stil grafikleri ile, saf fps türü oyunlardan. steam summer sale 2015 ile cüzi bir fiyata edinip bir nefeste bitirilen aksiyon dolu oyun. devam edip etmeyeceği şu anda belirsiz olsa da açık bırakılan ikinci son nedeniyle umutlar devam etmekte.
Süreyya, iran'ın köylerinden birinde yaşayan 4 çocuk annesi bir kadın. iffetli, tertemiz bir kadın. Kocasıyla geçimsizlikleri olmasına rağmen, kocası tarafından dayağa -ve üstü kapalı aktarılsa da tecavüzlere- rağmen iki kızının da haklarını savunmak adına boşanmaya yanaşmıyor. Boşanmaya yanaşsa erkek çocuklarının imkanlarına kavuşmayacak kızları, bunun farkında, tek derdi kendisi gibi olmasın kızları. Kocası ise Süreyya'dan kurtulmak adına her yolu deniyor. Tahmin etmek zor olmasa gerek, bir molla-bir şahit-bir muhtar ve dedikodular bir araya getirilince usul usul galeyana getirilen köy halkı da -halası Zehra ve bir iki arkadaşı dışında- Süreyya'nın kocasını aldattığı fikrinden şüphe etmiyor. Ve çok geçmeden kendi erkek evlatları da dahil herkes tarafından istenmeyen kişi, dinsiz, fahişe ilan ediliyor. Bunun cezası ise "recm" .
Köyün ortasında taşlanmaya giden süreci izlerken bir şekilde kaçabilmesini diliyorsun Süreyya'nın . Taşlanma sahnelerini ise gözünü kaçırmadan izlemen imkansız. Atılan her taş suratına suratına çarpıyor sanki. Boğazına öyle bir düğüm çöküyor, öyle bir yumruk oturuyor ki, tarifi imkansız. Bu yazı için bir hafta bekledim, düğüm hiç olmazsa bir nebze gevşer mi diye, nafile... Biliyorum ki, babasının titreyen ellerinden çıkan taş, erkek evlatlarının ellerinden fırlayan taşlar öldürdü Süreyya' yı zaten, geri kalan taşlar boşuna. Bir anneyi, bir evladı başka türlü öldürmeye lüzum yok ki. Canından can verdiği ellerden çıkan taşlar suratınıza çarpsa bitmez misiniz?
Yalnızlıktan muzdarip "garip" hastabakıcı Benigno evinin karşısındaki bale okulunu izlerken Alicia'ya aşık olur ve gizlice takip etmeye başlar. Şans (ya da şanssızlık) eseri, aşık olduğu balerin Alicia' nın bitkisel hayata girmesiyle bakımı için özel olarak tutulur. 20 yılı annesine bakmakla geçirdikten sonra son 4 yılının her dakikasını Alicia'ya adamıştır. Alicia' nın odasından "aşırdığı" saç tokasıyla başlayan aşk öyle bir hal almıştır ki, artık boş günlerinde baleye gider, Alicia'nın çok sevdiği sinemada sessiz filmleri izler, bunların hepsini de Alilcia'ya anlatır. Bu sırada hastaneye yatan Lydia' nın erkek arkadaşı Marco ise, Lydia' nın bitkisel hayattan çıkamayacağına çoktan ikna olmuştur. Tesadüf eseri karşılaşan Benigno ve Marco arasında -sevdiklerinin durumundan olsa gerek- bir dostluk kurulur.
"Marco ve Lydia" ile "Benigno ve Alicia" çiftlerinden Marco ve Alicia'ya uzanan derin bir yalnızlık filmi Hable con ella, sakin ve incelikli. Diğerlerinin "hastalıklı" olarak nitelendirdiği bir aşkın mucize yaratması üzerine bir film belki. Sade ve duygulu, ispanyol sinemasına yaraşır nitelikte.
Borçlar, terkedilmiş olmak, işsiz kalmak... Kime sorsan aklına intihar gelir ister istemez. Kim seong-geun' un da aklına gelen kesin çözümdür ölüm. Hele aldığı 70 bin dolar kredinin 200 bin dolar borca dönüştüğünü duyunca kesin kararını vermiş olur, ve Boğaz köprüsünden atlamak misali bırakır kendini köprüden nehre. Fakat beklediği gibi gitmez işler. Sular onu şehrin tam merkezinde, ama şehirden tam manasıyla "ıssız" ve "izole" bir adada bulur kendini, üstelik en büyük korkusu "yüzmek" de engeller kurtuluşunu. Ölmeyi bile becerememiştir, yüzmeyi beceremediği gibi anlayacağınız. ilk anlarda birilerini ulaşmaya çalışsa da sonradan kafasına "dank" eder durum; şehirde onu özleyecek kim vardır ki? Böylece aylar sürecek ada yaşamı da başlamış olur. Bu arada Kim Jung Yeul adında bir genç kız arz-ı endam eder filme. Kendini odasına "hapsetmiş", sanal dünyada var olma endişesinden başka bir amacı olmayan genç kızdır. Odasından dışarı çıkmayan, perdesini bile nadiren açan katı bir düzen kurmuştur kendine, zaman zaman Ay fotoğrafı çekmek için pencere başında oturmasını saymazsak. Bir gün objektifine bizim ıssız adam takılır, ve adadaki adamı gözetlemeye başlar. Sonunda garip bir iletişim yolu geliştirir, tüm korkularını yenerek. Böylece biz de kalabalıktan kendi isteğiyle soyutlanmış iki karakterin kesişen hikayesine kaptırırız kendimizi.
--spoiler--
Muhtemelen okuyanların ilk kez öğrendiği bir film olacak Kimssi Pyoryugi. Fakat biraz merak edip izleyen olursa, yüzlerce benzer filmin dışında çok "başka" , çok "eğlenceli" ve çok ""düşündürücü" bir film izlemiş olacaklar. Dilerim izleme şansına sahip olursunuz bu "saklı hazine"yi. iyi seyirler dilerim.
2006 yapımı oldukça hüzünlü bir güney kore filmidir. filmin yönetmeni tae gyun-kim, başrol oyuncuları ise jae kyung rolünde hyun bin ve eun hwan rolünde yeon hee-lee'dir.
Güney Kore sinemasının çok özel bir yanı var, özel bir tadı. insanı yüreğinden yakalayıp gözlerine zulmedercesine ağlatan, ama çok güzel bir yanı. A moment to remember gibi, Yeopgijeon geunyeo kadar dokunaklı bir film daha izledikten sonra kesin kararını veriyor insan.
Çok da alışılmadık bir hikayesi yok aslında filmin. Hatta klişe olarak bile nitelendirilebilir. Milyoner bir genç delikanlı deedesinin ölümün ardından tek varisi olduğu mirasa konabilmek için bir varoş kentin lisesinden mezun olmak zorundadır. garip bir tesadüfle karşılaştığı genç kız ise gittiği varoş kentinde de peşini bırakmaz. Geriye sayılı günü kalan genç kız ile bizim burnu havada delikanlımız arasında garip bir ilişki başlar. Tabi burnu havada milyoner genç kendini sandığından çok daha farklı bir kişilikte bulacaktır hikaye ilierledikçe. Dedesinin hazırladığı bu sürpriz vasiyet delikanlımızı sandığından çok daha farklı bir amaca götürür.
Akıldan çıkması zor sahneler ve diyaloglar, hikayeye bir melodram esintisi katan eşsiz müzikler ve tepeden tırnağa hüzün ile dolu 1 saat 56 dakikanın her saniyesine değen bir film; Bir Milyonerin ilk Aşkı. Neyi anlattığından ziyade nasıl anlattığına hayran olacağınız filmlerden. Gerçek bir hikaye ve gerçek bir son sadece; Kore sinemasının dramlarını tam manasıyla "dram" haline getiren "gerçeklik" . Öyle sarıyor ki sizi, içinizden Jae Kyung gibi seslenmek geliyor "uyuyan" sevgiliye ; "üç dakika demiştin... çoktan doldu, uyan artık..." .
"Sebebini bilmesem de seni çok seviyor ve özlüyorum" ...
Joe wright' ın yönetmen koltuğunda oturduğu, jamie foxx ve robert downey jr.' ın karakterleri başarıyla yansıttığı 2009 yapımı filmdir. film gerçek hayattan alınma bir öyküye dayanmaktadır.
--spoiler--
Nathaniel ilk karşılaşmamızda oldukça utangaçtı. O'na, Green Street'teki inşaat sesleri arasında boğulan müziğini sevdiğimi söylediğimde kendini biraz geri çekti. Nathaniel'in ilk enstrümanı çelloymuş. işin tuhaf yanı hiç keman eğitimi almamış. Sokağa düştüğü zaman enstrümanını değiştirmiş. O'na hayallerini, beklentilerini sorduğumda "Çok kolay şeyler." dedi, " Diğer iki teli de bulmak istiyorum." .
2005 yılında, boşanmış LA Times yazarı Steve Lopez, bir hikaye peşinde caddelerde dolanırken Nathaniel'la ve müziğiyle karşılaşır. 2 teli kalmış kemandan çıkan ve sokağın homurdanışına karışan notalar etkiler ve sadece iyi bir hikayeden ibaret olduğunu düşündüğü bu müzisyen evsizle konuşmaya başlar. Hayattan tek beklentisi kemanının diğer iki telini de bulabilmek olan Nathaniel, gerçekten çok farklı bir hikayenin baş aktörüdür. 12 yaşında Beethoven aşığı bir genç olarak, ilk hocasının tavsiyesini ömür boyu taşıyacaktır aklında; kendisini müziğine adamak. Konservatuvar eğitimini yarıda bırakıp sokaklarda yaşamayı tercih edişinin arkasındaki neden ise hikaye ilerledikçe aydınlanır. Steve, Nathaniel'e yardım etmek için sınırlarını zorlarken, bu mücadelenin ardında yatan geçmişini de merak ederiz.
--spoiler--
referans alanlar için belirteyim, filmin imdb puanı 6,7 .
"kötü çocukların iyilik hareketi" düsturuyla yola koyulmuş bir grup gencin oluşturduğu kendi deyimleriyle "dergicik"tir.
" HA BiSmillah diyerek başlıyoruz dergiciğimize,
Allah utandırmasın! Şimdi böyle bir giriş yaptık
diye de yanlış anlaşılmasın! Belli bir kümenin
elemanı olmadığımız gibi ülkemizdeki sağ-sol
aptallığının da bir neferi değiliz. Bildirimiz yok,
hareketimiz, oluşumumuz. Okuyoruz diye yazalım
dedik, okumak tetikledi bizi böyle. Dergicik
çıkarma işini ise hiç sormayın. Büyücek dergilerin
biz küçümenleri görmemesinin kompleks etkisi
tamamen. Nedir, şiirlerimizin, öykülerimizin
çizgilerine uymamasıymış! Laf-ı güzaf!
Kokuhaku ,105 dakika boyunca okul-aile-öğrenci üçgenine dair son derece gerçek manzaraların sunulduğu bir film. Biz yerli sinemada pek çok konu hakkında söz söylemeye çalışan filmleri eleştireduralım, Tetsuya Nakashima bir öğretmenin öğrencileri tarafından öldürülen kızının intikamından yola çıkarak çok boyutlu analizlerini başarıyla beceriyor. Öğretmen Moriguchi, elektrik alanında oldukça yetenekli, fakat fark edilme arzusu ağır basan A öğrencisi ve pek baskın durmayan, ortalama bir öğrenci olan B üzerinden ilerleyen film çok değişik profillere sahip karakterler ve birbirine çok iyi bağlanmış aile öyküleri ile uzakdoğudan aşina olduğumuz incelikli bir intikam hikayesi seyirciye sunuluyor. Hikaye Moniguchi' nin haylaz sınıftaki yarı hayat öyküsü yarı itiraf niteliğinde konuşmasıyla başlıyor. Hikaye ilerledikçe filmin köşe taşları olan isimler itiraflarını aktarıyor, böylelikle hikayeye nasıl dahil olduklarını anlıyoruz. Tabi her itirafla birlikte derin duygu çatışmaları bulunan bireyler birbirine eklemleniyor. itirafta bulunan her isim de öğretmen Moniguchi' nin intikamında önemli bir pay sahibi oluyor.
Filmde ısrarla vurgulanan "çocuklar suç işlese de ceza almıyorlar" fikrine çok değişik açılardan yaklaşmak mümkün fakat esas vurgulanmak istenen, bu yaştaki çocuklara "birey" muamelesi yapılmaması sanırım. Yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilecek bireyler oldukları gözden kaçan çocuklar film boyunca tabir-i caizse "adam yerine konmanın" derdindeler. işledikleri suçlar hep farkına varılmanın derdiyle gerçekleşen eylemler. Bu yönüyle de ailelerin ve eğitimcilerin kucağına gerçeği bırakıyor. Sırf bu tarafsız tespiti ve geleneksel eğitim düzenine getirdiği yorum için bile takdiri ve izlenmeyi hak ediyor Kokuhaku.
Film Kanada'da bir hastane "koğuşu"nda açılıyor. Kanser hastası yaşlı Remy'i, eski karısı ile tartışırken buluyoruz. Oğlunun durumdan haberdar olduğunu ve Londra'dan geleceğini öğrenince suratını ekşitmesi bize pek ipucu vermese de esas memnuniyetsizlik kaynağını çok geçmeden söylüyor Remy : " Ne vardı hayatı boyunca iki kitap okusaydı? ". işte bu cümleyle bizi bekleyen karşılaştırmanın haberi veriliyor. 60'ların okuyan, düşünen, eşitlik sevdalısı nesli ile günümüzün "vakit nakittir" düsturu ile yaşayan nesli. Film ilerledikçe kazancı bol evlat babasının huzuru için en iyi yaptığı şeyi, paranın gücüyle sistemde ufak açıklar yaratmayı becerirken ,narkotik polisinden esrar alabileceği adres bulmak dahil, Remy ise durumdan içten içe hoşnut kalsa da doğru bildiğini söylemekten geri kalmıyor. Dakikalar ilerledikçe eski dostları, metresleri de bu son haftalara ortak oldukça sohbetler çoğalıyor, verilen mesaj sayısı artıyor, siz ise ekranda birbiri ardına sıralanan tespitleri yargılıyorsunuz. Remy' nin simgelediği "eşitlikçi-özgürlükçü" kesim, hastanedeki rahibe'nin simgelediği dini kesim ve oğul Sebastien'in üzerinden aktarılan kapitalist kesim fikir anlamında zıtlaştıkça, nesiller geçtikçe dünyaya egemen olan düzenin her yanı nasıl da kapladığına şahit oluyorsunuz. Nihai sistem haline gelen kapitalizmin, "az laf çok icraat" sloganına uygun şekilde, fikir üretmekten ziyade karşılaşılan zorlukları kestirme yoldan halledişi ile hayatı nasıl kolay avuçlarına aldığını anlıyorsunuz. Ve düşünce bazında kat be kat üstün olsa da hayata aktarılamayan fikirlerin bir adım öteye gidemediğini.
--spoiler--
Her bünyenin ilgisini çekecek bir film olmadığı aşikar, fakat "bakmak yerine görerek izleyenlerin" çok şey kazanacağı da açık.
referans alanlar için belirteyim, filmin imdb puanı 7,8.
2009 yapımı oldukça başarılı ispanyol filmidir. filmin yönetmeni daniel monzon. başlıca oyuncular ise los lunes al sol/ güneşli pazartesiler ve te doy mis ojos/ gözlerimi de al filmlerinden hatırlanan, bu filmde de malamadre karakteriyle harika bir performans gösteren luis tosar ve alberto ammann.
Juan Oliver' le adım atıyoruz Zamora'daki hapishaneye.Hamile eşinin kollarından ayrılıp bir gün sonra işe başlayacağı yere gitmek, "iyi bir izlenim bırakmak" tek amacı esas oğlanımızın.Kendini karşılayan gardiyanlar ne denli "pis" bir işin Juan'ı beklediğini anlatırken yerlerin temizliğini kastetmiyorlar elbet. Canilerin, psikopatların hüküm sürdüğü bir yer onlara kalırsa. Hem mahkumlar çıkıyor, ama onlar bir ömür buradalar ne de olsa.Derken.. Kopan bir gümbürtüyle aslında takkesi de düşüveriyor gardiyanların. "Malamadre" isimli mahkum öncülüğünde bir isyan başlıyor, hem de ETA mensubu 3 mahkumu rehin alarak, ki hükümet ile pazarlık masasına oturabilmeleri de bu aslında, yoksa hayatlarının değerli olarak görülmesinden değil, ne de olsa koku yapmasın diye evden atılan çöpler onlar. "Rehber"lik görevi yapan gardiyanlar yaralanan Juan'ı bir hücreye çekip kendilerini kurtarıyorlar. Bizim delikanlı da kendine geldiğinde isyanın ortasında, yani mahkumların arasında buluveriyor kendini. Neyse ki kafayı çalıştırıp yeni bir mahkum gibi tanıtıyor kendini, güvenlerini kazanmayı başarıyor. Böylece bu ana kadar mahkumların bulunduğu ortamı gözleyen Juan da artık "mahkum Juan"a giden yolu tamamlayarak kendini bu isyanın "haklı parçası" olarak görüyor.
Luis tosar için ise ayrı bir yer ayırmak şart. Gerek görüntüsü, gerek sesi ile (altyazılı izlerseniz anlarsınız) unutulmaz bir "arıza" tipi seriyor önünüze. Filmle ilgili akla gelen ilk cümlelerden olan "şerefsizim bir cinnet çözer her şeyi" cümlesini kuracak kadar deli olan da o, hayat ile ilgili kurulabilecek en gerçekçi cümleyi söyleyen de : hayat bazen farkında olmadan beceriyor insanı.
referans alanlar için belirteyim, filmin imdb puanı 7,7.
2004 yılına ait Kore yapımı müthiş dramadır. John h. lee'nin yönetmenliğini üstlendiği filmin başlıca iki karakterine hayat veren isimler Woo-sung Jung ve Ye-jin Son.
Nae meorisokui jiwoogae/ A moment to remember fazlasıyla aşina olduğumuz karakterleri ve olay örgüsüyle önyargı kurbanı olmaya aday olmasına rağmen övgüyü ve izlenmeyi fazlasıyla hak eden bir film. Su-jin isimli genç kızımız unutkanlıktan muzdarip ve bir gece kolasına "dadandığı" Cheoul-So' yu babasının sahibi olduğu inşaatta tekrar görünce özür dileme niyeti ve bahanesiyle peşini bırakmıyor ve bir aşk doğuyor. Cheoul-So ise fazla konuşmayan, ve hatta "seni seviyorum"demeyi esirgeyecek kadar kimi sözleri ve gözyaşını gömmüş bir kişiliğe sahip. Buna rağmen oldukça mutlu olan çift evleniyor, tabi bu ana kadar ufak unutkanlıklar göze çarpsa da, filmin ilk yarısı geçildikten sonra, yani peri masalının bitmesiyle dramın dozu artırılıyor ve Su-jin'in genç yaşında nadiren rastlanabilecek Alzheimer hastalığı olduğu anlaşılıyor. "Kafasının içindeki silgi" gün be gün kişileri, anıları, mutlulukları silerken Cheoul-So da sevdiği kadını kaybetmemek uğruna inanılmaz bir çaba göstermeye başlıyor. Öyle ki, karısının kendisine eski sevgilisinin adıyla seslenmesini bile sakinlikle karşılamak durumunda kalabiliyor. Karısı da daha fazla acı çektirmemek adına boşanmayı kafasına koyunca işler daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor tabi. Delikanlımızla karısı arasında geçen şu diyalog bile inanılmaz bir hüzün taşıyor :
Su-jin : Söylesene, anılar da giderse aşkın ne anlamı kalır? Bana iyi davranma, her şeyi unutacağım.
Cheoul-So : Ben.. her şeyi senin için hatırlayacağım..
Yeopgijeogin Geunyeo/ My Sassy Girl/ Hırçın Sevgilim' e oldukça benzeyen kurgusu ve Daisy kadar incelikli oluşuyla bu iki vatandaşı & türdeşi ile insanın hafızasında sağlam bir yer ediniyor film. Pek tabi ilk yarısı sizi fazla şaşırtmayacaktır ancak ilk saati geride bıraktıktan sonra, özellikle market sahnesi ile, delikanlının doktorla bire bir sahneleriyle, hastalığın ilk anlarında tüm evi saran post-itlerle, kısacası ikinci yarısının büyük katkısıyla, hem genç kızın hem de kocasının tarif edilemez dramıyla kolay kolay hatırınızdan çıkmayacak bir film sizi bekliyor, haberiniz olsun.
8 hayatı etkileyen bir olaylar zincirini aktarıyor Noviembre;. Madrid'e gelerek konservatuar sınavını kazanan Alfredo ile başladığımız, dünyayı değiştirebileceğimize inancımız ile bağlandığımız serüven ,inandıklarınız uğruna elinizin tersiyle itebileceğiniz şeyler konulu bir teste dönüşüyor, ister istemez sorgulatıyor idealistliğinizin sınırlarını bir anda. Gerçek olaylar olduğuna, hele 1990'ların sonundan ve 2000'lerin başına uzanan taze sayılabilecek bir öyküyü geç keşfetmiş olmanın üzüntüsü de beliriyor bir yandan. Alfredo'nun seçimleri, grubun manifestosu, yaptıkları şeyden para kazanıp kazanmama konusunda ikilemleri, sokaklarda sergiledikleri -bazen ileri giden- gösteriler, polisler ve düzenle yaşadıkları sorunlar.. Hepsi gözünüzün önünden geçiyor sırayla. Alfredo' nun da zamanla tükenişi tabi, çürüyüşü. Bir uyanış ile adeta kendini buluyor Alfredo, hasta kardeşinin uyanışıyla. Kaybetmeye yüz tutan tiyatro aşkı da, içindeki heyecanı da ansızın alevleniyor, ve ekibi toparlamaya koyuluyor. Tabi fireler verilse de demirbaşlar eksiksiz davete icabet ediyor, büyük bir iş için..
Son sahneler muazzam olsa da, gerçek olduğunu kabullenmekte zorlanıyor insan. Kimbilir, belki de peri masalları misali mutlu sonlar bekliyor, inandıkları bu denli benzer olunca. Belki bir nebze filme dair ipucu olabilir ancak, son cümleler "Noviembre"ye mensupmuş gibi hissedenler için geliyor, ne yazık ki..
"Dünyayı değiştirmek istemiştik.. Ama perişanca yenildik.. Şimdiyse, değişmemek için ben dünyaya direniyorum" ..
2007 yapımı muhteşem ilmar raag filmi. gerçek bir olaydan yola çıkıldığına ve lisedeki zıtlaşmanın vardığı noktaya inanması zor olsa da filmin son sahnesinin bıraktığı etki için bile izlenmeyi sonuna kadar hak eden estonya filmi. zaten oscar temsilciliğini hak ettiğini belirtmişler. başlıca oyuncular Vallo Kirs (joosep), Pört Uusberg (kaspar), Lauri Pedaja (anders), Paula Solvak (thea).
Joosep... Amatör olarak web sitesi yapımıyla uğraşan, kendi dünyasında bir genç. Sınıfın alay konusu olmaya alışmış, çekmediği eziyet de kalmamış. Buna rağmen herhangi bir tepkide bulunmaya cesareti yok.. Tek kaçışını Amsterdam'a gidip bilgisayar üzerinde uzmanlaşma olarak belirlemiş. Babasının maço karakterinin 180 derece tersi, sindirilmeye alışkın.
Kaspar... Sonradan anlayacağınız üzere büyükannesiyle yaşıyor. Köyünden kente okuyabilsin diye gönderilmiş ve köyüne dönmemek için tek yapması gereken başını beladan uzak tutmak. Sınıf arkadaşı Thea'ya aşık. Thea da ona karşı boş değil hani.Lakin Thea'yla arasına giren büyük bir "defo"su var; Joosep' in itilip kakılmasına daha fazla seyirci kalamaması. Thea' nın ise istediği basit, sınıfın "patron"u Anders ve tayfasının -ki bu tayfa tüm sınıf- Joosep'e eziyetlerini görmezden gelebilmesi.
Anders ve diğerleri... Tek kuralları birbirlerini ispiyonlamamak ve Anders'in kurallarıyla hareket etmek. En hafif tabirle O'nun "çakalı" olmak. Joosep'i soyup kızların giyinme odasına atmakla başlayan serüvende her birinden ayrı ayrı tiksineceksiniz zaten.
Kaspar'ın Joosep'e arka çıkmasıyla tekere sokulan çomak dişlileri sıkıştırdıkça, her adımı bir öncekinden daha zor günler başlıyor. Bu "inatlaşma"nın varabileceği noktayı tahmin bile edemezsiniz. izleyip görmeniz ve "şok" olmanızı tercih ederim. inatlaşma, kişilik kavgası, dikleşme.. Ne denirse densin, meselenin özü Kaspar'ın ağzından dökülüyor ; "tüm mesele gurur" .
--spoiler--
referans alanlar için belirtmekte fayda var, filmin imdb notu ise 8,1.
iffhs gibi listelere ve burada dönen futbol "geyik"lerine pek itibar göstermesem de, pedofili demeden önce -çok iyi bilsem de, usanmadan, tekrar- açıp son 10 yılını kontrol ettiğim teknik adamdır :
2002 ve 2004 epl şampiyolukları (ki 2003-2004 sezonundaki namağlup şampiyonluk (bkz: namağlup)- epl tarihinde ilk), 2002 ve 2003 FA Cup şampiyonluğu, 2002 ve 2004 Charity Shield şampiyonluğu, 2000 UEFA Kupası finalistliği, 2006 UEFA Şampiyonlar Ligi finalistliği. 2000-2006 yılları arasına dikkat çekmek isterim, bu yıllar arasında -özellikle 2001-2004 arası dönemde- Arsenal'in oyun olarak yanına yaklaşabilen yoktur. 30 maç üst üste yenilmeme, deplasmanda mağlup olmadan şampiyon olma, bir sezonda namağlup şampiyon olan ilk premier lig takımı olma gibi rekorlar da zaten bu döneme denk gelir. arsenal' de sağlamlaştırdığı felsefeye -zaman zaman- aykırı işler yapsa da "ertem şenergiller"in dediği gibi çolukla çocukla dünyaya kafa tutması o' nu diğer teknik adamlardan ayrı bir yere koymuştur.
ha, ekleyeyim, mourinho ya da ferguson nasıl oluşturulduğunu bilmediğim ve -tekrar söylüyorum- pek de itibar etmediğim bu listede 2. ve 3. geldi diye "arsene bunlara 5 basar" muhabbetine girecek halim yok. bu adamlar senin spor-toto süper (?) liginde izlediğin teknik adamlar gibi değiller, bu işe kafa yoran, "ekol" oluşturmak dediğin şeye imza atan futbol "felsefeci"leri. sen çıkıp "hehe listeye bak g.tüm gibi" deyince de senin alim olduğun yok, bu kadar basit.
Küba'da kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabanın yıkık dökük otobüs terminali, bu terminalde ne zamanı ne istikameti belli olan sıradaki otobüste yer bulma umudu taşıyan bir grup insan. Birbirine yabancı insanlar, zıt kutuplarda hayatlar. Mühendis delikanlı, nişanlı ve terminalde mahsur kalmış genç kız, heyecanlarını yitirmiş orta yaşı geçkin bir çift, dul hanım ve kör dalavereci. Bekledikleri meçhul otobüs için sıralarını kaybetmemek uğruna geceyi terminalde geçirmeyi göze alırlar ve bir düş kadar güzel maceraya atılırlar. Gelmeyen otobüse terminalin malı olan otobüsün de bozulmasıyla tamir için el ele verirler ve olaylar terminali baştan aşağıya yenilemeye kadar giden bir hal alır. izlerken bu masala kayıtsız kalamayıp yaşadığınız hayat ve yer ile ilgili radikal değişiklik fikirlerine kapılabilir, delikanlı ve genç kızın aşkına şahit olmanın mutluluğunu yaşayabilirsiniz. Hatta dul hanım ile terminal müdürünün değişimlerine, ikinci baharlarını yaşamaya başlayan çifte hayran kalabilirsiniz. Kör dalaverecinin foyası ortaya çıksa, gizli köşelerde yemeğini paylaşmadan yiyen şişmanı yakalamış olsalar bile iyi yürekliliğin ve bağışlayıcılığın kollarına kendinizi kaptırabilirsiniz.Ama bu masaldan uyanmanız fazla sürmeyecek, benden söylemesi.
Masada açıyoruz Erik'in yaşamına açılan penceremizi. Annesi ve daha sonradan üvey olduğunu öğrendiğimiz babasıyla masadalar ve lokmarıyla meşguller. Ağır bir sessizliğin hakim olduğu masada "kuzey filminin boğuk atmosferi" diye düşünmenize fırsat vermeden ailenin kopukluğunu size aktarma yoluna koyuluyor film vakit kaybetmeden. Yemekten sonra konuşma (!) yapma çağrısı geliyor babadan ve Erik bir odaya girerken annesi piyano başına geçiyor, kırbaçlama benzeri terbiye seansını duymamak için. Biz de bir kavgaya şahit oluğ Erik'le müdürün odasına yollanıyoruz, malum haberi almak üzere. Erik bölgedeki okullara bile kaydolamamak üzere atıldığını öğrenince annesi tez elden kararı verip uygulamaya koyarak Erik' i yatılı bir okula göndermeye karar veriyor. Uzaklara, aristokrasinin ve burjuvazinin yeni üyelerinin yetiştirildiği bir okula hem de.Filmin bu anından itibaren Erik' in esasında "saf bir şeytan"dan çok daha fazlasına sahip olduğunu hissetmemiz geç olmuyor. Zira yatılı okul ziyadesiyle "gelenekçi" ve tahmin edersiniz ki bu "gelenek"ler tamamen devrecilik esasına dayalı. Üst devre alt devreyi her daim ezme lüksüne sahip, her ne olursa olsun. Alt devreler ise olabildiğince koyun olmaya özen gösteriyorlar, okulun akşam eğlencesi ya da yemek saati maskarası olmamak için. Bir minyatür "üst sınıf - alt sınıf" mücadelesi esasında, basbayağı sınıf kavgası, soyluluğu cüzdan kalınlığıyla doğru orantılı üst tabaka ve onun maskarası olmaya niyeti olmayan bir kaç "çapulcu"dan oluşan alt tabaka. Söz konusu gözden uzakta bir okul olunca oynanan entrikalar da pek masum olmuyor tabi, hele Erik'in de itaat etmeye niyeti olmadığını da hesaba katarsak. Devrecilikten kişisel itibara dönmeye başlayan çekişme sonunda bir kurban verilmesi gerekecekse bunun pek soylu kişilerden seçileceğini beklemek tam anlamıyla saflık olacağından kuşkunuz olmasın. Nihayetinde kesilen bilet hem okul hayatını, hem annesine verdiği sözleri hem de bir düşü (filmi izleyip görün) dalından koparıp çok uzaklara götürmek üzeredir.
the cat empire' ın en bilindik ve tüm parçaları gibi neşeli melodilere sahip hüzünlü şarkısı. 9 hayatını da kaybetmekle geçirenlere gelsin
i had nine lives but i lost all of them
and i've been searching in the night
and i've been searching in the rain
i tried to find them
but they disappeared
they walked away they dressed in black
they left my side and all i say
is that i wasted time
when i looked for them
for now i know that things gone past
are never to be found again
i had nine lives
but lost all of them
i had a plan
but never finished it
and i've been searching for the thought
and i've been searching in a haze
i try all days
to remember it
but now the blueprint in my mind has gone
my mind forgot the colour of direction
and my eyes they see the hands
that could have bulit
that could have constructed
the empire in my mind
the empire
i'll never find
i had a plan
but that was where it ended
the lost song' un bağlantısını verdiğim kaydını bir kez dinleyenin tekrar tekrar dinleyeceği, two shoes, the rythim gibi parçalarıyla karşılaşınca iyiden iyiye mest olacağı avustralyalı grup.
coşkudan yoksun geçen ödül törenidir ne yazık ki. hoş, bu adaylar açıklandığında, ya da genel olarak seneye baktığımızda zaten salonda roberto benigni misali coşku yaratacak birisini beklemiyorduk ama bir heyecanlandırma çabası dahi göremedik. steven spielberg o kaybedenleri de onore eden şık kapanışı yapmasa, inside job ve -özellikle- hævnen sürprizi, ya da biutiful' un hayalkırıklığı mı desek, olmasa izlenmese de olur kıvamında geçmiştir. the social network ile black swan' ın arasından sıyrılan the king's speech ise -küçük çapta- damga vurmuştur.
2005 yapımı harikulade chan-wook park filmidir. özellikle müzikleriyle derinden bağlar insanı hikayeye. filmdeki başlıca oyuncular ise Yeung-ae Lee, Min-sik Choi, Il-woo Nam, Yea-young Kwon.
--spoiler--
Baştan sona ingilizce adına yakışırcasına bayan zerafeti ve inceliğinde aktarılan ve kusursuz bir dantel gibi sabırla örülen bir hikaye Geum-ja Lee'nin başından geçenler. 19 yaşındayken yanında yaşadığı öğretmen Baek' in işlediği çocuk cinayetinin zanlısı olarak yakalanıp suçu -mecburen- üstüne alarak kendi çocuğundan ayrı kalmasının ardından 13,5 sene sonra serbest bırakılmasıyla başlıyor her şey. Hapishanedeki çağırılma şeklinin tersi yaşanıyor aslında, önceleri "melek" olarak anılmasından "cadı" adını hak edişine ters istikamette gelişiyor öykü. Hapisten çıktığında üzerine sinen "cadı"lığından arınma arzusu, yüzüne her bakanın saöylediği gibi ruhundaki meleğe dönme çabası damarlarında gezinen şey, bunun intikamı belki de.
Bu intikam planının her adımında sahip oldukları ise geçen 13 yılda biriktirilen arkadaşlar, izini sürdüğü kızı ve insanı ürperten soğukkanlılığı. Baek' e ulşana kadar geçmiş 13 yılın da bir özeti aktarılmadan olmaz tabi. Zaman zaman hikayedeki boşlukları dolduran "geri dönüşler" ile yan karakterlerin plana nasıl dahil oldukları da cevaba kavuşuyor. Finale adım adım giderken alınacak intikamın kişisel olmaktan çıkarılması ise çok daha anlamlı kılıyor bu planı.
--spoiler--
referans alanlar için belirteyim, filmin imdb puanı 7,7'dir.
Irak'a malzeme götüren bir şirketin kamyon şoförü olan Paul Conroy gözlerini açtığında kendini bir tabutun içinde, gömülmüş vaziyette bulur. Tüm sahip oldukları ise bir cep telefonu, çakmak çakı, el feneri, glow stick (kırıldığında ışık yayan çubuk) ve kalemdir. Telefonla kendisine ulaşan ses ise 3 saat içerisinde 5 milyon dolar bulmasını ister. Aksi takdirde kendisi toprak altında ölecek, ailesi ise savunmasız bir hedef olacaktır. Tüm film boyunca Paul'ün tabutunu gözlemek yerine adeta aynı durumda kısılıp kalmış gibi hissediyorsunuz. Yer yer kızmıyor da değilsiniz, "neden orayı aradın" "neden böyle davrandın" diye kendi kendinize söylenmeniz tükenen oksijen, zaman ve batarya sizin de aleyhinize işliyormuş gibi hissetmenizden başka bir şey değil. Bir yandan da sürekli o bildik "imajını kurtarmaya bakan süper güç hükümeti" kurgusuna güvenip güvenmemek ile teröristin talepleri ve akıl vermeleri arasında ikilemde kalıyor Paul. Tabi çalıştığı şirketin de ufak düzenbazlığı durumunu daha da zorlaştırıyor. 1 buçuk saati biraz aşan süre boyunca nefessizlik ve hayatınızı etkileyen insanoğlunun vardığı kokuşmuşluk gerginliğinizi artırırken tabutun içindeki Paul gibi sinirden tepinebilmeyi istiyorsunuz.
1939 senesi..Franco'nun diktatörlüğü ile hafızalara kazınmış nasyonalist-sosyalist çatışmasının oluşturduğu geri planda, çatışmalardan uzak ve güvende bir köşede bulunan bir "kızıllar yetimhanesi". Hatta müdiresinin deyimiyle hiç hoş karşılanmayacak "kızılların çocuklarına bakan kızıllar" yeri. 4 yetişkin ve savaşta yer alan ebeveynlerin "emanet" ettiği çocuklar. Bir bacağını ve çok daha fazlasını bu uğurda kaybetmiş Carmen, Carmen'e aşık Arjantinli "doktor" Caceres, genç ve güzel eğitmen Conchita ve 15 yılını burada geçirip nefretle dolsa da yine kürkçü dükkanına dönmüş olan Jacinto. Babasının bir arkadaşına, arkadaşının da bu yetimhaneye bıraktığı küçük Carlos, Carlos' un gelmesinden rahatsız olan yaşça biraz daha büyük Jaime ve diğer çocuklar... ilk yarım saatte bize çocukların o naif ve büyümeye meyilli dünyaları izletilirken bu saf dünyalara leke bulaştıran her zamanki gibi yetişkinler oluyor. 4 yetişkinin sırları ve ilişkileri adım adım atmosferi gererken Carlos' un şahit olduğu hayalet ise gerilimi somutlaştırıyor. Burada gerilim kelimesini netleştirmek isterim ki beklentiniz farklı yönde olmasın. Gerilimi sizi koltuktan sıçratma denemeleri yapmak yerine hikayeye yedirerek yetimhanedeki atmosfere ortak olmanızı sağlayarak germeyi tercih ediyor del Toro, ki bunda başarılı olduğunu söylemekte yarar var.
--spoiler--
referans alanlar için belirtmekte yarar var, filmin imdb puanı 7,6.