"çatışmaya yakın yerler de ki askerler ise eğer ki her an baskın olabilir, her an ölebiliriz, her an uğruna canımı vereceğim vatanımı yönetenler bizi adi bir politika uğruna satabilirler şeklinde olup, geceleri asla huzurlu uyku uyuyamıyacakları halde olması durumudur."
"Kuzey kutup dairesinin içinde bulunan Kangerlussuaq/grönland kasabasında 10 Temmuz günü sıcaklık 24,6 santigrad derece olarak ölçülmüştü ve bu ölçülen en yüksek sıcaklıktı: Danimarka Meteoroloji Enstitüsü verilerine göre kasabanın Temmuz ortalama sıcaklığı daha önceleri en yüksek 16,3 derece ölçülmüş. 30 yıllık ortalamanın 8 derece üstü! Bir dünya rekoru. Ve çok muhtemelen, bu daha bir başlangıç!"
12.70 derecesiyle tüm çeyrek final yarışmacıları arasında 4'üncü oldu. fazla yormadan yaptığı bir 12.70 dersek buna, sanırım madalya için umutlanmak pek de hayal değil.
bu arada;
kendisine kahpe diyen ve burada da varlıkları bilinen tüm orospu evlatlarına güzel bir 'yanıt'tır her yaptığıyla nevin.
kesinlikle doğru bir çıkarım. hem, kim bunlarla sevişir ki: sabahtan akşama "ben sözlükte yazıyorum" edasıyla pc başından ayrılmayıp ona buna yavşayan, buna rağmen gene ellerine teslim olan binlerce dişi-erkek hıyar var (hıyarın dişisine de hıyar denir) buralarda.
yukarıdakiler, en son sol frame'de görülenler. yahu yapın birkaç kişiyi başlık düzeltmeci, olsun bitsin anasını satayım! sanki para veriyorsunuz dinine yandığımın yerinde.
"aziz yıldırım delikanlıysa canlı yayında karşıma çıksın" şeklinde konuşmuşluğu, az önce tv8 stüdyosundan yayılan dalgalar vasıtasıyla uzay yolculuğuna çıkmış durumda. ben aziz bey'in bu çağrıya itibar edeceğini sanmıyorum tabii.
bacakları diğerlerine nazaran uzun olan bolt, çıkışta her zaman sorun yaşayacaktır... ki yaşadı da. bunu düzeltmesinin imkanı yok zira o bacaklarla çıkışta o denli hızlı "bacak çırpması" imkansız! bunu kendisi de/antrenörleri de biliyor ve antrenmanlarında bu konu üzerinde pek çalışmıyor/çalıştırılmıyor. daha çok yarışın 1/5'inden sonrası için antrenman programı var üzerinde yoğunlaştığı.
8.08'lik kişisel rekoru olan adam (tarık langat akdağ), olimpiyatlara, yani kendisini en çok göstereceği yere geliyor, koşuyor ve derecesi: 8.30!!!
bunalrın hepsini üst üste koyacaksın, araya da karbon kağıdı, gerisini biliyorsunuz zaten. bu da bakanından özür dilesin, çok ayıp etti bakanına gökmen'in gazetesi.
uludağ sözlük'ün kalite göstergesi. üçüncü sınıf kahvehane esprileriyle kuşatılmış yazılarını, götleri düşerek okuyan yüzlerce yazar var burada. ki, profili anket başlıklara doluşmak, kendi salaklıklarını itiraf başlığında yazmak olan bu yüzlerce yazar için fazladır dahi bu yazar.
çok şey kaybetmiştir. bir bakıma cahildir, bir bakıma hiçbir şey görmemiş. yaşlısı var, genci var orada; gazete okurken öğreteni, ağzında sakızla bilgilendireni. bir dakikada adam eder, yarım saatte yerin dibine sokar. pehey.
uludağ sözlük'te ne gibi işlemlere maruz kaldığı bir merak konusu olduğundan ziyade, bu tip başlıkların ve sahiplerinin, ânında yaptırımlara maruz kalması gerek şart. dil, din, ırk ve cinsel tercihleri kapsayan ve hakaret içeren söylemlerin hâlâ daha var olması üzücü. yapanın troll olması işin vahametini değiştirmiyor; sonuçta düşünen de, yazan da senin benim gibi bir insan.
şimdi kimisi çıkıp "ama entry'de öyle denmiyor" diyebilir. burada, sözlük'te, başlıklara göre tanım yapılıyor değil mi? ilk entry'ye göre değil! yukarıdaki örnekte, iki kez işlenmiş bir nefret suçu var. hem de sadece üç sözcükle başarılmış(!). keza, böyle değerlendirilmeli.
edit:
örnekteki entry silinmiş. başlık da silinecektir muhtemelen.
birinde sıcak bunaltır insanı, beyin emir verir; "fazla hareket etmeyin ibneler" diye. tüm uzuvlar dururlar, kalırlar olduğu yerde. hadi bunu anlarım. diğerinde de soğuktur, her yeri donar insanın, beyin bu kez: "hepiniz hareketlenin, kan dolaşsın içinizde" der ama "sen dur pezevenk, şimdi sırası değil" diye de çüke emir verir parantez içinde ve nedensiz.
o ise durur yerinde küçümen, garip, öksüzce. benim bahtsız kaderdaşım.
100 lira yiyecek ve içeceğe (günde 3,33 lira), 70 lira da sigaraya (800 gr tütün= 40 lira, dört adet tüp filtre= 30 lira) harcamak kaydıyla yapılabilir. hatta 30 lira da artıyor, onunla da eğlenceye gidiyorum.
sözün bittiği yer ve anda, hasım tam da "ben haklıyım, sen sus ibne" diyecekken ve arkasını dönüp gidecekken atılan o belden kuvvetle ve tam da alnına denk gelen kafanın, insanda bir tür enerji boşalması yaratan hazzıdır ki; ajda pekkan soyunsa gelse, "tüm malım mülküm senindir numsara num, al beni, götür istediğin yere" dese, o mutluluğu vermez... veremez amına koyim.
gün boyu girilen entry sayıları baz alınırsa, uludağ sözlük'e sadece anket doldurmaya, itiraf etmeye gelmiş yazar profilinin ekşi sözlük'e oranla katbekat fazla olduğu aşikâr. sizli bizli, senli benli başlıklar mı istersin, bir tane politik görüş belirtilmeyen, sırf dalga, taşak için zaman geçiren koskocaman bir işsiz güçsüzler takımı mı dersin bilmem ama bok ata ata bitiremediniz lan ekşi'yi dallamalar.
sırf burada (ekşi sözlük başlığı), "ay orada çok politika konuşuyorlar" diyen onlarca salak var. bu bile yeter aradaki farkı anlamak için gökmen'in gazetesi. 42 sayfa yazı var bugün, üşenmeyen baksın, en az 20 sayfası anket doldurmaca!
iki entry'yi arka arkaya girince "tematik kasıyor" diye, sormadan danışmadan tematik modu'na gönderen moderasyon da burada. eee?
doyana kadar et mi yemek istiyorsunuz? işte size bir çare: çoklukla brezilya'da rastlanılan bir menü çeşidi rodizio. aslında mesela, istanbul florya'daki kosova'da da uygulanıyordu bir zamanlar ama bu adla değil! karışık et söylediğinizde, her ızgara türünden sırayla getirirdi masaya garson, ta ki siz patlayıncaya, "dur artık, insaf lan" diyinceye dek.
bu tip menülerin uygulandığı et lokantalarında, masaya da ayrıca bir tarafı kırmızı, diğer tarafı yeşil kart bırakılır, müşteri kartı yeşil tarafı üstte olacak şekilde tuttuğu müddetçe de et çeşitleri gelmeye devam eder. kırmızı taraf ise "doydum" demek. karttan başka yöntemler de var; silindirik bir obje, bir bardak (bir tarafları hep kırmızı ve yeşil ama) olabiliyor. pek de pahalı değildir bu usülde yemek satan mekanlar ha.
"yapma!" dedim, yaptın gönül.
"gitmez!" dedim, kaldı gönül.
en sonunda ben de sevdim.
şimdi beni kurtar gönül.
demedim mi sana gönül?
"gitme!" dedim, gittin gönül.
en sonunda ben de sevdim.
şimdi beni kurtar gönül.
Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da, senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için de değil aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için.
işte, şimdi bile bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceğe doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta; dünya dediğimiz şu daracık genişliğe oradan, ruhunda bütün harflerin ruhunu taşıyan zamansız bir harf gibi bakmayı da arzu ediyorum.
Az önce, her şeyi unutmaktan söz ederken, beni hayatın orasına burasına bağlayan her biri birbirinden sevimli zincirlerin, bilgi suretinde gezinip duran netameli dağların, bakış alanımı daraltan duvarların ve bunlar gibi daha başka varlıklarla çeşitli yoklukların yanı sıra seni de kastettim tabii. Zaten, masaya oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun. Unutamazsam, asla yazamam çünkü; elimde kalem, öylece kalakalırım kâğıdın başında. Ardından da, ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra. Dahası, senin varlığında eşsiz güzellikler oluşturan bazı zayıf noktaların beni kışkırtacağını, içimde uyuyan ezeli boşlukları harekete geçireceğini, bu hareketlerin de beni tutup sana yaranmaya çalışan tuhaf bir kılığa sokacağını düşünürüm. Doğrusu, hayalimde büklüm büklüm bazı gölgeler belirir de, yüzüm içe doğru nar gibi kızarır böyle zamanlarda. Bir yandan da, fena halde korkarım tabii. Sana yazmaktan değil, senin için yazmaktan korkarım. Başka bir ifadeyle, senin için yazmakla sana en büyük kötülüğü edeceğimden korkarım.
işte, bu yüzden, yazmak için kâğıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım ille de bir yere varacak, bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.
Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.
Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.
Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.
Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."
ihtilali/darbeyi/devrimi yaparak başa geçmiş o "varsayılan özgürlükçü yönetim"ce, insanları öldürerek özgürlüğü sağladığı sanılsa da gerçekte ve çok sonraları, o öldürülenlerin, başka insanların bedenlerine bürünüp tekrar ve bu sefer tehlikeli bir biçimde geri döndükleri bir türkiye yaratılacaktı.