'artık uludağ sözlük'ü ve zall'ı tanrı bile kurtaramaz' diye düşünürken 'haiti'deki depremzedelere yardım' açıklamasıyla lafı ağzımıza tıkamıştır zall. gerçek bu mudur, yoksa kıvrak bi zeka ürünü olarak son anda mı düşünülmüştür bilinmez ama olabilecek en iyi şekilde kotarılmıştır bu reklam rezaleti.
lakin depremzedelere yardım edilecek olması sözlüğün bir saatliğine kapatılmış, yazarlarının adam yerine koyulmamış ve dünyanın en salak reklamıyla bir saat boyunca karşı karşıya bırakılmış olmasının özrü olamaz, bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
sözlüğün bittiği yer ne demek lan? yıllardır yazdığın sözlüğe bir saat boyunca giremeyeceksin ne demek? site girişine engel koymanın güzel bir şey olmadığını biliyoruz ama napalım yeni bi tarife çıkardık ne demek? bi siktir git allaşkına.
kendini eleştirmekten aciz, ama iş başkalarını eleştirmeye gelince dili pabuç kadar olan bazılarına da cevap olur.
bir hata yaptıysa cezasını da çekti bu kadın, daha ne istiyorsunuz, ölmesini filan mı?
muhabbet. hani hararetle konuşuyosun konuşuyosun, sonra bi sessizlik oluyo, herkes içine dönüyo bi an ve biliyosun ki taraflar ne kadar kasarsa kassın o laf lafı açıyor durumu tekrar yakalanamayacak; işte o an çok üzülüyorum ben.
yıllık burç yorumunu okuyup memnun kalmamış insan söylemidir.
halbuki benim hem iş hem aşk hususunda voliyi vuracağım iddia edilen bu yeni yıla girmemi tanrı bile engelleyemez! *
(çok özel rica: 1 ocak 2010'dan önce mefta olursam gelişmelerde adım geçmesin, çok pis göd olurum.)
kıskanıyorum ben bu hatunun kararlılığını. ne kadar net her şey onun için, hayatı nasıl da kafasına göre yaşıyor... aklına koyduğunu yapmayı ve pişman olmamayı nasıl da başarıyor...
uludağ sözlük'ün bana kazandırdığı güzelliklerin en nadidelerinden, çok sevdiğim, takdir ettiğim, -nasılsa- aynı anda hem duygusal hem de harbi olmayı başarabilen, pek bi kıymetli insan... nereye gidersen takipteyim!
bu yazıyı o kamyonun arkasına yazdıran pek muhterem kamyon şoförü; -hala diğer şoförler tarafından tecavüze uğramadıysan- gel evlenelim, yemin ederim sen benim ruh eşimsin!
dedim bu adama; 'bunlar benim kaç arkadaşımı abuk sabuk laflarıyla bu sözlükten kaçırdılar hocu, yapma hocu, oyuna gelme hocu, soğutmasın bu saçmalıklar seni sözlükten hocu...' (birileri hocuyu diline dolayıp üstüne gittikçe bi kere daha dedim; hocu!)
lakin dinleyen kim... yazmıyo işte. kimin neresi arttı o susunca anlamadım ama benim içimde bir şey eksildi.
ben bu adamın entry'lerini de, muhabbetini de seviyorum. bakıyorum karalamış birkaç paragraf; okuyorum, artı oyumu veriyorum.
sen sevmiyo musun? okuma, muhabbet etme ya da okuyorsan adam gibi sonuna kadar oku entry'sini, beğenmedin mi eksi oy ver.
bu kadar basit.
seninle derdi olmayan adamla senin derdin ne ki ileri geri konuşuyorsun hakkında ya da ilk satırını bile okumadığın entry'leri eksiliyorsun? cidden merak ediyorum, kimin ne kazancı oldu experimental'ın yazmamasından?
hadi dön be experimental, sözlüğün 'kız kuruları'(!) olarak gözlerimiz yollarda kaldı!
not: nick altına yazmayı planladıklarım bunlar değildi ya, kısfmet!
bir erkekle basmaktansa on beş erkekle basmak daha iyi gibi geliyor bana.
en azından hiçbirine aşık olmadığından emin olursunuz!
biz kadınlar seksüel olarak aldatılmayı duygusal olarak aldatılmaktan daha az kırıcı buluyoruz genel olarak. eminim sizin için durum farklıdır tabii. mars'a selamlar.
kafası fazla güzel insanların başına gelen bir hadisedir.
ona değil, sana eziyet olur.
benim ne işim mi var orda? yok yok, düşündüğünüz gibi değil. durun anlatayım.
şimdi yanınızdaki eleman (kız-erkek fark etmez) bütün gece ne bulduysa içmiş, barda yığılmasın diye kolundan tutmuş, zar zor eve getirmişsiniz. bari bi kussun da rahatlasın dersiniz. siz demeseniz de o düşe kalka tuvalet istikametinde gitmektedir zaten. neyse açarsınız klozet kapağını, 'hadi kus' dersiniz. çoğu zaman kendi kendine kusmayı bile beceremez ya, diyelim ki becerebilecek durumda ve siz de kapının dışında bekliyosunuz...
bir süre öğürmesini dinlemek zorunda kalırsınız, iğrenç bi şey tabii ama sonra seslerin kesildiğini, lakin adamın hala banyodan çıkmadığını fark edersiniz ki o kısım daha beterdir. (siz de sarhoş olduğunuz için bu süre biraz uzayabilir.) kapıyı açsam mı açmasam mı, ya bi şey olduysa, düştüyse filan diye endişelenip açarsınız kapıyı. (bi de bunların kusarken kapı kilitleyen modelleri var, onlara değinmek bile istemem. neyse açıldı bizim kapı şimdi...) ve karşınızda işbu başlıkta bahsi geçen durum... klozetin üstünde (aynı zamanda kusmukların. maalesef.) üstü başıyla oturan, kafasını duvara yaslamış, o nasıl bi rahatlıksa üstüne bi de horlamaya başlamış güzel insan...
uyandırmayın, orda öyle uyusun, tutulsun her yanı diycem ama kıyamazsınız, dünyanın en zor işlerinden biri olan 'sarhoş insanı uyandırmaya çalışma' eylemini icra etmeye başlarsınız bu durumda ki, 'allah düşmanımın başına vermesin' denecek türden bir aktivitedir. başınıza gelirse de ben kolaylıklar diler kaçarım, sakın yardım filan beklemeyin. benim sarhoşlarım bana yetiyo zaten. *
Çözdüğünü sanırdı dünyayı. Her şeyi anlamıştı ve hazırdı hayata. Her şey çözüldüğüne göre geriye sadece bildiklerini hayata geçirip mutlu olmak kalıyordu. Sıvadı kollarını ve bir heves başladı işe. Yapmak istediği şeyleri bir bir yaptı, ne kadar zor olduğu önemli değildi, çok isteyince olurdu ve onun başarmak için sağlam nedenleri vardı. Büyüdüğünü sanan bir küçüktü, en güzel zamanlarıydı hayatının.
Tek tek gerçekleştirdi aklındakileri ve mutluluğu beklemeye başladı. Biraz geç mi kalacaktı ne? Haber de vermemişti oysa...
Mutluluk kırıntıları döküldü zaman zaman üzerine, ne kadar da nazik dedi, kendisi gecikeceği için küçük armağanlar gönderiyor, hepsi işaret bunların, her şey güzel olacak...
Günler, geceler, şehirler, insanlar geçti üzerinden. Mutluluk kırıntıları çabucak tükendi ve yerlerine yenileri gelmedi.
Bir yerde hata yaptım kesin dedi, hayata olan inancını yitirmek istemedi. Yeni çözümler üretti, son bir gayretle onları da uyguladı. Tekrar beklemeye başladı. Bu sefer değişeceğini umdu sonucun.
Yıllar geçti. Buldu, kaybetti. Buldukları aslında yoktu, fark edemedi.
Büyümemişim demek ki dedi önce, büyümeyi bekledi. Büyümek diye bir şey olmadığını anladığında geç olmuştu, sadece uykusu vardı, uyudu.
Uyandığında hayatın tek gerçeğini çözmüştü; çözümsüzlüğünü. Çözmek diye bir şey yoktu, tüm çözümler geçiciydi ve insan kendisi dahil hiçbir şeyi gerçekten çözemiyordu. Bu noktada iki seçenek kalıyordu ona.
Çözmüş numarası yapıp, günlük kaygılarla geçirebilirdi hayatını. Sadece mutluluk numarası yapması gerekiyordu ve nasılsa alışırdı insan rol yapmaya. Bu öyle bir yalandı ki, bir gün mutlaka kaptıracaktı kendini ve kendisi bile unutacaktı rol yaptığını...
ikinci seçenek kendini kandıramayacak kadar kendinde olanlar içindi. Mutluluğa dair hiç ümidi kalmamışların, günlük kaygıları tutkuya dönüştüremeyecek kadar yanılgıyı anlamışların yoluydu. Sadece en cesurlar ve en korkaklar seçeceklerdi bu yolu, cesur mu yoksa korkak mı olduklarını hiç bilemeden. Küseceklerdi kendi varlıklarına, söz vereceklerdi hiçbir şeyi anlamaya çalışmayacaklarına ve o andan itibaren hayatın önlerine getirdiği şeylere ne şaşıracak, ne de alışacaklardı...
Gökten 3 şey düştü, o dönüp bakmadı düşenlerin ne olduğuna. ikinci yolu seçmişti.
Bunalmış, canı sıkılmış iki bünyenin aşk adı altında kendilerini, birbirlerini, cümle alemi kandırma çabalarının genel adıdır.
iki sevgilinin yapabileceği her şeyi kapsar, asıl önemli nokta duyguların sığ, hareketlerinse abartılı olmasıdır. duygularla hareketler arasında ne kadar büyük uçurum olursa, sevgilicilikte o kadar başarılısınız demektir.
sevgilicilik oyununa birinci tekil şahsını tamamen unutmayı başaramayan ve her planını (wc dahil) birinci çoğul şahsa uygulamayı bilmeyen kişiler dahil olamaz.
kişilerin birinci tekil şahıslarını kaybetmelerinden dolayı asla isimle hitap edilmez sevgiliciğe. tarafların birbirine ismiyle hitap etmesi ya kavga sebebi ya da kavga sonucudur.
sevgilim, canım, bitanem, aşkitom, hayatım, bebişim filan gibi hitapların boku çıkarılmalı; her cümlenin başında, ortasında ve sonunda birer tane kullanılmalı, her fırsatta abartılı sevgi gösterileri yapılmalıdır ki eylem amacına ulaşsın, ele güne karşı yüzler kara çıkmasın.
günde minimum on kez aranmalı, ortalama 20 mesaj atılmalıdır; sayılar bu değerlerin altına düşerse bir tarafın oyundan sıkılmış olması ihtimali vardır ve çok tehlikelidir. her eksik atılan mesajın yerine fazladan beş mesaj atılmalı, gece gerçekleşecek olan telefon görüşmesinde aşkım önce sen kapat evresi en az 10 dakika uzatılmalıdır.
sevgiliciliğin olmazsa olmaz parçası sevişmek değil, sürekli birbirine sırnaşmaktır. mesela bir kafede oturuyorsunuz diyelim arkadaşlarınızla, tam birisi konuşurken dönüp sevgiliciğinizi öpmeniz gerekir. boşverin, arkadaşınız anlatadursun, öpücüğünüz onun konuşmasına engel mi sanki... öyle küçük bi öpücük de değil, uzun uzun öpeceksiniz ki herkes sevgili olduğunuzu ve aranızda çook büyük bi aşk olduğunu anlasın. el ele oturmanız, sürekli bakışmanız yetmez. anlamıyoruz biz, cahiliz. kucak kucağa oturun ki emin olalım sevgili olduğunuzdan. allah muhafaza, ya birinize göz koyarsak?
önemli bir unsur da otobüs-minibüs-metro yolculuklarıdır. aşkınızı topluma kanıtlamanın en kolay yolu tabii ki toplu taşıma araçlarıdır ve içerisi kalabalık olmasa da sizin sanki ikinci kişiye yer yokmuşçasına sımsıkı sarılıp, tek kişilik bir hacim kaplamanız icap eder. hatta dişi birey bi yerden tutunmamalı, sadece sevgilisine sarılmalıdır. böylece ani bir fren yapıldığında düşme tehlikesi yaşama ve sevgiliciğine trip atma fırsatı bulma ihtimali olur. unutulmamalı; trip yolunda her şey mübahtır.
sevgiliciliğin doğası gereği, hiç ayrılmayacakmış gibi davranılmalı, sonsuza kadar sevme sözleri verilmeli ama 3-5 aydan uzun da tutulmamalıdır ilişki. ilişkinin bitiminde karşılıklı nefret mesajları da atıldı, yeterince küfürleşildiyse siz bu işi kaptınız demektir.
yeni sevgilicik arayışına hemen ertesi gün başlayabilirsiniz. ama eski sevgiliciğinizi de zaman zaman özel numaradan arayıp rahatsız etmeyi unutmayın.
nerdeyse unutuyordum, çok önemli bir unsur daha var; kim daha önce sevgili bulursa facebook status'unu in a relationship yapsın ki diğerine nispet olsun. sakın atlamayın, oyunun olmazsa olmaz kurallarındandır bu!
not: liseli gençler yaptığında biraz daha kabullenilebilir olmakla birlikte, daha ileri yaşlardaki bireyler için iticiliğin son safhası olduğu kanaatindeyim.
sevgilimle sürekli kavga etmemin ve adımın dırdırcıya çıkmasının sebebidir. her gün olay çıkarıyorum, istiyorum ki aramızda yıllar sonra hatırlayacağımız ve 'oha be ne aşk yaşamışız' diyeceğimiz diyaloglar geçsin. lakin -ve maalesef- benim asi kadar can alıcı cümleler kurma yeteneğim ve isteğim olduğu halde sevgilim demir olma konusunda pek isteksiz.
bizde olsa olsa şöyle bi diyalog geçer;
- bu çocuk benden mi paranoia?
+ bir boşluğa bakmak istemiyorum.
- iyisin di mi?
+ gözlerin o kadar yüzeysel bakıyo ki, ruhumun derinliklerini göremiyosun.
- sen prozac'ını aldın mı bugün?
+ bu çocuğa tek başıma da bakabilirim ancak minicik, günahsız bir çocuğu babasından mahrum bir hayata mahkum etmek istemem.
- peki babası kim?
+ bu soruya cevap verebilmem için seni gözümde o kadar küçültmem gerekir ki, geçmişimizi yoksaymak zorunda kalırım.
- off.. ben kahveye gidiyorum. sonra da bikaç bira içerim. çocuğun kimden olduğunu söylemeye karar verirsen ararsın.
+ erkekler... zorluk görünce kaçan, her defasın...
- gidiyorum ben.
+ git.
- gittim paranoia.
aha son cümlede yakaladı! ama demir'i değil, asi'yi. neyse olucak olucak, moral bozmak yok, azimliyim!
sıçtıktan sonra anüsün kanaması başlığı ile koparmış yazar. sadece ben mi koptum ya? 'sıçmak' ve 'anüs' kelimelerinin aynı başlık içinde kullanılması başka kimseye komik gelmiyo mu? yani absürd filan değil mi? birazcık bile mi? neyse tamam, sustum.
herkese, her şeye, dünyaya;
'e onun adına yalan derler...' demek isteyen,
diyemeyen,
söyleyemediklerini 'üç nokta' ile sonlanan cümleler halinde yazan bir grup insan bence.
bakıyorum da, yazarların 'bir derdim var' fasilitesiyle bir derdi var genelde. sebebini anlamakta güçlük çekiyorum, çünkü ben bugüne kadar ne zaman 'bir derdim var sayın modlar' diye söze başlasam adamlar birkaç saat içinde cevap verdiler. benim bir ayrıcalığım olmadığına göre; acaba diyorum bazı arkadaşların -hepsinin değil tabii- dertleri cevap verilesi değil mi? ya da söz konusu dertlerini paylaşma şekillerinde mi bir yanlışlık var...
iyi mi, kötü mü olduğun konusunda kafa yorman bile iyi olduğun anlamına gelir. Mutlak iyi ya da mutlak kötü elbette yok. içindeki iyiyi büyütmeye çalışan herkesse iyi. Eylem mi niyet mi derseniz; niyet derim ben aslolan. iyi niyetle yapılmış hiçbir şey acıtmadı benim canımı. Acıtsa da onu yadsımayı bildim, onu görmemek zor olmadı. Ama en mutlu edecek hareket bile, samimiyetine inanmıyorsam gülümsetemedi yüzümü. Sevgiyle atılmış bir tokat, bir yalanı örtbas edilmek için alınmış bir demet çiçekten daha kıymetli!
Kızmayın feministler, kimseye örnek olmasın benim yazdıklarım, kimsenin modeli değilim. Olmayayım da zaten.
18 yaşından küçükler okumasın beni.
Eskiden -gencecikken- pek severdim kendimi. Her şeyi doğru yaptığıma inanırdım. Aslında yapardım da. Her davranışım etik, her düşüncem mantıklıydı. Hiçbir şeyden korkmaz, aklıma koyduğum her şeyin üzerine giderdim. Uzun yıllar böyle yaşadım. Çok mutlu olmadım belki ama çok huzurlu oldum. Sevdim kendimi. Huzuru tanımlamam istense; huzur insanın kendini sevebilmesidir derim.
Yıllar geçti, herkesin yapamayacağı şeyler yaptım. Çok şey öğrendim, unuttum. çok yer gezdim, kürkçü dükkanına döndüm. çok insan tanıdım, kaybettim. ve -tabii ki- ne adamlar sevdim, zaten yoktular.
Bir gün durdu hayat. Aslında duran hayat değildi, benim hayati fonksiyonlarımdı. Yok, solunum, dolaşım değil. Mantık. Duran mantığımdı. Kaybolan isteğim, hırsım, azmimdi. Biten kendime olan sevgimdi -ki bunu çok sonra fark ettim-.
Her şey tepetaklak oldu. Düşünce bitti, içgüdü başladı. Süperego'mu çıkarıverdim aradan, kaldık id'imle baş başa. Ve başladık gezip tozmaya. id'imin götürdüğü yere gittim. Sağolsun yıllardır içimde saklı duran, birikmiş tüm temel içgüdülerimi çıkardı ortaya. Aylarca gezdik, nerde akşam orda sabah. içtik, dağıttık, güldük eğlendik, sevmeden seviştik, sevenleri kanattık, sevmeyenleri siktir ettik. Ama hiç ağlamadık. Vardı bi tuhaflık, düşünmediğimiz için anlayamadık.
genelde mutluydum, ama huzur yoktu. Arasıra alkolün etkisinin geçtiği ya da tavan yaptığı zamanlarda bir suçluluk ya da pişmanlık hissi çökerdi içime. Neyi yanlış yaptığımı anlayamazdım. ne dışardan bakabilirdim kendime, ne de içerden. Ortadaydım. En olunmaması gereken yerde. Ne objektif olabilirdim, ne de subjektif. Uyudum böyle zamanlarda. Unutayım diye. Ve gerçekten de unuttum. Hypnos kesinlikle tanrıların en yücesidir. Thanatos alınmasın. Yok etmeden unutturmak daha büyük maharet.
Var olan hiçbir şey kaybolmaz bilir misiniz?
Ben de kaybolmadım. Çok istedim, ama olmadı. Kaç kez öldürdüm kendimi düşlerimde, yazılarımda, ama gerçekte öldüremedim. Yalan söylemeyeceğim; cesaret edemedim. Eskiden cesurdum ben, söylemiş miydim? Bu arada; ölmeyi becerebilen adamları sevdim. (bkz: cesare Pavese) Kadınları daha çok. (bkz: Janis joplin)
Şimdi her şey bir kez daha değişiyor. Huzuru özledim ben. Kendimi sevmeyi, kendime saygı duymayı. Yalansız dolansız, çetrefilsiz, ihanetsiz yaşamayı özledim. Sevişemiyorum artık sevmediğim adamlarla. Huzur bulamıyorum artık güvenmediğim kollarda. Gözlerimi kapattığımda aklımdan geçenlerden korkmak istemiyorum. Başımı yastığa koyduğumda nefesim daralsın istemiyorum. Bütün gece göz ardı ettiğim gerçekleri tekrar gün yüzüne çıkaran rüyalar görmek istemiyorum. Yarın yanımda kimin olacağını merak ederek yaşamak istemiyorum. Tek bir yürek istiyorum, temiz bir yürek. Başımı omzuna koyduğumda -onun- aklından geçme ihtimali olanlar beni ürkütmesin. Geçmişi onun olsun. Eylem değil, niyet diyorum yine. Sadece güveneyim.
cesur olman gerekiyor belki de. ona feda etmemen gerekiyor son nefesini. ölümünü izleme zevkinden mahrum etmen gerekiyor celladını. yapabilirsen... ama bunu yapamıyorsan, en azından merhamet dilenme. hayat için yalvarma. son soluğun sende kalsın, harcama fazladan birkaç nefes için. ayrılık da ölüm gibi kaçınılmaz, bugün ya da yarın, ne fark eder zamanı...
mazoşist bünyelerin şarkısı. özellikle unplugged versiyonu.
i was hoping
i was hoping we could heal each other
biliyorsun bir yandan da, kimse kimseyi iyileştiremez. yine de bir umut işte. bütün bir ilişki boyunca uğraşıp didiniyorsun, hiç şansın olmadığını, hatta hakkın da olmadığını bile bile. akıntıya kürek çekmedikçe yaşadığını anlayamıyor insan, o nedenle zorluyoruz kendimizi, birbirimizi. sonuç hep aynı da olsa, denemiş oluyoruz. başarısızlıklar listesine yeni bir madde ekleniyor ve biz yeni bir umuda doğru -ama aynı akıntıya karşı- kürek çekmeye başlıyoruz... bir kez daha... boğulana kadar devam!
her gün aynı diyalog tekrarlanıyo. kim olduğunu söyleyecek olsam ilk sormanda söylerdim di mi annecim?
amaç cevap almak değil ki zaten, 'ne haltlar karıştırdığını tahmin ediyorum' demeye çalışıyor!