Öner Erkan'ın dizide Ajda Pekkan sendromu diye tanımlayıp isyan bayrağı açtığı toksik positiflik hakkında bir tiradı var. Görmüşsünüzdür. Modern çağın illetidir bu pespaye positiflik. Çözümü olmayan bir soruna, çözümü varmış gibi yaklaşmak, üzülme demek ve bunu dayatmanın acıyı hafifleteceğini dusunuruz. Kimi zaman dibe vurmak ihtiyaçtır. Çünkü aydınlağa erişmek için bizi içine çeken kendi karanlık kuyumuzdan geçmemiz gerek. Böyle durumlarda Manchester By The Sea (2016) filmindeki Lee Chandler karakteri gelir aklıma. Vakti gelen her duyguyu iliklerimize kadar yaşamadan uğurlamak insanın içinde derin bir oyuk bırakmaktan başka bir işe yaramaz. Vücudun ve beynin vermiş olduğu doğal tepkinin karşısında hoyratça set kurmaktan başka bir şey değil çünkü "üzülme" telkinleri. ihtiyacımız olan şey set kurmak, karşı gelmek değil. Çünkü zayıfız. insan kendi karanlığında boğulmalı bazen. Ve yine de... Evet yine de şunu unutmamak lazım: ne dem baki ne de gam. Çünkü devam etmek için daima bir ümit vardır.
bu şaibe üzerine kurum içerisinde de ciddi bir huzursuzluk oluşur. kürüm personeli kendini değersiz hisseder. düşünebiliyor musunuz hiçbir değeriniz yok. çabanızın, emeğinizin, başarılarınızın, liyakatinizin... hiçbirinin değeri yok. Şu an hissedilen durum bu ne yazık ki...
memurlar.net'in bugün yaptığı ilginç haberin başlığı.
aslında ilginç demek yanlış olur, çünkü bu tür haberlerle artık çok sık karşılaşır olduk.
habere göre gençlik ve spor bakanlığında yapılan görevde yükselme sınavı mülakatında yüksek puan alan adayların bir çoğu elenmiş.
düşük yazılı puanı olan adaylar ise çok yüksek mülakat puanlarıyla tercih listesine dahil edilmiş.
hem çalışma barışına hem de personelin kuruma olan güvenine zarar veren bir durum bu.
iddiaya göre yıllar sonra yapılmış olan bir sınav bu ve ona da şaibe karıştı.
burada aslında yetkililerin yapacağı en mantıklı iş, yazılı puan ile mülakat puanını birbirine yakın vermeleri ve mülakat sınavının belirleyici değil de yazılı sınavını tamamlayıcı bir hâle getirmeleridir. çünkü milli eğitim de buna başvurdu daha evvel. şaibenin ve haksızlığın önüne geçmenin önüne bu şekilde geçebilirler.
bakalım sendikalar da bu haber üzerine seslerini çıkaracak mı? gençlik ve spor bakanı muharrem kasapoğlu adalet arayan, haklarını talep eden bu insanlara karşılık verecek mi?
memleketiyle
mal varlığıyla
kariyeriyle
makam ve pozisyonuyla
ideolojisiyle
kökeni ve diliyle
adamlığıyla
takipçi sayısıyla
aldiği beğenilerle
yakışıklılığı/güzelliğiyle
kılık kıyafetiyle
bindiği arabasıyla
evinin genişliğiyle
iyi bir çalışan ya da idareci olmayla
cebindeki parasıyla
gençliğindeki hovardalıklarıyla
(örnekler artırılabilir)
övünmek -üzgünüm ama- rezilliktir. övünmek, aslında karşı tarafı (karşı tarafta artık kim varsa) hakir görmekle başlar. bilinçaltında yatan duygu budur. sende yok, ama bak bende var anlayışı seviyenin dip yaptığı noktadır. aslında bu durum kişiyi de karşı tarafın gözünde bir nefret objesine dönüştürür.
kibre ve dibe doğru son sürat düşerken hızımızı alamayıp üstüne bir de kulaç atmaktır.
övünmenin her türlüsü rezilliktir, o özellikler insanda olsa dahi.
bir kimlik edinme, görünür olma ya da kendini ifade etme çabasının yan ürünüdür övünme.
hepimizin bir kimliği var, hiçbirimiz görünmez değiliz ve yukarıda saydıklarım kendimizi ifade etme biçimimiz olmamalı. bunlara ihtiyacımız yok çünkü.
elliot weaver ve zander weaver'ın yazıp yönettiği ingiliz yapımı bilimkurgu filmi.
uzaydan gelen bir sinyalin peşine düşen 3 adam hakkında. dar bir mekanda ( bir arabada) geçen ve finale kadar merak uyandıran, kahramanlarla beraber seyirciyi de peşinden sürükleyen güçlü bir hikâyesi var.
bir kelimenin, bir sesin, bir kokunun, ağzımıza gelen bir tadın ya da bir görüntünün... elimizden tutup bulunduğumuz yerden bizi başka bir durağa bırakmasıdır. zihnimizdeki o ilk algının başka bir forma bürünmesidir. zamanda kısa süreli bir yolculuk (bak deminden şimdiye geldim) veya bir tür rahatlama pratiği... zihinde beliren ilk imge ile çağrıştırdığı şey arasındaki uzaklık, birbiriyle ilişki kuramama hâli çağrışımı daha güçlü ve şaşırtıcı kılıyor. tabi bana göre. bildiğimiz bir yemekten daha önce almadığımız bir tat almak gibi. örneğin mazzy star'ın "look on down from the bridge" şarkısını (oldukça depresif bir şarkı) dinlerken zihnimde polizei (1988) filminde üstünde renkli yazıların olduğu bir duvarın dibinde bekleyen ali ekber (kemal sunal) canlandı. bilemiyorum, bu müziği o sahneye yakıştırdığım için mi, duvarı bir köprüye benzettiğim için mi yoksa şarkıdaki bekleme hâlini ali ekber'in yüzünde gördüğüm için mi? belki de hepsi. çağrışım böyle bir şey. mazzy star'ın depresif sesiyle ali ekber'i ( bak mazzy star'dan ali ekber'e geldim) aynı anlatımın, aynı hayalin içinde buluşturabiliyor.
Tesadüf eseri karşıma çıkan, sonunda iyi ki çıkmış dediğim, belki de yılın en iyilerinden... Süsten arınmış güçlü diyaloglar, tek planda çekilmiş uzun sahneler, abartıdan uzak harika oyunculuklar ve basit bir hikâyenin etkili anlatımı... Üstelik yönetmenin ilk uzun metraj filmi. K-Pax ve The Man From Earth filmlerinden hoşlananlar buna bayılacaktır. Bu kadar etkisinde kalacağımı tahmin etmiyordum ama sıcağı sıcağına bir şeyler yazınca böyle oluyor demek. insan abartıya kaçmadan kendini ifade edemiyor. Bu film bir insan olsaydı ona sarılıp iyi ki varsın derdim. Neyse ki tüm iyi hikayeler abartılmayı hak eder. o yüzden mazur görün abartıyı. izleyin.
erkek adam şaka ve komiklik yapmaz. kahkaha atmaz. bulunduğu ortamda biri şaka yaptığında tokadı yapıştırır ve şakacı kişiyi ciddiyete davet eder. ciddiyet erkek adamın süsüdür.
Issa Lôpes'in yönettiği 2017 Meksika yapımı fantastik korku türünde filmi.
filmin merkezinde 5 çocuk var. şiddetten ve uyuşturucu kartellerinden kaçarak hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. karanlık bir peri masalı onların hikayesi. terk edilmiş karanlık binalar, ıssız sokaklar, tehlikeli caddeler ve daha pek çok şey.
Nazım Hikmet'in "Kıyamet Sureleri" şiirinde geçer bu ifadeler.
Ayrıca Takva adlı film de bu çarpıcı dizelerle biter:
Çok alametler belirdi,
Vakit tamamdır.
Haram, helal oldu
helal haramdır.
Kendi kendimizle yarışmaktayız gülüm.
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm.
hamam böcekleri gibi bodrumlarda yaşayan ve parazit gibi hayatta kalma mücadelesi veren bir ailenin dramı.
bir hamam böceği için en korkutucu şey ışıkların açılmasıdır. böylece görünür hale gelecek ve karanlıkta gizlediği sırları olanca çirkinliğiyle ortaya çıkacaktır. bir parazit için en korkutucu şey ise beslendiği/sömürdüğü yaşam alanını kaybetmektir.
daha iyi şartlarda yaşamak için her şeyi mübah gören (cılız da olsa bir iç muhasebenin/itirazın olduğu) çarpık bir anlayışın dışavurumu anlatılanlar...
Peki olan bitenlere hak veriyor muyuz? Hayır!
gelelim parazitlere...
parazitler paylaşma ve anlaşma duygusundan uzaktır. çünkü kaybetme korkusuyla yaşarlar. bu sebeple kendi içinde çatışma yaşayınca birbirini yeme/yok etme yoluna giderler. zaten bir parazitin bir yere yerleşip sağlıklı bir şekilde genişleyebilmesi için oradaki mevcut parazitlerin, alanın dışına itilmesi ve kafi derecede bir boşluk oluşturulması gerekir.
yani bir parazitin en büyük düşmanı, yine bir başka parazittir.
parazitlerin hayatı sanıldığı kadar kolay değildir. bir eli yağda, bir eli balda; ekmek elden su gölden gibi yakıştırmalar onlara göre değildir. çünkü bir parazitin hayatını oluşturan hamurun mayasında en çok korku ve endişe vardır. tehlikeyle daima burun burunadır. her an sımsıkı yapıştığı ve tırnaklarını geçirip dişlerini batırdığı o besili gövdeden kayıp düşebilir. bir gövdenin tespit edilişi, sımsıkı yapışıp sömürme ve nihayetinde düşüş. filmin kısaca konusu bu.
Bu film endişenin, korkunun, (daha iyi şartlarda) yaşama arzusunun ve hayatta kalma içgüdüsünün filmi.
sıkı diyalogları, zekice kurgusu, (kalburüstü olmasa bile) iyi oyunculukları ve su gibi akan ritmiyle yılın en iyilerinden... övgüyü hak ediyor, fakat aşırı övgüyü değil. fazla abartılması doğrusu biraz rahatsız etti beni. evet sınıf catismasi anlatılıyor olabilir. ama bu demek değildir ki her sınıf çatışmasını anlatan filmi baş tacı edeceğiz, pamuklara saracağız ya da övgü manyağı yapacağız. iyi olan her hikâyenin alıcısıyız sadece, hepsi bu kadar.
evet bu film için harcadığınız paraya da zamana da pişman olmazsınız. bir kız arkadaşınız varsa onunla uzun uzun konuşacak bir konunuz olur en azından. garanti edebilirim. bu da bir şey yani. keriz olmayın, izleyin. sonra gidin ıslak hamburger yiyin, üstüne çok iyi gidiyor benden söylemesi.
olan biteni o insanlara ilahi bir ceza olarak görenler...
filan ünlü depremle ilgili tivit attı, falancası atmadı diyerek insanlara saçma sapan yakıştırmalar yapan, onları ayrıştıran ve dar kalıpların içine hapsedenler...
şunların yardımı kabul edilsin, bunların kabul edilmesin diyen tarafgir ve partizan ruhlu yılışık kimseler...
yok suriyeliler bütün yardımları topladı, diğerlerine bir şey kalmadı diyerek ortalığı velveleye verenler...
ırkçılık bir ruh hastalığıdır. ırkçılık, bir insana baktığında ilk olarak insan değil de dinini, milletini, rengini görenlerin hastalığıdır. Irkçılık, dar görüşlülüktür. Irkçılık, ilkelliktir. ırkçılık, kendini aşamamış köle ruhlu insanların hezeyanlarıdır.
hababam sınıfındaki çalışkan talebe ahmet'in de dediği gibi:
"utanacağınızı bilsem yüzünüze tükürmek isterdim ama ondan da anlamazsınız ki siz!"
bir kediye baktığınızda kedi görürsünüz, bir sandalyeye baktığınızda da sandalye... aynı şeyi insan için de deneyin, öyle bakın. insan görün.
acısıyla, sevinciyle...
ne eksik ne fazla...
insan olmayı öğrenin her şeyden önce.
ünlü türk düşünür tarkan'ın kıssadan hisse sözleriyle son verelim muhabbete: "birbirimize tutunursak belki güneş doğabilir."
*sobalı evde kışın ortasında şortla dolaşabilendir.
*sobalı evde yaşamıyorsa 500 tl'lik doğalgaz faturasını şırraaak diye ödeyebilendir.
*orhan gencebay dinleyebilen, ben fero, ezhel, norm ender gibi yeniyetme repçilere prim vermeyendir.
*buzlu yollarda elleri cepte yürüyebilendir.
*sevdiği kadın aradığında telefonu meşgule atıp kendisi arayandır.
*asgari ücretle gerektiğinde 2 ay hayatta kalmayı başarabilendir.
*çektiği fotoğraflarını sosyal medya platformlarında filtresiz paylaşabilendir.
*beyaz atkısı sigara dumanı kokandır.
*dişleri içtiği çay ve kahvelerden sararandır.
*traşını mahalle berberinde olandır.
*öğle yemeğini esnaf lokantasında yiyendir.
*müge anlı izleyip toplumda meydana gelen yozlaşmayı ve bozulmayı dış güçlere bağlayan, bu çarpık ilişkilere lüzum gördüğü yerlerde sunturlu küfürler edebilendir.
*alışverişini trendyoldan yapandır.
*bulaşık makinesinde finish kullanandır.
*saçlarını arap sabunuyla yıkayandır.
netflix'in en iyi işlerinden biri. sinematografisi, kurgusu, diyalogları, oyunculuklar vs. her şeyiyle sıkı bir dizi olmuş.
mesih figürüne karşı insanların ve toplumların tepkisi, mevcut politik anlayışların bu konudaki reaksiyonları, toplumu kontrol edememe ve güç kaybı endişesi, ortaya çıkması muhtemel kaos korkusu, inanç konusundaki tereddütler ve daha birçok konuda cesur davranmış bu dizi.
radikal tepkiler alır mı bilemem, ama uzunca bir süre gündemi meşgul edeceği kesin.
iyiliğini görmezden geldiğimiz, masumiyetiyle alay ettiğimiz, sevgisiz bırakıp yalnızlığa ittiğimiz, acıya ve açlığa terk ettiğimiz bir insan hayata geri çağrılabilir elbet:
her şey gibi sevmek de zaman işidir...
irfan yalçın'a ait fareyi öldürmek isimli kitabın arka kapağında böyle yazar.
sabri'nin hikayesidir anlatılmakta olan. yalnızlığa itilmiş, sevgi görmediği insanlara sımsıkı sarılmıştır. iyiliği ve iyiliğe karşı masum tavrı alaya alınmıştır. ama o kimselere karşı kin gütmemiş, alınmamış, efendiliğinden taviz vermemiştir. çünkü o sabri'dir. kimselere benzemeyen bir insandır.
sabri'nin durgun, suya sabuna karışmayan sessiz tavrı, tehlikeye açık ve kendini savunamaz zayıf yanı bana raif efendiyi hatırlattı. hayata boş gözlerle bakan, yaşamak ve bu hareketli akıntıya dahil olmak için hiçbir çaba göstermeyen nihilist bir duruş belki de onların ki... raif efendiye karşı duyduğum merhamet karışımı sevgiyi, hikayesini okurken sabri'ye karşı da hissettiğimi fark ettim. sanki ikisi de aynı dairede çalışmış, aynı binada kapı komşusu olmuş, aynı sokaklardan yürüyüp geçmiş, aynı vitrinlerin önünde durmuş, aynı bakkaldan alışveriş yapmış gibiler. onları birbirine neden bu kadar çok benzettim bilemiyorum. belki de ikisi bir başka kitapta arkadaş olsa hayat onlar için daha güzel olurdu.
fareyi öldürmek 2015 yılında içimdeki insan adıyla filme uyarlandı ayrıca. filmi izlemedim henüz. büyük ihtimalle de izlemem. bu tercihim, sabri'nin ilk okuduğum haliyle kafamın içinde yaşamasını istememle alâkalı, başkasının gösterdiği bir yüzle değil.
Evet çok az fakat bu şekilde kabul edilirse ve yeni bir düzenleme yapılmazsa en düşük memur maaşıyla arasında 1000 tl'lik bir fark olur. hatta belki de ileride, birkaç sene içerisinde arada fark kalmaz, asgari ücret kamu çalışanlarının maaşlarını geçer.
şimdi hangi duruma üzülelim? asgari ücretin çok düşük olup 4 kişilik çekirdek bir ailenin giderlerini karşılayamadığına mı? yoksa kamu çalışanlarının aldığı ücretin asgari düzeye düşmesine mi?
her iki durum da çok can sıkıcı ne yazık ki...
sosyal adalet sağlanmadan bir toplum refaha ermez.
işçiyi ve kamu çalışanını enflasyon karşısında ezdirmemek...
sermayenin değil, emekçinin yanında saf tutmak...
esas alınmalı.
lütufla, söylemle,sloganla değil, hak arayışları mebzul miktarda hakla karşılandığında ikna olur insanlar.