belki de manga'nın en güzel şarkısı. arabesk bir intro ve sonrasında bir anlık dalgınlıkta hayatın suratımıza indirdiği yumruk. hayatın inişleri, çıkışları, tekrar inişleri. gövdesi burdayken, buraya kök bağlayamayan bir ağaç. evini çok özleyen, ama gövdesini bırakıp toprağını aramaya gidemeyen bir ağacın kökü. keşke ağacın kökü gövdesini bu kadar, keşke ben istanbul'u bu kadar sevmeseydik.
''kanatlanıp gitmek dururken
dört duvar içinde hapsolursun
yaşamak için bir neden ararken
ölmek için bulursun''
insanlar bazen beni çok korkutuyor. çoğunluğunu çocukların oluşturduğu, otuz dört can öldürülüyor ve bazıları kazara deyip vicdanlarına su serpebiliyor. dahası onlar zaten kaçakçı idi, pkk idi deyip iler tutar yanı olmayan söylemlerle, öldürülmelerinin ahlaka ve adalete mugayir bir tarafının olmadığını imâ etme küstahlığını gösterebiliyor. bazı insanları anlayamıyorum. bazı insanlar, size n'oluyor? azrail sizi varis kıldı, size öldürme ruhsatı verdi de, kitap bunu yazmayı mı unuttu? yoksa siz beşerler, unutkan olduğunuzu ne kadar çabuk unutuyorsunuz. sanki bazılarının vücutlarının dörtte üçü kinden oluşuyor. hâlbuki allah, insanı taşı aşındırarak onun kalbini yumuşatan su'dan yarattı. sanki bazıları için insanlar sadece bir ideolojiden ibaret, can'ın hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. kendileri gibi düşünmeyenler çirkin. kendileri gibi düşünmeyenler bir mide bulantısından, bir kin kusmuğundan başka hiçbir şey hak etmiyor. ölüm, kendileri gibi düşünmeyenlere müstahak. benim aklım almıyor allah'ım, benim aklım almıyor. uludere'ye ağlamayan bir kalbi aklım almıyor. ölümü kutsayan bir canlıyı aklım almıyor. bu dünyada erk olmanın mevkine sığınanlar, öteki dünyada allah'ın adaletinden hangi mevkiye kaçmayı umuyorlar. allah, elbette mutlak adalet sahibidir.
ve son olarak, hepimiz bir annenin çocuğuyuz ve kimimiz bir çocuğun annesiyiz. umarım uludere'de oğlunun emeği eline verilen bir annenin, sümeyye ertekin'e söylediği şu söz bizi biraz silkeler:
spleen fanzin'de yayımlanan yeni bir lale müldür şiiri. yine kırmızı, yine kızıl taşlar, yine kadim ağrı. apaçık şekilde bizi kurtuluşa davet eden bir elçi. kalbime okunan şiir. muhakkak o'nu orda bulacağım.
sen kanonik incillerden birindeydin sanıyordun
oysa gizli kalmış bir apokrif incildin
onca kadın ağlarken peşin sıra
ve bir buzağının ardından sürüklenirken
onca güzelim şiir
sen kanonik incillerden biriydin sanıyordun
oysa gizli kalmış bir apokriftin
harun harun!
'kim ki dünya'yı tanımış oldu
ancak bir kadavra bulmuş oldu,
ve bir kadavra bulmuş olan da
dünya'dan üstündür...'
'alem benim.
alem benden çıktı ve alem
gene bana dönecektir.
odunu yar!
ben oradayım.
taşı kaldır!
beni orada bulacaksın...'
en sevdiğim iki türkünün, ya da şöyle diyelim en çok ciğerime nüfuz eden iki türkünün sözlerinin erçişli emrah tarafından yazılmış olması şu zalim feleğin erçişli emrah'a ettiği iş ilendir. ciğerdelen türkülerini dinledikçe, acaba nasıl bir acıyla büyütmüş ki hasretini, sözün kalbini kanatmış diye düşünmeden kendimi alamıyorum. - bunlar sözcük müdür yoksa tuz ırmağı mı- bunlar tuz ırmağı, bunlar kanayan serçe parmağı'mın elini tuz'a batırmasının sızısı, bunlar kaderin bu işte parmağı var dediğim o an. ve dahi kalbi kanamış bir sözün, sonsuz bir sessizlikle bulaşması. acının dili. bunun için bu türküleri kim söylerse söylesin değişen hiçbir şey yok. bu türkü, bu hudsuz sessizlik, bu sızısı dinmeyen acı diline geldiğini güzelleştiriyor. o kadar güzel ki suya bakınca artık ben yokum, bu gürültü yok. sonsuz kere su var, sonsuz kere suyun sızlaması, sonsuz kere tuz ırmağı. felek işte, bizi böyle hâlden hâle koyuyor, dönüştürüyor, döndürüyor. sevgilinin çeşmin yaşını tutuşan kuyudan esirgediği ve feleğin attığı taşın kuyuyu kapattığı yerde, suya açılan bir kapı vardır. orası tanrının güler yüzüyle bizi karşıladığı eşiktir. arkada bıraktığımız da onun eşiğine yüz sürmemiz için yürümemiz gereken yol. ben buna inanıyorum, oraya çölü geçerek gelinir, oraya çölü geçerek gelinir, oraya çölden geçerek gelinir. gidilir değil, gelinir çünkü burada dönüş yolundan bahsediyorum. bu dünyadan kırılmadan geçebilene aşk olmaz. aşk'sız olan da cennete giremez, bana böyle öğretildi. dünya birçoğumuzu kırdı, bir çoğumuzu sakat bıraktı ve hala vicdan azabından ölmedi. çok kötü biri dünya, cennete giremicek sırf bu yüzden. dünyada olan dünyada kalacaksa da yine bu yüzden. kimse başka neden aramasın. ya da velhâsılı:
hâni susunca ince bir şeyin içinden geçiyoruz ya, onu dinlemek de öyle. acısını kendine bal eylemiş bir dinginlikte söylüyor türküleri. insan canını acıtan acısını (yarasını/derdini/sebebini) daha bir seviyor o müziğin içinden geçerken. kadere bir kez daha iman ediyor.
özellikle son yıllarda basımını gerçekleştirdiği kitapları oldukça yüksek bir meblağ ile okurla buluşturan yayınevi. en son bejan matur'un 'kader deniz'i kitabıyla buluşmaya niyet ettiğimde, kitabın etiket fiyatının 35,00 türk lirası olduğunu görünce bu buluşmayı biraz ertelemek zorunda kalmıştım. bulaşmayı ertelemek zorunda kalmam beni çok da üzmedi. nasıl olsa bir kitabı beklemenin güzel olduğuna inandırıldım. benim üzüldüğüm şey, bir kitaba, özellikle bir şiir kitabına böyle yüksek bir fiyatın revâ görülmesi. bu beni üzüyor, evet bildiğin. öncesinde cahit koytak'ın 'yoksulların ve şairlerin kitabı' -üç kitaptır- ile buluşmamda üzülmüştüm böyle. böylesi yüksek bir meblağın şiirin fıtratıyla ters düştüğüne inanıyorum. zira şiir, tabiatı itibârıyla garip ve yoksuldur. bazısına bir nasihattir, bir öğüttür. gerçi kitaba böylesi yüksek bir meblağ koymak, şiir kitabının yoksulluğuna ve garipliğine zevâl getirmeyecektir kuşkusuz. ama şiirin durduğu yeri göstermesi açısından -ki bu yer gölgelik bir ağacın altıdır. çok durmayacaktır şiir burada. zira bu dünyaya alışık değildir şiir. ötelidir- şiir kitaplarının düşük bir meblağ ile okuyucusuyla buluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
gelgelelim dünyabizim'in daha önceden timaş ile gerçekleştimiş olduğu timaş kapitalist mi? başlıklı röportaja. tabii ki yayınevi bu soruya hayır cevabına karşılık gelecek nitelikte argümanlar öne sürerek, kapitalist olmadığı vurgusunu yapmıştır. kaldı ki öne sürdüğü argümanlar (kitabınıza reklam yapmanızı, yazarınıza değer vermenizi, telifini düzgün ödemenizi, dağıtımınızı, kitabınızı önemsemenizi, okura ulaştırmanızı vs. için bu gerekli) bir yayınevi için makul görülebilir kendince. timaş yayıneviyle, kitap zamanı'nın birbirine ne kadar yakın çizgide olduğunu bilenler bilir. hatırlıyorum da bundan yaklaşık üç-dört sene evvel, zaman kitap eki'nde murat tokay'ın -yanlış hatırlıyor da olabilirim; can bahadır yüce de kaleme almış olabilir- bilhassa iletişim yayınları ve yky yayınlarını hedef alan eleştirel bir makalesi yer alıyordu. o makalede mezkur yayın evlerine getirilen eleştirilerin başlıcası, bu yayın evlerinin kitaplara oldukça yüksek bir meblağ biçiyor olması idi ve bu yayınevlerinin kapitalist yayınevleri olduğu imâ edilmek isteniyordu. yine aynı dergide timaş yayınlarından övgü ile söz ediliyordu. -övgü ile söz edilmesine karşı değilim ve diğer yayın evlerine getirilen eleştirilere de sözüm yoktu. hattâ haklılardı. mâmafih- daha sonraları zaman kitap eki, ek olarak verilmemeye başlanmış ve artık belli bir ücret karşılığı ile satılmaya başlanmıştı kitap zamanı adıyla. meseleyi bağlamak istediğim yer şurası: acaba kitap zamanı geçmişte haklı olarak bazı yayın evlerine getirdiği bu yönde bir eleştiriyi, bugün timaş yayınları için de yazabilecek ve iğneyi kendine batırabilecek mi, çuvaldızı başka yayınevlerine batırmışken hazır.