbu saygıdeğer başlığımız -muhtemelen- "masturbasyon"un bizzat kendisi hakkında sarf edilmiş bir lakırdı olabilir...
Çünkü, sabah sabah 31'in kendisi de/dahi çekilmez...
adeta bir sean connery olacağı,
ve de bu "tarzı" ile alemlerin anasını satacağı hüsn-ü zannı ile koyvermiş olduğu sakallarıyla yakın çevresinden,
"hacdan mı döndün?..."
"umreye mi gittin?..."
"gören gözlerin şen olsun, Allah hepimize nasip etsin inşallah..."
"duasını okuttun mu?..."tipinde,
yahut, (babasının adı verilerek) "filancanın kardeşi misiniz?..."
şeklinde tepkiler almış;
hiç tanımadığı insanlardan ise, ardı ardına gelen
"hacı abime bir çay..."
"hacım, bir müsaade et de ben şööyle geçivereyim..."
benzeri söylemlere muhattap olmuş,
ve de (özellikle toplu taşıma araçlarında -en iyi ihtimalle- kendi yaşındaki insanlardan) "buyur muhterem, sen otur"
biçiminde yer verme ikramlarıyla karşılaşmanın ardından,
kendini pek de iyi hissetmediği için azıcık uzanayım da dinleneyim,
bu arada, üşütmemek için de üzerime bir pike alayım bari... dediği bir günde,
nihai darbeyi bunca yıllık ayalinden,
yani sevgili hanımından,
"a-aaa, vallahi baban zannetim ha, iyi mi..." biçiminde almış bir erkeğin
"başlarım ulan sean'ından daa... connery'sinden de..." diyerek jilete abanmasıyla sonlanacak,
sözü edilen bu neticeden kaçınılması -neredeyse- mümkün olmayan bir eylemdir...
...ki, nihayetinde, söz konusu er kişi,
(adı gerekmez, o kendini bilir)
aynı sevgili hanımcığından "inan bana en az 15 yaş gençleştin" cümlesiyle ödülünü alacak,
ve dahi duymuş olduğu işbu söz ile "yalan da olsa, hoşuma gidiyor, söyle"
diyerek rahatlayacaktır...
hamiş: adı geçen şahıs, bilahare, saçlarını kestirdiği bir berberde "sabah işiniz, akşam eşiniz için tıraş olun" biçiminde bir yazı okuyacak,
ve bu yazının "ekmeğin aslanın ağzında olduğu şu zamanda berberlerin işlerini arttırmaya bir katkımız olabilir mi acaba" kaygısıyla meslek odasınca yazılmış,
ve de fotokopi yoluyla çoğaltılmış bir tabela olduğuna uyanmaksızın,
"vallahi doğru söz...
amaan, iyi ki kestim anasını satiim...
zaten kaşındırıyordu da...
ulan bravo... ulan aferin" diyerek kendi kendini kutlayacaktır belki de,
kim bilir?...
bir metalin diğer bir metale sabitlenmesi için, tutturulacak malzemeler üst üste getirildikten sonra, önce bir matkap yardımıyla, montaj için kaç noktadan tutturmak gerekiyorsa o sayıda delik açılır,
bu işlem sırasında, her iki malzemede açılan deliklerin "şaşmaması" için malzemelerin oynamaması konusunda büyük bir özen gösterilir,
delme işinin ardından, matkap başlığı değiştirilerek vidalamada kullanılacak yıldız uç takılır,
ardından, vidaların deliklere sıkılmasıyla işlem tamamlanmış olur.
akıllı vida, bir matkap ucu ile sac vidasının evliliğinden doğmuş; matkap-vida karışımı yapısında bir hırdavat malzemesidir.
Uç bölümündeki 2-3 mmlik kısım metal matkap ucu yapısındadır.
Kalan bölümü ise sıradan bir metal vidası görünümündedir.
Bu yapısı sayesinde akıllı vida, matkabın ucunda dönerken, önce, bir matkap ucu gibi, uygulandığı metalde bir delik açar, ardından gövdesinin kalanıyla bu delikte, sac vidası gibi, ilerleyerek sabitleme işlemini gerçekleştirir...
Bu sayede, tek seferde, aynı matkapla ve aynı vidalama kafasıyla, fazla bir uğraş gerekmeden, istenilen yere istenildiği kadar vida sıkılarak çabuk ve kolay bir montaj yapılabilir.
son olarak, aynen 3 no'lu entry'de söylendiği gibi, akıllı olan vida değil, onu tasarlayan ve üreten insanlardır...
içinde olduğumuz, gördüğümüz, izlediğimiz, araştırmalar yaptığımız evreni yalnızca şu andaki bilgilerimiz dahilinde algılayabildiğimizi,
içinde yer aldığımız -küçük, mütavazı bir sistem olan- güneş sisteminin, merkezinden değil haa, 3. gezegeninden, yani dünyadan, 1977 yılında uzaya gönderilmiş olan voyager-2 uzay sondasının 30 küsür senenin ardından, sistemimizin sınırlarından daha yeni çıkmış olduğunu,
bu noktadan hareketle, uzaydaki sistemler arasında akıl almayacak kadar büyük mesafeler olduğunu,
bu akıl almayacak büyüklükte sistemler içinde orta büyüklükte bir galaksi olan "samanyolu"nun, 30-40 yıl kadar önce, bünyesinde 40.000.000.000 (doğru yazdım, değil mi kırk milyar?) yıldız barındırdığını düşünüyorken, bugün, yeni bilgilerimiz ışığında bu rakamın 400.000.000.000 (dörtyüz milyar) civarında olduğunu öğrendiğimizi,
güneş sistemimize en yakın yıldız ile aramızda 4,5 ışık yılı mesafe olduğunu,
buradan hareketle samanyolu galasisinin, aklı bırak, hayale de sığmayacak ölçüdeki büyüklüğünü,
işin kötüsü, bu milyarlarca galaksinin de kendi aralarında öbekler oluşturduğunu,
her bir öbekte toplanmış galaksiler arasındaki boşluğun akıl almaz büyüklüğünden hareketle, bir galaksi "öbeği" ile diğerleri arasındaki mesafenin tahmin edilmesinin, sizleri bilmem ama, en azından benim için olanaksız olduğu,
işin daha, daha, daha kötüsü, sonsuz ve sınırsız olduğunu varsaydığımız bu evrenin, pek muhtemel ki bir sonunun, bir sınırının olabileceği ve bu sınırın ötelerinde de bizim evrenimiz gibi başka evrenler olabileceğini,
yani, evrende hiç bir şeyin kesin olmadığı, aksine her şeyin mümkün olduğunu düşündüğümüzde, zamanda yolculuğun da pekala mümkün olabileceğini varsaymak zor olmasa gerektir...
1 no'daki entry'de anlatılan paradoks, bizi, zaman yolculuğunun imkansızlığından çok, zamanda yolculuk yapabilecek kadar büyük bir akıla, bilgiye, teknolojiye ve elbette -bütün bunların toplam sonucu olarak- olgunluğa erişmiş olması gereken varlıkların zamanda yolculuğu, başa dönüp kendini öldürmek gibi bir zırtapozluk için kullanmamaları gerektiği sonucuna ulaştırır ki,
e, herhalde onlardan da bu kadarcık mantığı, olgunluğu beklemeye hakkımız olmalı, değil mi?...
hayır, kendini öldüreceksen aha şu zamanda öldür be pezevenk!...
ne diye ileri-geri gidip de evrenin dengesini bozmaya çabalıyorsun?...
öküz!...
manyak mıdır nedir yahu?...