yüksek ihtimalle anlatım bozukluğu yapmaktır.(gönderme filan yok kardeşim)
veeeeeee kişisel zaafiyetten kaynaklı izafi bir durumdur.
yüksek dozda benzetme , metafor , edebiyatta ne varsa kullanma ve içini dolduracağını zannedip , boşaltma durumu...
daha fazla kendimi anlatmayayım yav , dialog konusunda ketumum ve neyleyeyim ki kelimeler için para ödemiyorum( adls? hımm evet doğru) ve ben de işkembe-i suğra'dan cümleyi uzatıyorum da uzatıyorum , kelimeleri sündürüp duruyorum , anlamı da katlediyorum öyle mi? bak burası düşünmeye değer doğrusu.
ki bu da bir tarz yahu. james joyce bir günü 800 günde anlatır sanat olur , çözümlenir , üzerine paradigmalar giydirilir ; ben yapınca da "aha kral çıplak , yakaladık hergeleyi" denilerek ifşa edilir. otur bir soluklan , alışmadığın hiç hayatında zihninin nüfuz etmediği kavramlar olabilir , hemen "yaftayı yapıştırıp , bana isim koyma". şaka filan değil gül.
küçük emrah filmlerinin birinde-ki siz bütün filmleri için bu şarkıyı fonda hissedin- ya annesini ya kız kardeşini ya da sevgilisini genelevde buluyordu da işte o tarihi emrah bakışıyla bu şarkı hemen devreye giriyordu.
aslında film bahane , bu şarkının bir şekilde duyulması gerekiyor ve şarkı sözlerine uyan da bir konu lazım... eee ne yapmak lazım peki e hadi film çekelim? kimle tabiki acıların çocuğuyla.
kaldiki bergen'e de acıların kadını derler. off be.....
sezon3 bölüm 13'le birlikte artık kesinlikle eminim ki , john lock'un babası o üçkağıtçı şerefsiz evladı sawyer'ın ta kendisi. ki sawyer'ın(james) da bu adam gibi bir yol izlemesi ve bu ismi(sawyer) seçmesindeki neden zaten biliniyor.
çünkü sürekli olarak "benim işim bu , dolandırmak" diyip duruyor. kaldıki john lock'un sakat kalmasının sebebi de , babasından tam da bu tür olaylardan elini çekmesini talep etmesi üzerine gerçekleşti.
evet tamam da bu adamın şimdi ada'da ne işi var?
neyse denizaltı muhabbetine dönelim biraz.
ben ,jack ve juliet'i anlaşma gereği denizaltıyla yollayacaktı (güya). evet bu adamın bakışları hiç tekin değil. kaldiki iyi bir adam çıkarsa da valla senaristlerin sülalesini bir güzel yad ederim şimdiden söyleyim.
şimdi sezon 13 itibariyle de yok kutu yok pandora , yok ne dilersen gerçekleşiyor geyiği yaptı bu ben denen meymenetsiz herif. şimdi bu adam felsefeyi seviyor. sawyer'ı da koluna taktığı saatle bir hayli korkutmuştu hatırlayın. ve sonra döktürdüydü de döktürdüydü.
sonuç: şimdilik tabiki kocaman bir hiç. ama en azından sawyer'ın aradığı adamı bulduk , şümdilik bu da yeter.(e tahmin tabi , bana kalsa öyle ama.)
unutmadan , en büyük ikinci sonuç da rousseau'nun kızını gördükten sonra yanağından süzülen iki damla gözyaşıydı.
"kant'ın mezar taşında yazan yazı" , lise hocamız böyle söylediydi zamanında.
yıllar yıllar sonra öğrendim ki , kant bu sözü pratik aklın eleştirisinde - pratik us'un eleştirisi diye de çevrilmiştir- yazmış.
tam hali şöyle:
"üzerinde düşündükçe iki şey , insan ruhunu hep yeni ve gittikçe artan bir hayranlık ve saygıyla dolduruyor : üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası."
geriye de bu gökyüzünün yıldızlarını fark edebilmek için ödev ahlakı'nı bıraktı kant.
evet yaptığım büyük bir terbiyesizlikti , yok hayır cinnet geçirmiş bir adamın haliydi. bir insan bu kadar kolayca eleştirilmemeliydi , burada bulunma amacının dışına taşan kavarmlara gerek yoktu. evet yaptığım küstahcaydı , hak etmemişti ki hem. kızgınlığımın gerekçesi güya kralcılardı, pehhhh .
alçak nefti sen böyle değildin yav , insanları bu kadar kolayca göz ardı etmezdin. bir anlık sürçmenin bedelini , yok hayır hacaletini nasıl taşırsın bundan böyle. notr dame'ın kamburu gibi iki büklüm ruhunla nasıl olur da hiçbir şey yokmuş gibi devam edersin...
yok hayır bu olmamalıydı , bir insan bu kadar kolayca eleştirilmemeliydi , yok hayır bu olmamalıydı , bir insan bu kadar kolayca eleştirilmemeliydi , yok hayır bu olmamalıydı , bir insan bu kadar kolayca eleştirilmemeliydi..........
müzik böyle bir şey işte. joan baez dinlerken , birden arşivde geceyi bekler gibi bütün gizemiyle duran dedeefendi'nin ney taksimi.
semâ için özel taksimlerden oluşan bu hüzünlü ve ilahi musiki , ruhun derinliklerine de öyle bir işliyor ki , kendi çelişkilerim gözümün önünden resm-i geçit yapıyor ve insan olmak güzel be diyorum , kamil olmasa da.
80'lerde billboard dergisinin şarkı listesinde uzunca bir süre bulunmuş grup. 20 albümleri mevcut , ve kulak tırmalamayan sert soundlarıyla metal ağırlıklı rock icra ediyorlar.(nasıl oluyorsa öyle işte)
78 tarihli krokus albümü. pek tarzım olmasa da hareketli , metal tabir ettikleri şu sert soundlu naneden işte. ama bazı parçaları peşpeşe dinlediğinizde sanki rock'n roll tadı da veriyor gibi.
yunan tanrısı poesisus'un şaraptan başı dönünce diğer tanrıçalara şiir tadındaki iltifatlarından dolayı , şiir sanatının genel ilkeleri üzerine düşünmeye poetica denmiştir.
yok yok şöyle:
Poietike , Yapımda Kullanılan Bilgi anlamına geliyormuş yunanca . Poitike ise yapılan demekmiş. işte asırlık dil macerası kelimeyi nereden nereye getirmiş. şimdi ise şiir üzerine düşünceler gibi bir anlama tekabul ediyor , poetika.
gel zaman git zaman , şiirin yapılan bir şey , yani kurgulanmış bir sanat olduğu tartışmaları da , işbu tanımlardan hareketle çıkmıştır. hoş romantikler de tam tersini iddia edeceklerdir : şiir hissedilen bir şeydir diye.
hilmi yavuz'un "tractatus : poetico- philosophicus" adlı şiir üzerine düşünceleri de bir nevi poetikadır. bir nevi değil , basbayağı poetikadır.
ahh o 80'ler... darbe sonrası gençliğin yetiştiği o hazıroldan rahata geçme dönemleri.
ama öyle bir rahata geçiş ki , sadece görünüşüyle pespayelik değil , beyin bile sulanmış ve fikir adına tam bir boşvermişlik hakim. batı'nın bitirip tükettiği varoluşçuluk ve hippi gençliğinin de yeni yeni yeraltına çekilme dönemleri.
ferdinin , küçük emrahların , tek tip kulak zevkinin de türkiyede türünün ilk ve son örneği olarak arz-ı endam etmesi. türkiyenin varoluşçuluk anlayışı yani. evet evet varoşçuluk aslında.
gayetiyianlatışlıbirey: bak olum anlamadın , öyle değil...
gayetiyianlayışlıbirey: nasıl yani asıl sen anlatamadın!
gayetiyianlatışlıbirey: olum anlamadığın konularda bi sus da dinle ya. baştan alıyorum...
gayetiyianlayışlıbirey : abi asıl sen kabul et anlatamıyorsun. hatta anlatmaya çalıştığın konuyu anlamadığın için anlatamıyorsun. bunu anla bari!
gayetiyianlatışlıbirey : bak olum senin beyninin a.k. ben tamam mı? anladın mı?
gayetiyianlayışlıbirey : bak şimdi anladım işte. ben de senin dötünü tikym
gayetiyianlatışlıbirey : hah şimdi oldu , nerde kalmıştık?
gayetiyianlayışlıbirey : senin anlamadığın mevzusunda kalmıştık bak anlamışım.
gayetiyianlatışlıbirey : yok yok sen serefsizsin anladım ben. ama anlamadığım ben ne b.k yemeye seninle konuşuyorum.
yeniyetme: patates var mı abi?
büfesahibi: manav mıyız olum biz , alla alla
yeniyetme : yok abi dergiymiş o
büfesahibi: ulan o patatez önce ismini öğren
yeniyetme : haaa pardon abi , kalsın o zaman
büfesahibi: ?!!!...
bissmillaaah! tövbe de lan , nasıl olur böyle şey. scientizm mağduru ve de pozitivist felsefe ve bilimum toplumsal kodların genel-geçer kavramsallaştyırıcıları alınacaklar ama. August Comte ne der sonra? einstein zaten bilim adamı değil?
zorunlu ve g.tümün keyfine göre edit: ÜSTÜMDEKi BU YILDIZLI GÖKYÜZÜ VE iÇiMDEKi AHLAK YASASI.
ben de cumhuriyet gazetesinin reklam filmini niye bu adama seslendirttiklerini düşünüyordum. abimizin ismi aziz rutkay ya hani ve onu alaşağı edip de rutkay aziz'e
evirdi ya - devrimdi desem yeridir( devirdi yani)- hah işte ondan.
yazılarını okumaktan ötesi olan ender insanlardandır üstadım mülayim.
anlaşamadığımız tek konu kuramsal hümanizm. hoş bütün felsefe ekolleri de zaten anlamamış olacak ki , sürekli başka başka tanımlarla tekrar yorumluyorlar.
çaylak mı? hadi canım bu bir şaka olsa gerek. canımcığım mülayim , saklanma artık çık yahu.
ey sözlük güzel günler geçirdik seninle. kah güldük beraber ve kah yine güldük. hayır hayır ağlanacak halimize değil. bu söylediklerim tamamıyla yalın anlamda. ve karar verdim ayrılıyorum sözlük. nefti filkahika öldü artık.
"ben gideyim ta ki faraklit gelsin" diyen isa efendimiz gibi biraz. misyonumu eda ettim sevgili sözlük. benden sonra nefti filvaki evladım bu aziz kutsal mefkureyi , layıkıyla yerine getirecektir diye düşünüyorum. sana bir sır vereyim sevgili sözlük , nefti filvaki de benim. yanılsamaysa yanılsama , sanalsa sanal , ama bu akşam yediğim biftek biliyorum ki , gerçekti. yoksa değil miydi sevgili sözlük?
evet sevgili sözlük ben gittim , ben bittim. bitenin sen olduğunu zanneden üçbeş nadana inat nefti filvaki'nin dönüşü muhteşem olacak.
edit: ulan güzel edebiyatmış be ayrılmak. valla moralim yerine geldi.
öyleyse devam...
noir desir tarzı grup . özenti desek daha isabetli olur sanırım . ayrıca , solistin içine sanki bir hintli kaçmış gibi tonluyor kelimeleri.
genelde hareketli bir müzik , hani sabah sabah uykulu gözlerle kalktığınızda hala bir yanınızla yatağa aitsinizdir ya , işte böyle bir anda uykunuzu dağıtıp , güzel bir kahvaltı yapmanızı sağlayabilir bu grup.
"raudteejaam" parçası bir hayli güzeldir , diğerlerine nisbeten slowdur.
"Yazıları okunmaz yapan skin ve arka plana gömmeli reklamlar"
bu bir gerekçe olamaz sanırım çünkü , tarkandan dön bebeğim butonuyla reklamsız , sade bir arayüz kullanma şansını tanıyor ekşi sözlük.
yani bu site bana reklam amaçlı gibi geldi. çünkü maddelerin arasına bile reklam koyulmuş. asıl bu sitede okumak daha zor. ki herhangi bir yazıyı açın , sayfanın sonundaki üç entryden önce reklam. haydaaaaa bu mu rahat okumayı sağlayan şey.
ki yazıları , sözlük formatında okumanın da ayrı bir hazzı var hani : dön bebeğimle devam ekşi'ye.
sevtap parman'ın que sera sera yorumu yetmedi , şimdi de sibel can o güzelim beatles şarkısını yorumlamış. yorumlamış mı? düpedüz katletmiş aslında. (hafif tabirler için kendimi sıktığımın resmi olsun bu da).
not:dinlemek isteyenlerin , öncelikle gmail hesaplarının olması gerekmekte. sonra da google grup'tan müzikometre'ye üye olup yesterday başlığındaki dosyayı indirebilirsiniz.
ya da aramaya inanın.
ruhunda hissettiği inkılapları müziğe dökmek için yaratılmış bir deha. unutulmayı bütün nüveleriyle tatmış , dışlanmışlığın cisimleşmiş hali olmuş adeta.
buhrandan buhrana bir yaşam. bluesbreakers grubunda gitar çalma denemeleri , sonra fleetwood mac grubu : sayısız albüm , sayısız dinleyici , ve yığınla para.
arkadaşlarının aksine , paradan ziyadesiyle rahatsız. tatmin duygularının körelmesinden ve rehavetin o çürütücü döşeğinden kurtulma serzenişleri , bağıran da duyan da sadece kendisi.
sonra yeni arayışlar , lsd denemeleri ve her şeyden kopuş . kimliksizlik bir nevi. kendinden kaçış . ama gitar peşini bırakmaz green'in , boşluk anında biricik teselli kaynağıdır o yüce enstrüman.
solo çalışmaların ardından yeni bir grup daha : "peter green and the splinter group".
bu münzevi dahi'yi anlayabilmek için bandit albümünü bir yerlerden bulup dinlemek şarttır.
notalardaki hüzün ve melankoli , gitar sololarındaki o bambaşka atmosferle parçaların anlam dünyasını da genişletmektedir. bandit parçası da bu ruh durumunun zirvesidir.