gülten akın'ın o meşhur dizesi "ah kimselerin vakti yok durup ince seyleri anlamaya", barış bıçakçı için geçerli değildir. iyi ki de değildir. barış bıçakçı durur. sakin sakin sakinler. ince ipince şeyleri görür, anlar, inceler sonra da anlatır. vaktiniz yoksa da yaratın ve bu güzel abimize kulak göz zihin verin derim. kıymetini bilelim...
ilk albümleri olan ilk'i nihayet çıkaran orkestra or group or band. ilk albüm konserlerinde, şarkılarını ilk dinleyenlerden biri olmak isterseniz 26 ekim'de ckm'ye buyrunuz: http://web03.biletix.com/etkinlik/MKIST/DIGER/tr
kafa
sakal
fikir
oda
iş
yazı
çizi
yatak
kitap
film
müzik
sperm
bakış
görüş
hayal
kırıklık
bulantı
sevgi
sövgü
dünyam...
varım yoğum dağınık
ve bir varım bir yokum.
-Toparlan lan toparlan lan toparlan lan toparlan lan!
yol uzun
mevsim yaz
sakinken gençken ve hala güzelken
tercihen yalnızken
bazen de sevişirken
biraz yatmadan önce, sabah kalkınca en çok
taze diri sonsuz ve zehirsizken
rüzgar eser, kokan denizdir
tuz tadı fazla uzaklaşmamışken
uslu durup da irinleri görme modunu kapatmışken
yol uzun
mevsim hala yaz
sakinken gençken ve hala güzelken
okuyup okuyup okuyup da usulca gülümserken...
bence hınçla bileniyorlar bir yerlerde. bile bile susuyorlar. bilenlere bıyık altında gülümsüyorlar. masaaltı votka çakıyorlar. sarhoşlanıyorlar. yalpalıyorlar. ama öfkelerini unutmuyorlar. onlar. kimler? o, en olmaz dediklerin işte. onlar. gereksiz yere dışavurulanlar. püskürtülenler, hak etmedikleri güruhlara saçılanlar. yazık edilenler. unutulanlar. aranıp sorulmayanlar. terk edilenler. harcananlar.
bu kadar gereksiz laf kalabalığının, soytarılığın, pespayeliğin, rezilliğin, gerizekalılığın ve envai çeşit insansal faulün bir cezası olacaktır elbette. olmalı. olsun.
değişik bir ağustos yaşanıyor. Nereden estiği belli olmayan rüzgârlar günlerce zihinlerde gürleyebiliyor. yaz eylemlerine şaşırmamak gerektiğini aşklardan ve şairlerden ve yalnızlıklardan bellemiştik halbuki ama kainatı hala merakla algılamaya çalışan beyinlere gel de söz geçir. neden bu kadar meraklıyız, merak etmiyoruz. yalnızca merak ediyoruz. alabildiğine leş alabildiğine gündelik ve alabildiğine paçavra şeyleri çoğunlukla... meraklar arasında bir erdem sıralamasına girmeye gerek de görmüyorum esasında. insanlar hiçbir şekilde sıralanmamalı da. insanlar için yapılabilecek en iyi şey belki de onları sınıflandırmak ve kendi hallerine bırakmak. insanlar en çok ikiye ayrılıyor 2011'de ve milattan önce 986'da: Ölüler ve yaşayanlar. işin güzel tarafı demokratik de bir sınıflandırma. her insan, iki sınıfın da tadına bakabiliyor. Yaşamın değilse de Ölümün tadının aynı olduğunu düşünüyorum. Başarısız bir tanrı, orada bir başarıya ulaşır, diye umuyorum en azından. Cennet cehennem falan filan söylentileri var ama ben hala ona bir şans verilebilir diyorum. Vazgeçtim vermeyelim. Benden onay alamadı evet. Dağın umursamadığını bile bile ona küsen tüm tavşanlar; seviyorum sizi. Konu dağıldı. Ne diyordum? Ölüler ve yaşayanlar. bu kadar. temelde bu. fazlası değil. öldün. bitti her şey. pespaye hırsların, geri zekalıkların, mutlulukların, çileğin, hüzünlerin, spermlerin, tütün kokusunun ve egzoz dumanının falan filan hiçbir anlamı kalmıyor artık.
Bazı canlılar da var ki onlar ölmeye çalışsa da ölemiyor. edip cansever bu eşsiz ruhlardan biri işte. iyi ki doğmuş iyi ki ölememiş. Ona olan Sevgim ve saygım; tıpkı kendisi gibi sonsuz. hürmetler.
ankaralı bir 1927'de, hiç ölmemek üzerine kurgulanmış bir hayata -bugün- merhaba diyen ruh feneri... iyi ki doğmuş, iyi ki.
her evde bir turgut uyar şiiri okunsa bugün, herkes bir başka sussa ve göğe baksa... içimiz güvercinleri okşamış gibi rahat, güvercinler bahtiyar, dünya biraz daha huzurlu olabilir... ben başlıyorum, gerisi size kalmış.
Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
içim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum...
"antalya'dan hareketle ısparta, kütahya üzerinden istanbul'a devam etmekte olan kamil koç turizmin sayın yolcuları, mola süreniz dolmuştur, lütfen otobüsteki yerinizi alınız. hedehödö dinlenme tesisleri olarak teşekkür eder, yaşam sevinciyle dolu günler temenni ederiz."
rüzgarlı bir yaz akşamüstüydü. iç ege püfür püfürdü. ağzım dilim küfür küfürdü. anonsu duyduğu anda bir acayip oldu ruhi bey. sen ruhi bey nasılsın? metni kaleme alan adamı düşündüm. sevgilisinden yeni ayrılmış bir bedbaht olabilirdi. ya da yalnızca bir şakacı. şair olmak isteyip de becerememiş alelade bir dinlenme tesisi çalışanı belki de. yaşam sevinciyle dolu günler temenni etmesinin beni ne kadar mutlu ettiğini şu an telefon açsam ve kendilerine iletsem mi? bana manyak derler mi? "gerçekten her şeyden bıktığım bir andı, anonsunuzu duymak beni yeniden hayata bağladı" desem çok mu abartmış olurdum? yaşam sevinci... bir bulup bir kaybettiğim. bir coşturup bir durdurduğum. bir dokunup bin ah işittiğim...
ilerleyen yıllarda herhangi bir yol üstü lokantasında şöyle bir anons çıkarsa karşına, sakın şaşırma. o benimdir bebeğim:
"haydan gelip huya giden dünya turizminin sayın yolcuları... yaşam sevinciyle dolu günler temenni ederim size. sevgilerimle."
"fazla üzerine gelmiş olabilirim bugün
ama benim de işim bu
başka şeyler denemedim mi sanıyorsun ha, lanet olsun!
mutlu muyum ki insanları mutsuz ederken?
varoluşumun nedeni bu, üzgünüm.
şimdi o şansonun sesini biraz daha aç
yüzünü yıka ayağa kalk bir şiir yaz bağıra çağıra oku
kâinatı senin kollarına bırakıyorum, sahne senin.
beni affet."
akşamüstü rüzgârına karışarak beni -şimdilik- terk eden tarifsiz iç sıkıntısının,
dediğidir.
sabah tutuklanıp akşam salıverildiğim ofishanelerde
en derinliksiz kelimeler
en renksiz nefesler
-bazılarının nefesi renklidir. ben kokladım.
son model mimiklerle
ruhumu törpülemekten imtina etmeyeceğime
sahip olduğum her şey üzerine ant içerim!
en sevdiği temmuzmuş aylardan. öyleyse dünyanın en güzel temmuzları uyar babanın olsun. en çok onun.
söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde
bir kaktüs bol sudan nasıl
nasıl çürürse öyle
en sevdiğim temmuzdu aylardan
hazirana benzediği için biraz
biraz da kendiliğinden
belki de müşteriye iyi davranan
efendi bir bakkal kimliğinde
nasıl mutlu oldum iki yaz
nasıl mutlu oldum kardeşler
salkımsöğüt bir ben iki
bir üçüncü var mıydı bilmiyorum
üçüncü vardı elbet
bir yaban ördeğinin sevincini taşıran
bir sonbahar gibi köpüren
temmuza benzese de
öyle oldum ki anlatamam
sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde
şapkalar çiçekler eski elbiseler
geçmişi olan eski elbiseler
denizden çıkan bir ışık
unutulmuş bakımsız arka bahçeler
öyle oldum ki anlatamam
her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa
belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
Fatih nerdeydi Samatya nerde
nerden gidilirdi Üsküdar'a
düşünüp durdum günlerce
anlatamam ormanların ettiğini
nasıl dayandım o mutluluğa
tükenmez bir ışık olan mutluluğa
deniz ve ışık olan
karmakarışık bir mutluluğa
nasıl
şimdi bir şarap gibiyim
coğrafyasız
eskimeye bırakılmış fıçısında
huzursuz ruhlar var. huzursuz bir dünya var. ilk sayfalarında huzur veren, huzur adlı bir roman var. çok yaşayınız sayın tanpınar. suat diye bir adam var, sonra. huzurun içine eden. huzursuz ruhlar hala var.
Birtakım düşünceler okuyor, balonlar patlatıyorum.
Yeni bir yaz geliyor ve ben yine vantilatör almaya üşeniyorum.
Şehirler bitmiyor, şiirler yetmiyor.
Bu kadarı da fazla artık!
Ayışığı banyosunda arındııık arındık. Yoksa?
-Zor geliyor bazen insan olmak, gücüme gidiyor bir tür adına utanmak.
Nerede bırakırsam bırakayım,
aynı yerde ve bütün .....'lığıyla (şşşş!) beni içeri buyur eden Turgut Uyar,
23 Haziran 2011'in sana selamı var.
onsekizsıfırsıfır diye bağırınca saatler,
salıveriliyorlar şehrin sokaklarına ayarlama enstitüsünce.
onlar ki ruhları -geçici de olsa- azat edilmiş modern köleler,
onlar ki üzerlerinde çiçekli renkli aldımsenili dekolteli elbiseler...
odamda oturmuşum, izliyorum dağılışlarını, doğaya yaydıkları kokuları.
rüzgar ılık tatlı esiyor,
penceremde mesai bitimi yaz kadınları.
canlarım benim.
öperin.
"işte gidiyorum" dedi. gitti. dünya bütün pisliğiyle dönmeye devam etti. etmese miydi? nerdee dünyada o karakter! neyse... ne güzel ağabeyimizdin sen be kazım ağabey. seviyorum seni. sonsuz saygı benden.
saçlarda rüzgâr
dalga kokusu burunda
ayaklar özgür, kumlar tepelenmekten kızgın
mavilimcil-yeşililili bir dünya
-hey gidinin algleri, nasıl unuturum lan sizi!
yaşasın renklerin sevişkenliği
bitmesin buz gibi biranın bosphorus yolculuğu
ve işte tene tuz ekilen öğle saatleri
bronzlaştıkça başkalaşıyorum
kusura bakma ey kendilim, ben başkasını seviyorum
ray ban bana, yaralanmış güneşler gözüme
yastıklaştırılmış en sevdiğim solmuş tea-shirt'üm başımın üstüne
kirlenmiş sakalımın biraz üzerinde konuşlanmış gözlerime değen müstesna ay parçaları
şerefli güzelliğinize!
serinlerde bir yerlerdeyim,
su çok güzel; ağırlıklarını soyun da gel bebeğim.
davetine icabet etmek lazım
kastırmadan kızdırmadan küstürmeden cancağızım.
-bırakalım bu uyakları
dedi asabi bir martı şimdi.
-hayat güzelleşmişken öpmek lazım dudaklarını
diye ekledi sevgilisi.
bir yaşıma daha girdim, elveda merdivenler merhaba ölük şairler.
şekerpare'nin affına sığınarak,
gönül rahatlığıyla kabartabilirim ki ey sevgili yolsuzluk yapanlar
yolmak ya da yolmamak...
işte bütün meselesizlik bu.
bütün yarımları, keşmekeşi, kaosu, pespayeliği, dünyalılığı mute'ye almak.
ne güzeldir, "ne güzeldir yollarda olmak şimdi" diye çilekleyen gitarlara dokunmak.
kendi ellerimle ezdiğim üzümler, kendi dudaklarıma kancan veren mitolojik bir şaraba dönüşecek şimdi.
bana sarhoş muamelesi yap dünya, yoksa çekilmiyorsun.
neyse ki yol var, yollarda sarhoş olmak var.
hey yavrum hey. öpücem.
sonbaharın sonunda, kışın ortasında mevsimine küsmüş sıcakkanlı güneylileri köprülerden atlamaktan kurtarırlar. bir ofiste bilgisayar başında oturmanın dayanılmaz ağırlığını biraz da olsa hafifletirler. taş sokaklı bir meydanda, bir taraftan güneşimi bir taraftan çayımı yudumluyormuşum gibi hissettirirler. pencereyi açar, kaçarım sokaklara. zihin benim zihnim, hayallere dalmayıp da ya ne yapacağıdım? taş çatlasa 46 sene daha ömrüm kalmış. benim sokaklara çıkıp, güneş ışınları eşliğinde o kadının his kokulu saçlarına dokunmam lazım. büyük saat'i durdurarak, hayattan çalmam lazım. içip içip sarhoş olup, kaldırımlarda sızmam, dünyanın tüm sokaklarını görmem, keşfetmem lazım. yazılacak şarkılar var, izlenecek filmler, okuncak kitaplar, yakılacak şiirler, dokunulacak kalpler, içine girilecek derin dehlizler... ne işim var lan burada? ne işim var bu rezil modern hapishanelerde?
ye dua et sev ama yine de mutlu olma. ye dua et sev ama yine de tatmin olma. ve git "ye dua et sev" adlı sikindirik bir kitap okuyarak/film izleyerek hayatının anlamını bulmaya çalış. 21. yüzyıl insanının tanımı ahanda bu.
hülya rabırt filmin sonunda, o adaya gidip havyar badem'le birkaç gün düzüştükten sonra tatminsizliğine kaldığı yerden devam ediyordur... inanmayan gitsin baksın. ya da yesin dua etsin sevsin.
geleneksel wong kar wai izleme günleri hoş gelip, sefalar getirmiştir. muaazzam bir atmosfer, özenle seçilmiş lezzetli müzikler, muhteşem gerçekçi oyunculuklar, şairane bir anlatım, dozunda hüzün, dozunda mutluluk... işte bunlar için bir parça kasvet ve bir parça soğuk havaya ihtiyacımız vardı. kasım geldi tam olduk. kasım kasım kasvetlenmeye başlandık.
wong kar wai dahil herkes wong kar wai izlemelidir.
sinema sanatının 1349 fevkalade özelliğinden biri de şu: çekildiği dönemin dokusunu kayda geçiriyor. insanlar yıllar yıllar sonra o filmi izliyor. böylece hatırlıyor veya öğreniyorlar. bu gerçekten muazzam bir şey. dostum dustin'den, performansını ancak 22 sene sonra izleyebildiğim için, özür dileyerek satırlarıma son veriyorum. bi şeyi ekleyerek:
-o nasıl bir kızdı ray?
+göz kamaştırıcıydı. tatil gibiydi...
ciğerinizin 5 para etmemesi demektir. hayır, karaktersiz olduğunuz için değil, coğrafyanızda insan ciğeri para etmediği için. öldürüp öldürüp hapse tıkıldıktan sonra salıverilen canilerle aynı ülkede yaşamak demektir. işine geldiği zaman erdal erenlerin yaşını büyütüp asan, işine geldiğinde ogün samast gibilerin yaşını küçülten bir zihniyet tarafından tutsak edilmişsiniz demektir. caddede yürürken kafanıza camlar düşebilir, emniyet şeridinden gitmezseniz enayi sayılırsınız bu ülkede. paranız yoksa hastanelere düşmeyin. polis kızar aman ha parkta öpüşmeyin, karakola da düşmeyin polis tecavüz edebilir. saysak sabah olur be corç.
türkiye cumhuriyeti topraklarında yaşayan insanlar kadar sorumsuz, işinden kaytaran, laçka, gevşek bir insan topluluğu görmedim. belki de tükanı kapatıp gitme vakti gelmiştir. göçebe milletiz nasıl olsa, dağılalım anasını satiim. her bir yanının vidası gevşemiş... insan hakları sürüm sürüm sürünmekte. yalnız ve gevşek ülke.
herkesin dönem dönem, zaman zaman yaptığı hatta bazen yapmak zorunda bile kaldığı ya da bilinçsizce gerçekleştirdiği eylem. peki ya bazı insanların hayatının bu eylem üzerine kurulması? işte bu tahammül edilemez. sabahları zaten çekilmez, sevimsiz ve asabi olunur bir de otobüste, asansörde, ofiste böyle tiplerle karşılaşmak... böğrüm deliniyor lan, böğrüm... yapmacık cümleler, şirin olma taklitleri, sormuş olmak için sormak, yaşamış olmak için yaşamak... sabır... sabır çekiyorum. insana rağmen, insanla yaşamayı, sakin sakin öğrenmen lazım nickless efendi. beğenmiyorsan siktir git inzivaya çekil. akıllı ol, akıllı!
çoğunluk, yalnızca bir azınlık tarafından izlenecek yerel görünümlü evrensel bir film. ki sinema sanatını icat edenlerin ruhuna rahmet okutacak cinsten. taş gibi sert, buz gibi soğuk... ne hayatlar yaşanıyor memlekette, ne ruhlar söndürülüyor, sevgisizlik nasıl büyüyor filan... adamlar yapmış abi, üstelik japon da değil. e ne duruyorsun güzel kardeşim, kıçını kaldır da, kal git sinemaya. adamlar para kazansın, yeniden düzgün filmler çeksin.
gün, eşsizse; güneş sizsiniz.
ısıtın dünyayı.
oh my rabbit, oh my little darling,
gimme some vitamin d.
susam susam sustum. günlük güneşlik bir istanbul geç sabahında belki de yapılacak en son şey kötü bir şaka olmalı. sonbahar ortası güneşler çook çook uzun zaman sonra giyilen pantolonun cebinden çıkan 20 milyon gibi biraz da... süprizli. umutlu. güzel. ama işe yaramaz. paradan altı sıfır atılalı çok oldu. tedavülden kalktı yorgun banknotlar. fenerbahçe'ye altı sıfır yenileli de çok oldu. ormanlar kralıyız biz. aslanız. modern şehir hayatı uymuyor bize. kadıköy, adına inat, tam bir metropol. nerden baksan bir kaos. aslanın tabiatına aykırı. bize doğa lazım. o halde hadi, gidelim: into to wild...
89'lu formalarımı özledim. prekazileri, cüneytleri.. sonra 90'lı galatasarayımı... kalli, tugay, ilie... ve efsane 2000 ruhu. ah ah! hepsini birer birer siktir ettik takımdan. koskoca bülent korkmaz'ı bile jübilesiz postaladık. şaşlar, şükürler, ergünler filan... asıl üzücü olan bu işte. leş bir camia olduk çıktık. fenerbahçe her maçta tokmuş.. tokarsa toksun... içimizdeki kirlandalılar asıl tokanlar... neyse... günlük güneşlik havalar böyle işte. insanı daha da dağınık yapıyor, zihnini dağıtıyor. ne diyorduk, nerelere geldik? yine de bu coşkun sabahların bir anlamı olmalı.