nebi derya nebi deniz
39 (uyuyan dev)
yedinci nesil yazar 3 takipçi 13.50 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    genç hacılar platformu

    60.
  1. tekke

    10.
  2. Tek başına birkaç düşmanla mücadele üstesinden gelinmesi zor bir durum. internet, televizyon, bilgisayar oyunları, çok uygulamalı akıllı telefonlar şeytanın önderliğinde saf tutmuş, bütün hünerlerini takınmış cengaverler misali, tek başına karşılarına geçmiş insanı hedef almış ve olanca acımasızlıklarıyla saldırıya fevkalade açık bu varlığa vuruyor ha vuruyorlar. Bilinen kadim düşmanların yanına bu nevzuhur düşmanlar da eklenmiş ve böylece güçlerine güç katmış bir vaziyette cenk etmedeler. Düşmanlarla daha ilk karşılaşmasında bunların üstünlüklerini kabul ederek mağlubiyete kendini hazırlayan insan; zamanına, zihnine, enerjisine, yeteneklerine, sağlığına gelen ölümcül darbeler karşısında direnç göstermenin anlamsızlığıyla ikna olmuş bir şekilde teslimiyetini sunuyor çarçabuk.

    Çoğu insan için sonucu baştan belli olan bu mücadeleyi tersine çevirmek tek başına çok zor. Bilgi, tecrübe, amel, sağlam irade, güçlü psikoloji vs. gibi meziyetler tek başına asla muzaffer olabilecek desteği sağlamaya haiz değiller. Bunları hepsiyle donanmış insan bulmak da benzetmeye gerek duymayacak açıklıkta zor. Bu durumda yapılacak en makul şey bu donanımları haiz birinin önderliğinde savaşmak. Cemaat halinde yapılan saldırılara karşı koymanın yolu yine cemaatle mukabele etmekten geçer.

    Modern zamanlar, yeni bir solukla dizayn edilmiş hankah ve tekkelere hiç olmadığı kadar muhtaç. Halihazırda cemaat evleri, yurtlar, sohbet yerleri, medreseler, dergahlar vs. adları ne olursa olsun insanlara manevi yol göstermeyi amaçlayan müesseselerin doldurdukları boşluk maalesef çok küçük. Belki de ne kadar modern düşüncelerle yeniden tasarlanmaya çalışılırsa çalışılsın bu kurumların hala sadra şifa olamamalarının nedeni bu resimdeki en önemli aktörün yani alim-zahid-mürşit liderlerin eksikliğidir.

    Her hali ile size Peygamberi hatırlatan, konuştuğunda ağzından sadece hak çıkan, içinizdeki sıkıntıyı gülümsemesiyle def edebilen, Mercedes CLS63 veya BMW M6 kullanan değil, bir cemaatin yanına girdiğinde kimsenin ayağa kalkmasına müsaade bile etmeden boş yer kapının eşiği, ayakkabıların yanı bile olsa hemen oraya oturan, iki kattan fazla elbiseye sahip olmayan, tevazunun tanımını bizzat davranışları ile anlatan, okullar, yurtlar, iş yerleri, şirketler, bankalar, kurban kesim yerleri, TV’ler, radyolar, gazeteler, dergiler, dershaneler, yayınevleri sahip olmak bir yana bunların açılmasını teşvik dahi etmeyen çünkü kendi vazifesinin asla bunlar olmadığını çok iyi bilen, borç isteyecek kadar az parası olan, TV ve radyolara çıkmayan, kendini dini anlatmakta tek otorite görmeyen, dinin kurtuluşu için kendisinin vazifedar ve önemli olduğunu zannedecek bir zihni zaafiyeti olmayan, hasılı kelam şu anki yol göstericilerin yaptıklarının hiçbirisini yapmayan ama Peygamber gibi, Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi, imam Şafii gibi, Muhasibi gibi, Cüneyd-i Bağdadi gibi, imam Gazali gibi, Said Nursi gibi olan bir mürşit ancak bizim düşmana karşı sağlam ve sebatkar durmamızı, sabırla mücadele etmemizi sağlayabilir.

    içeri girdiğimizde modern zamanların sıkıntısını hemen atmamızı sağlayacak ilahi nurların merkezi, yolları kaybetmemize, şaşırmamıza karşın yolumuzu gösterecek tabelaların yazıldığı, Kuran ve hadisi bize yudum yudum içiren, zahire de batına da eşit önem veren, şeriatsız bir tarikat ile tarikatsız bir şeriatın tehlikelerinin farkındalığını kurumsal bünyesine yedirmiş, sadece tek bir kitaba, tek bir kaynağa, tek bir alime bağlı kalmadan büyük medeniyet birikimimizin bütün kaynaklarından bizlere doyasıya tattıran, çalışana da memura da fakire de çalışmayana da amire de eski günahları altında ezilene de gayrı ciddiye de zengine de yüzü bir türlü gülemeyene de, evinde işinde huzurunu kaybedene de kibrini alt edememişe de güzele de güzelliği dışa vurmayana da kendini özel hissettirecek derecede muamele gösteren cennet misali bir tekke hepimiz için bir tekkenin fevkinde bir kale vazifesi göreceği için çok mühimdir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=72
    1 ...
  3. genç hacılar platformu

    59.
  4. infak

    14.
  5. Kur’an ile olan irtibatımızın çok sıkı olmadığı kesin. Hayatın her alanı için bir sözü olan ve içerisinde her türlü derdimize kati devalar barındıran Kitab ile aramızdaki bu gevşek ilişki düzenli alması gereken kalp ilacını sadece kalbi ağrıdığında hatırlayan adamın durumuna benzemektedir. Ama bir farkla: ilaç kapsülünü bir bütün halinde alıp içmiyor içerisini boşaltıp sadece kabını mideye atıyoruz. Bir ölüm vakti veya Ramazan’da veya en iyi ihtimalle bazı Cuma günleri, manasını anlamadan sadece yüzünden Kur’an okumanın vereceği faydadan çok şey beklemenin safdillikten başka bir izahatı yok.

    Bize bağışlanan malın, paranın hayır yolunda harcanması gerekliliği Kuran’da çok sık bir şekilde vurgulanmakta. Aşağıda bu vurgulardan bir kısmını bir ihtar ve hatırlatma mahiyetinde anlayışınıza ve dikkatlerinize arz ediyorum. Aslında aşağıdaki her bir ayet hakkında bir yazı yazılsa yeridir. Zira her bir ayet kalbin en hassas noktasına o derece etkili bir şekilde dokunuyor ki… Ancak bu harikulade sözlerin fani kelime ve cümlelerle örtülmesine gönlüm razı gelmiyor. Bu yüzden sözü mümkün olduğunca kısa kesmek istiyorum.

    Ders alınması dileği ile sizi Kur’an’ın eşsiz pırıltıları ile baş başa bırakıyorum.
    Bakara - 219. Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “ihtiyaçtan arta kalanı.” Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.
    Bakara - 254. Ey iman edenler! içinde ne bir alışveriş, ne dostluğun ne de bir şefaat imkânı bulunmayan bir gün gün gelmezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kafirler zulmedenlerin ta kendileridir.
    Bakara - 261. Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
    Bakara - 263.Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).
    Bakara - 268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet va’dediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=68
    1 ...
  6. genç hacılar platformu

    58.
  7. kur an i kerim

    4.
  8. mehmet okuyan

    5.
  9. Herhalde kendisini anlatmak için en uygun ifade “Yürüyen Kur’an”dır. Bu ifade size abartılı gelmişse Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tefsir Anabilim Dalı Hocası Prof. Dr. Mehmet Okuyan ile karşılaşmamışsınız demektir. ilk olarak Hilal TV’de Ramazan ayında iftar programı sunarken denk geldim. Ondan sonra da ekrana çıktığında neredeyse kaçırmıyorum. Sanki Kur’an’ı içinde yaşatıyor gibi bir izlenim veriyor size. istediği ayeti saniyeler içerisinde hemen bulabilmesi eğer sizin için ayırt edici bir özellik değilse adının önünde profesör yazan birçok ilahiyatçının sureleri bile o derece kolay bulamadığına şahit olmamışsınız demektir. Halka önderlik yapması gerektiği halde bir devlet memuru olmanın üstünde bir kendine bir vazife addetmekten çekinen, cemaati namaz vakitleri dışında görmeye tahammül gösteremeyen, ezbere bildiği Kur’an sayfaları onu geçmeyen yüzlerce imamdan hiç bahsetmiyorum bile.

    Kur’an okumaya başladıktan sonra O'nu elimizden hiç düşürmesek en kötü ihtimal, en zayıf hafızalımız bile otuzlu yaşlarda Kitabın içindeki her şeyi, hangi kelimelerin nerede geçtiğini, nerelerde neden bahsedildiğini öğrenebiliriz sanırım. Ama nasıl oluyorsa 600 sayfalık bir Kitabı baştan sona bütün ömrümüz boyunca en fazla bir bilemediniz iki defa okuyoruz. Burada kastettiğim okumanın Türkçe meali olduğunu muhakkak anlamışsınızdır. Zira Arapçasını hatmetmekte üstümüze yok. Yani her gün 10 sayfa okusak ki bu bizim en fazla bir saatimizi alır iki ay gibi kısa bir zamanda baştan sona okumuş oluruz bu kitabı. Senede 6 defa okuyacağımız bir kitabın kıyısında köşesinde ne olduğunu öğrenmemiz için iki sene yetecektir aslında bize. Yani bu hesabım size siyasetçileri hatırlatmış olabilir ama varmak istediğim nokta şu: Bir Mehmet Okuyan olabilmek aslında çok zor değilken memlekette Mehmet Okuyan gibi kimselerin sayısının azlığı meselesi. Mehmet Okuyan’ı dinlerken Kur’an’ın engin okyanusuna dalıp inci mercan topladığınız hissine kapıldığınız doğru. Ama aynı zamanda her seferinde ben neden onun gibi olamıyorum pişmanlığını da iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

    Popüler olmanın çekiciliğine kapıldığı, şöhretin etkisini insanlara yavaş yavaş hissettirdiği, hadislere olan mesafeli duruşu gibi durumlar sizi rahatsız edebilir. Ancak bütün bu ve bunun gibi kimi haklı kimi insafsızca yapılan bütün eleştiriler bize asıl mevzuyu unutturmamalı. Başucu kitabı kavramını sözlerde bırakmayıp buna hayat veren, avucunun içi gibi bu eseri bilen, her türlü kayboluşlarda bunu kendine fener yapabildiğini bizlere gösteren birisinin bize vermesi gereken şeyler, acımasızca eleştirilerin arasında kaybolup gitmemeli.

    Ben kendi payıma Mehmet Okuyan’ı tanıdıktan ve onun dinledikten sonra şu hisseleri çıkardım:

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=67
    9 ...
  10. genç hacılar platformu

    57.
  11. yönetim

    2.
  12. Antenleri yörüngeye ayarlayıp kanalları açık tuttuğunuzda ağınıza eninde sonunda bir balık mutlaka takılacaktır. Yeter ki her daim bir teyakkuz halinde bulunulsun. işte gafletten bir dem uzaklaşıp Rahmet-i Rabbaninin inayetiyle alıcı pozisyonunda olduğum bir vakit benim de ağlarıma öyle bir balık takıldı ki değerine paha biçilemez. Öyle ki uzun bir süre bunun sebep olduğu sevinç kalbimden kaybolmadı. Sürekli bu hazineleri alan kişilerin ne halde olduğunu bir nebze olsun anladığımı sanıyorum.

    Ağıma takılan paha biçilmez şeyden bahsetmeden hemen önce son bir noktayı daha vurgulamak isterim. Sanırım çok az şey, bir camide güzel sesli ve uzun uzun okuyan bir imamın arkasında kılınan bir sabah namazı kadar hissiyatlarınızın daha hassas olmasına ve dolayısıyla radarınıza rahmet ve inayetin daha kolay takılmasına yardımcı olacaktır. Bu en verimli anın uykuda geçirilmesi, kendisine sunulan 86 karatlık kaşıkçı elmasını almak için elini uzatamayacak kadar tembel olan ve böylece bu büyük servetten mahrum kalan adamın hamakatından daha da büyük bir hamakatlıktır kanaatimce.

    Al-i imran Suresi 159. Ayet.

    işte o iki kapağın arasında keşfedilmeyi beklen yüzlerce hazineden sadece birisi bu ayet. Öyle bir servet ki karşılığında elmaslar verilse yeridir:

    “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”

    Bu ayet ister mikro ister makro anlamda olsun biz Müslümanların en muzdarib olduğu, becerisizliklerimizle birçok şeyi berbat ettiğimiz bir alan olan ”yönetim ve idarecilik” alanında bizlere yol göstermekte, külli ve kati kurallar va’z ederek idarenin en temel prensiplerini gayet açık ve bir o kadar net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kurallar bir devlet başkanı için geçerli olduğu kadar bir şirket yöneticisi için de, bir takım kaptanı için de, bir baba için de geçerlidir.

    Evvela yöneten kişi mutlak surette etbasına (veya işçisine, evladına, eşine vs.) karşı yumuşak davranmalı, kalbini kıracak üzecek, onurunu incitecek söz ve davranışlardan mutlak surette kaçınmalıdır. Çünkü idarede aslolan şefkattir. Baskı, hakaret, zorbalık yöneticilik değil tiranlıktır ve eninde sonunda bir açık bir patlak verecektir. Karşıdaki de bir insandır ve bir kişiliğe, bir ruha ve duygulara sahiptir. Bu manda hiçbir insan diğerinden farklı değildir. işte bu yaratılışa uygun olan ise ona yumuşak davranmak ve ona kendini değerli ve önemli hissetmesini sağlamaktır.

    ilk madde genel anlamda yöneticinin yönetilene yaklaşım tarzını gösterirken ikinci madde bir hata ve kriz karşısında yapılması gerekeni göstermektedir. Aslında bu da ilk madde ile uyumludur. idaresi altındakiler yumuşak davranmayı kendisine prensip edinen bir yönetici bir hata karşısında öfke yolunu değil af yolunu seçecektir. istisnai durum ve kişilikler hariç, affetmek hep karşıdakinin kazanılması ile sonuçlanacak erdemli bir davranıştır. Kişi hatasını ancak affedildiğinde anlayacaktır. Suiistimal gibi durumlar dışta tutulduğunda bir daha bu hatayı tekrar etmemek, kendisini affedeni utandırmamak için sadece hata ettiği konuda değil topyekün bütün görev ve davranışlarında bir çeki düzene gidecek ve her zamankinden daha dikkatli ve titiz olacaktır.

    Üçüncü kural istişare. insan aciz ve yetenekleri de sınırlı. Herşeyi bilmesinin imkansızlığını geçin tek bir alanda bile tam vukufiyet sahibi olduğun iddia edecek kimse çıkmaz bu dünyada. işte birbirine her bakımdan bağlı ve bağımlı insanoğlu daha iyiye ulaşabilmek için mutlaka birbirine danışmak zorunda. Bilimsel bir konuda uzmanlaşmaktan çok farklı bir alan olan yöneticilikte bu mecburiyet daha açık bir şekilde görülmektedir. idare ettiklerinin görüşleri çok zaman yönetici için değerli fırsatlar sunabilmektedir. En iyi yöneticilerin etrafında değil bir iki tane onlarca danışman olduğunu görürüz. Çünkü akıl akıldan üstündür ve başkasının aklını kullanmamak akılsızlıktır.

    Son kaide ise yöneticinin bu danışmalarının neticesinde bir karar vermesi ve bu kararında sebat etmesidir. Kararlılık belki de çok az kişide bulunan bir vasıf. Bir çok değişkenin olduğu bir durumda istişare neticesinde yönetici son kararını verdikten sonra artık kararlılık göstermeli ve verdiği kararın sonucuna dair Allah’a tevekkül etmelidir. Sürekli karar değiştirenler, bir karar üzere sebat edemeyenler etbası arasında bir güvensizliğin vücut bulmasına sebebiyet vermiş ve bu da beraberinde huzursuzluk ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. irade sahibi yöneticiler ince eleyip sık dokuduktan sonra kararlarını alırlar ve her değişen akıntı karşısında rotalarını şaşırmazlar. Gerektiğinde gerektiği kadar esnek olabilmek bu kararlı duruşun zıttı değildir asla. Elastikiyet aslında verilen kararın neticesinin daha iyi sonuçlanabilmesi için alınan tedbirlerdir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=66
    1 ...
  13. hicret

    25.
  14. Peygamberimizin Allah’ın kullara en büyük rahmetlerinden biri olmasının muhtelif sebepleri var. Peygambere bakarak, O’na kulak vererek Allah’ın ne istediğini nasıl bir hayat yaşamamız gerektiğini görebilir, öğrenebilir ve böylece bunları hayatımızda tatbik ederek maksadı gerçekleştirebilir, hedefe, rızaya ulaşabiliriz. Peygamberliğin mührü olması hasebiyle hem bütün ömrünün hem de hususiyetle 23 senelik nübüvvet döneminin; bu alemin kıyameti kopana veyahut imtihan zamanı sona erip meydan kapatılana kadar bütün insanlığa her türlü durumlar için çözüm, öneri, model, anahtar barındıran, ahirete irtihalinden sonraki bütün zamanların üzerine en uygun bir şekilde oturtulabileceği, yerleştirilebileceği bir nevi mikro şablon veya kalıp olması aslında her daim şükretmemiz için yeterli olabilecek bir rahmet olduğu ne kadar açıktır. Bu bedahet o dönem sadece okunup geçildiğinde çok net görünmeyebilir. Ancak gerek ferdi gerek içtimai bir sorunla karşılaşıp o kutsi dönemin kapısını her çaldığımızda hiç elimiz boş dönmememiz, Rahman’ın kullarına olan sınırsız rahmetini bir kez daha bütün açıklığı ile mucizevi bir şekilde bize göstermektedir. Bu hem Allah’ın Rahman isminin kulları üzerindeki sınırsız tecellisinin hem de Peygamberimizin öldükten sonra bile göstermeye devam ettiği mucizesinin çok parlak bir örneğidir.

    Ne zaman bir çıkmaza girsem Peygamberimizin hayatına şöyle bir zihinsel yolculuğa çıkarım. Bu arada bir antrparantez olarak belirtmeliyim ki, bu zihinsel yolculukların canlı ve zinde olabilmesi o dönemin sürekli akılda tutulması ile o dönemi kendisinden ders çıkarabilecek tafsilatta akılda tutabilmek de o dönemi sürekli okumak ile mümkündür. Bu sebeple Peygamber’in Hayatı, Kur’an-ı Kerim ile birlikte hep elimizin altında bulunması gereken bir kaynak olmalıdır. Malum, nerde bir insan hakkı ihlali, işkence, savaş, katliam varsa mağdurlarının Müslüman olma ihtimali yüzde yüze yakındır. Suriye, Gazze, Mısır, Arakan, Pakistan, Afganistan.. nereye dönerseniz dönün dert çekenlerin hep Müslümanlar olduğunu görürsünüz. Özellikle Suriye ve Mısır üzerinden Peygamberin dönemine başvurup bir çıkış anahtarı arıyordum nice zamandır. Bugün bir ışık lütfetti Allah.

    Şöyle bir altüst ederken o dönemi zihnimde, Hicret olgusuna takıldı aklım birden. Peygamberimiz 13 sene boyunca yeni bir dini puta tapan insanlara anlatmak için uğraşmış. Bu davet, insanın Allah’ı tanıması ve O’na iman etmesi dolayısıyla toplumun yeniden inşası ekseni üzerine kurulmuş, bireysel olarak mü’minleştirilen insandan toplum seviyesinde bir iman ve ahlak yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Tek tek bireylere davette bulunan Peygamberimizin getirdiği bu yeni dinin mensuplarının sayısı arttıkça, kurulu düzenin tehlike algısı da kırmızıya doğru ilerlemiştir. Tehlike algısı arttıkça baskılar da doğru orantılı olarak artmıştır. Kendilerine yapılan tüm baskılar karşısında sabır ve metanetlerini hiç kaybetmeyen bu yeni toplumun üzerindeki baskı fıtri yapıyı zorlayarak tahammül edilmez bir hale gelerek bireyleri karşılık vermeye zorlamıştır. işte bu tahammül edilmez aşamada Peygamberimiz ilahi desteğin direktifleri doğrultusunda artık o diyarlardan çıkılması gerektiğini görmüş ve bu yeni dini baskı ve şiddete maruz kalmadan yaşayabilecekleri bir mekan arayışlarına girmiştir. Ticaret amacıyla Mekke’ye gelen değişik kavimlerle görüşmüş ve en nihayetinde Medine halkı ile anlaşarak ayrılığın temellerini 1 ve 2. Akabe Biatları ile atarak Medine’ye hicrette karar kılınmıştır.

    işte bu hicret, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmanın çok kıymetli bir ilacını bizlere sağlıyor. Eğer dininizi yaşamanız hayatlarınızı tehlikeye sokuyorsa ve o düzeni değiştirmeye yetecek gücünüz yoksa gücünüzü toplayıncaya kadar memleketinizi terk etmeli, dininizi emin bir şekilde yaşayabileceğiniz, hayatınızın güvende olabileceği başka yerlere göç etmelisiniz. Peygamber nasıl Medine’de uğraşmış, mücadele etmişse sizler de orada da boş durmamalı, dininizi en güzel bir şekilde yaşamaya çalışırken vatanınızı kurtarmak için çalışmalısınız. Umulur ki Allah bir fetih nasip eder. Ancak eğer bu dünyada bir fetih verilmezse diğer dünyada mükafat kat kat verilecektir. Zümer suresinin 10. ayeti bize bu ilkeyi çok açık bir biçimde öğretmektedir: “(Resulüm!) Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir.” Allah bu ayet ile bizlere; her daim iyilik yapmamızı, muhsin olmamız engellendiğinde geniş olan Allah’ın arzından bir yer seçerek iyi kulluğumuzu devam ettirmemizi, yerini yurdunu terk etmenin çok büyük sıkıntı ve zorluğuna rağmen sırf Allah rızası için sabretmemiz gerektiğini bunun karşılığında da Allah’ın ya bu dünyada fethi nasip edeceğini veya erteleyerek diğer dünyada bizleri mükafatlandıracağını talim etmektedir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=65
    1 ...
  15. genç hacılar platformu

    56.
  16. genç hacılar platformu

    55.
  17. tasavvuf

    103.
  18. Bir hâl ilmi olan tasavvufta her şeye yaşanılarak ulaşıldığı için elde edilen bilgileri, kat edilen yolları, zuhur eden halleri, varılan makamları tasvir etmek için kullanılan ifadeler ve tanımlar çoğu zaman düğümü açmaktan ziyade daha da köreltmiş ve herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir ıstılahlar mecmuasının oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca yaşanan durumların şahsi olması ve herkes için genel geçer bir kalıbın olmaması hem bu mecmuanın sürekli genişlemesine hem de aynı terimlere farklı manalar verilmesine sebebiyet vermiştir. Bundan bir kavram kargaşası olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ancak terimlerin keskin bir tanımının yapılmasının zor olduğu da bilinen bir gerçektir. Açıklamasını yapacağımız bu üç terim için de aynı zorluklar geçerlidir.

    Tasavvufta bilgiye yani hakikate, Marifetullah'a ulaşma yolu olan keşf, genelde Muhâdara, Mükâşefe ve Müşâhede şeklinde bir üçlü mertebe/aşama yoluyla izah edilir. Tasavvuf ıstılahında bu üçlü aşamadan ilk önce imam-ı Kuşeyri (ö.465) Risale’sinde bahsetmiştir. Kuşeyrî’ye göre, sûfîye açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede halleri ortaya çıkar. Muhâdara akla, mükâşefe ilme, müşâhede marifete dayanır. Mükâşefe muhâdara’dan, müşâhede ise mükâşefe’den üstündür. ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn şeklindeki sıralamada muhâdara ilme’l-yakîn, mükâşefe ayne’l-yakîn, müşâhede ise hakka’l-yakîn ile örtüşür. Aynı sınıflandırmayı Avarifü'l-Ma'arif’te de görmemiz mümkün. Ayrıca keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte "keşf ve ilham" şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşâhede ile birlikte "keşf ve müşâhede" şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifâde için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır.

    Hakikatin bilgisine ulaşma yolundaki sâlik için ilk mertebe Muhâdara’dır. Muhâdara, hazır olma, huzurda bulunma demektir. Bu başlangıç hâli olup ilim ehlinin mertebesidir. ilme'l-yakîn de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal (mantıksal çıkarımlar) ve kesb ile gerçekleşir. Hakikate ulaşma yolundaki sâlik karşısında değişik engeller bulur. Allah’ın inayeti ve sâlikin azmi ile sülûk ilerledikçe bu hicaplar tek tek kalkar. işte bu ilk aşamada sâlik talim ettiği bilgiler neticesinde hakikatin lezzetini yavaş yavaş kalbinde duymaya başlar. Ancak bu duyuş, eldeki ilmin yani delillerin, akli çıkarsamaların ve zihinsel faaliyetlerin sonucu gerçekleşir.

    Sülûkunu devam ettiren sâlik’in kalbinin üzerindeki perdeler kalktıkça hakikatin zevklerini daha bir içten duymaya başlar. Artık sâlik Mükâşefe mertebesine geçmiştir. Kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek, iki şey arasında perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çıkması gibi anlamlara gelen Mükâşefe, hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olan bazı şeyleri bilme” hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanılmaktadır. "Kalb" veya "sır" gözünün açılmasıyla gayb âleminin görüldüğü bu mertebede delîl, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne'l-yakîn mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbî) gerçekleşmektedir. Artık hicabın ötesindeki umur-u gaybiyeye ait bilgilere ulaşma başlamıştır. Bu noktadan sonra kesbe ve zahiri bilgiye ihtiyaç yoktur. Onun yerine Allah’ın lütfu ile ledünnî ilmin hazineleri sâlik için bir bir açılmaya başlamıştır. Bu aşamada sabır ve sebat ile devam ettirdiği mücahedesinin bir karşılığı olarak sâlikin ruhunda ilahi hakikatin sırları zuhur eder ve sâlik esma ve sıfat hakikatlerini bütün benliği ile duyar, sezer ve bilir.

    Son aşama ise Müşâhede’dir. Bir şeyi temaşa etme ve gözleme manalarına gelen Müşâhede tasavvufta Allah’ın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhede hiç bir şüphe kalmadan Hakk’ın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadî’nin (ö.298) deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakk’ı bulmasıdır. Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey Hak nurunun gölgesi, eseri ve tecellisidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve keyfiyetsiz, kemiyetsiz bir şekilde kalben Hakk’ı temaşasıdır. Bu mertebede Allah, sıfatları, fiilleri ve melekutunun sırları hakkında en mükemmel bilgiye, marifete ulaşılır. Müşâhede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Sâlik nefsinden fani olup Hakk’ta baki olması nisbetinde bu hali yaşar. Üstad Kuşeyri’ye göre bu makamı Amr b. Osman el-Mekkî (ö.297) çok güzel açıklamıştır. Öyle ki, onun üzerine söz söyleyecek kimse yoktur. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: “Müşâhede, arada bir perdelenme ve kesilme olmaksızın tecelli nurlarının peş peşe gelmesidir. Bu durum bir şimşeğin hiç ara vermeden sürekli çakması gibidir. Nasıl bir şimşeğin sürekli çakmasıyla gece, gündüz gibi aydınlık olursa, aynı şekilde kalp de sürekli ilahi tecelliye mazhar olunca gecesi olmayan gündüz gibi hep aydınlık olur”

    imam-ı Gazzali (ö.505) mükâşefenin müşâhededen daha üstün olduğunu söyler. Gazzali gibi Muhyiddin ibnü'l-Arabi (ö.638) de mükâşefenin müşâhededen daha mükemmel olduğunu, müşâhede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilahi hakikatlerin temsili manalarının idrak edilebileceğini söyler. Müşâhede bilgiye ulaştıran yol, keşf bu yolun son noktasıdır. Müşâhede Zat-ı Ulûhiyet hakkında, hususi manasıyla O’na ait teveccühe esasa sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise ilahi isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme halidir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=64
    1 ...
  19. osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler

    1.
  20. ahmet yaşar ocak'ın tarih vakfı yurt yayınlarından çıkan kitabı.

    #22339322
    0 ...
  21. genç hacılar platformu

    53.
  22. ahmet yaşar ocak

    4.
  23. klişe bir söz vardır: bugünü iyi anlayabilmek için geçmişe bakmak gerek. elhak doğrudur. yoğun bir memleket gündemi içinde okuduğum ahmet yaşar ocak hoca’nın “osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler” kitabı, ülkenin içinde bulunduğu mevcut krizin altında yatan nedenleri daha iyi anlayabilmemiz için önemli bilgiler sağlıyor bizlere. hoca’nın ifadeleri ile kitap “15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar uzanmakla beraber, esas olarak 16. yüzyılda yoğunlaşan ve dini bir söylemle ortaya çıkan bir dizi bir diz bireysel ve toplumsal hareketi” ele almaktadır. burada ilgi çekici olan nokta, temelde dini saiklerle ortaya çıkan söz konusu hareketlerin her zaman siyasi bir içerik barındırarak kurulu düzene kimi zaman açık kimi zaman kapalı bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. bu bağlamda çok tartışmalı şeyh bedreddin meselesi ve bayramiyye melamiliği kitapta en fazla yer işgal eden konular.

    osmanlı devleti tarafından zındık veya mülhid olarak adlandırılıp kimisi idam edilen kimisi de yoğun bir takibata maruz bırakılan kişi ve hareketlerin nerdeyse tamamının ibn-i arabi vahdet-i vücudçuluğu ve hurufilik’ten beslenmiş en azından ilham almış oldukları kitapta sürekli bir şekilde vurgulanmakta. çok basit ifadelerle allah’tan başka varlık kabul etmeyen ve âlemi allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olarak gören vahdet-i vücud anlayışı bu tür akımlarda hep aşırı bir yorum almış ve allah ve âlemi bir gören vahdet-i mevcudçuluğa yani diğer bir ismi ile panteizme kaymıştır. ibn-i arabi’nin tasavvuf anlayışında veyahut felsefesinde kutb kavramı önemli bir yer teşkil etmektedir. ibn-i arabi’nin “kendisinde hikmet ve esmâ tecellîsinin izlerinin zâhir olduğu ve cemâl ve celâl isimlerinin tecellîsiyle münfail ve müteessir olan kimse” olarak tanımladığı kutb, ahmed avni konuk’a göre: “âlemde tasarrufât-ı ilâhiyye, halîfetullâh fi’l-arz olan kutub vâsıtasıyladır. onun mahall-i nazarı, ancak hak sübhânehû hazretleridir. ve bilcümle füyûzât-ı ilâhiyye, âleme onun vâsıtasıyla nâzil olur.” işte gerek şeyh bedreddin gerekse bayrami melametiliğin önderleri kendilerini alem-i ilahinin tasarruf vesilesi ve hakkın halifesi yani kutb olarak görmüşlerdir. böylece dini hususlarda tek söz sahibi olduklarını, ettikleri her kelamın ilahi boyutlu olduğunu, kendilerindeki her hal ve hareketin ilahi emir ve feyizler neticesinde vuku bulduğunu etbalarına kabul ettirmişlerdir.

    olayın ikinci boyutu hurufilik meselesi. yine kitaptaki ifadelerle “1394’te idam edilen fazlullah-ı esterabadi’nin, geniş çapta eski iran dinlerinin kalıntılarını, hrıstiyanlık, kabbalizm ve neoplatonizm’e ait inanç ve anlayışları islami bir cila altında yorumlayarak iran’da kurduğu bir mezhep hatta bir din” olan hurufilik’te temel inanç “fazlullah’ın allah’ın mazhar’ı olduğu, yani allah’ın fazlullah’ın bedeninde görüntülendiği ve kıyamet gününe yakın, müslümanları, hristiyanları ve musevileri kurtaracak mehdi olduğu” şeklinde ifade edilebilir. bahse konu hareketlerin/tarikatların liderleri, kendilerine gayb aleminin sultanı olma yetkisi veren kutb payesine ilaveten hurufiliğin etkisi ile artık mevcut düzende de tek söz sahibi olabilmelerine yol açan mehdilik anlayışını benimsemiş ve hep bu saiklerin etkisi ile kurulu düzene başkaldırmışlar veya gizliden gizliye faaliyetlerde bulunmuşlardır. ibn-i arabi tasavvuf felsefesinde kutb siyasi yönü olmayan tamamen manevi boyutlu bir kavramdır görüldüğü üzere bu kavramı siyasi boyutlu yapmak mehdilik anlayışını işin içine katmakla mümkün olmuştur.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=63
    1 ...
  24. ilahiyat fakültesi

    13.
  25. Süleyman Derin Hoca’nın Küre Yayınları'ndan çıkan “ingiliz Oryantalizmi ve Tasavvuf” adlı kitabı ilimlere dil öğrenilerek nüfuz edilmesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğu hakkında çarpıcı bilgiler aktarmakta okuyucuya. Bir ilim, medeniyet veya din hakkında bilgi sahibi olmak için evvela malumat sahibi olmak istediğiniz alanın dilini tam olarak öğrenmeniz gerektiği hususiyeti oryantalistlerin hayat hikâyeleri bağlamında ders alınması gereken mahiyette önümüze sunulmuş bu kitapta. Aynı zamanda inceledikleri alanlarda söz sahibi olabilmek için söz konusu oryantalistlerin muazzam çalışma azimlerini ve bitmek tükenmek bilmez enerjilerini bizlere canlı olarak gösteriyor kitap. Doğuyu ve özellikle islam’ı öğrenmek amacıyla kimi seyyah, kimi asker, kimi diplomat kimi de akademisyen ingiliz oryantalistlerin gösterdikleri insanüstü çabaları okudukça tembelliğimize hayıflandım açıkçası.

    Kitapta bahsi geçen oryantalistlerin büyük çoğunluğu Arapçayı ve Farsçayı neredeyse anadilleri kadar iyi öğreniyorlar. Hatta birçoğu bu dillerin kendi ülkelerinde öğrenilebilmesi için gramer kitapları ve sözlükler bile yazıyor. Bu dillerde şiir yazabilecek kadar uzmanlaşmış olan yabancıları okudukça hayretiniz bir kat daha artıyor. Kendi dışındaki bir kültürü, medeniyeti öğrenebilmek için dilin ne kadar da önemli olduğunun en somut örnekleri aslında bu şahıslar.

    Süleyman Hoca kitabın sonlarında tasavvuftaki Hinduizm ve Budizm etkilerinin tam olarak öğrenilebilmesi için bu alandaki bilim insanlarımızın Sanskritçe öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Böyle bir etkinin varlığını, bu varlığın derecesini yabancı kaynaklardan, onların spekülatif ve çoğu zaman yanlı ve amaçlı düşüncelerinden öğrenmek yerine, bizlerin kaynaklara doğrudan bakabilmemiz gerektiğini ve bu sebeple Sanskritçe öğrenmenin önemli bir husus olduğunu vurgulamakta Süleyman Hoca. Süleyman Hoca'nın bu tavsiyesine yüzde yüz katılmakla birlikte bunun bir o kadar ütopik ve hayalci bir talep olduğunu ifade etmek isterim. Zira Türkiye’nin dil öğrenme hususunda içinde bulunduğu trajik haline biraz yakından baktığımızda Sanskritçe'yi bir tarafa bırakın, Arapça ve ingilizce gibi en asli dillerdeki vukufiyetsizliğimiz bile tez konusu olmayı çoktan hak etmiş bir aşamaya gelmiş durumda. Mısırlı Arap bir hoca ile Arapça konuşamayan ilahiyat Fakültesi’nde profesör titrine sahip bir zat ile karşılaştığımda ağzımdan gayrı ihtiyari dökülen ilk kelime eyvah olmuştu. Eğer ilahiyat Fakültesi’nde bir profesör Arapça ve Farsçayı hem okuma hem konuşma bağlamında en az anadili kadar iyi bilmiyorsa aynı fakültede bir öğrencinin Hucviri’nin Keşfü’l Mahcub’unu hangi dilde yazdığını bilmemesine şaşırmak ve bunu kınamak sadece safdillikle açıklanabilir.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=61
    10 ...
  26. genç hacılar platformu

    52.
  27. genç hacılar platformu

    51.
  28. ihtiyaç

    27.
  29. bir lokma bir hırka

    8.
  30. TDK sözlüğünde gereksinim olarak anlamlandırılan ihtiyaç kelimesi, yaşamamızın sürekliliğini sağlamamız için gereksinim duyduğumuz şeyleri ifade için kullanılır. Hava, su, yiyecek, giyecek en başta akla gelen ihtiyaçlar. Aslında hayatımızı idame ettirebilmemiz için nelere ihtiyaç duyduğumuzdan çok nelere ihtiyacımızın olmadığıdır asıl mesele. ihtiyaç kılığına girmiş şeylerin tespiti ihtiyaçların belirlenebilmesi açısından çok önemli. “Buna ihtiyacım var” cümlesinin ne kadar gerçeklerle uyumlu olduğunu tespit etme süreci her zaman en başta “ihtiyaçlar bellidir bu sebeple bunu tespit etmek zor olmasa gerek” yargısını da beraberinde taşımakla birlikte sürecin akamete uğratılmasının, yanlış yollara kanalize edilmesinin en önemli aracı olarak bu ifadenin kullanıldığını mevzuya daha derinlemesine, samimi, yansız ve gerçeklere ulaşma tek-gayesi ile baktığımızda çok açık bir şekilde görürüz.

    Sahip olduğumuz –ki çoğu zaman bu ifade tam tersi bir manaya gelmektedir, biz kabul etmesek bile- şeylerin envanterini çıkarıp bir tür ihtiyaç muhasebesi veya moda tabirle ihtiyaç analizi yaptığımızda ne kadar çok şeye ihtiyacımız olduğunu(!) görürüz. Aslında öyle olduğunu zannettiğimiz demek isterdim ama çoğu zaman bu zan öyle keskin bir yakinlik ifade ediyor ki insan için, bunu değiştirecek gücü, eğer içten gelmezse dıştan bulmak neredeyse imkansız. Her ne kadar iç devrimi genellikle dış faktörler tetiklese bile safi bir ifade ile “Allah’ın bazı kullarına bahşettiği lütfu” genelde içe zuhur etmektedir. Ama yine de ve hemen hemen her zaman ve herkes için bu bir zandır.

    Bu envanteri daraltıp birkaç eşya üzerinden yapalım isterseniz. Zira bu daraltılmış çalışmanın sonuçları mutlaka bize genel hakkında da ayniyete yakın bir bilgi sağlayacaktır. Analize katacağımız bu üç ürün, araba, cep telefonu ve market alışverişi. Burada vereceğim örneklerin ortalama gelire sahip bir kişi/aile üzerinden olacağını da ve yine ortalama ve hatta belki biraz üstü bir dini hassasiyeti taşıyanlar için bir modelleme yaptığımı en başta belirmek isterim.

    Araba evvela “ayağımızı yerden kessin” ifadesinde anlam bulduğu üzere nakil aracı olarak arzu edilir. Özellikle yaşamın yoğun olduğu, toplu taşıma araçlarının tıka basa dolduğu, hastane, okul gibi gerekli mekânlara ulaşımın daha zorlaştığı yerlerde sürekli bir şekilde arabaya olan ihtiyaç vurgulanır. Bir miktar para biriktirmeye güç yetiren hemen herkes öncelikle araba almaya yönelir. Yani araba alma duygusu fıtri bir hal almış gibi desek abartmış olmayız. Bu araba sahipliğinin bir diğer aşaması da genellikle araba modelini yükseltme isteği olarak tezahür eder. ilk dürtüdeki ihtiyaç hissiyatı artık yerini rahatlık ve konfora bırakmıştır. Genellikle ikinci el olarak alınan ilk otomobil çoğu zaman ikinci tercihte yerini sıfıra bırakır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de araba satışı yapan web sitelerinin ve tabi ki bayilerin web sayfalarının en çok tıklanan sitelerden olması hiç de şaşılacak bir durum değil. Arabanın özellikleri arttıkça kişinin tatmin düzeyi de artmaktadır. Ve araba modeli belirlemede konfor sonrası en belirleyici özellik tabi ki çevredir. Malından dolayı övünme, başkasına hava atma veya en azından arkadaşının hatta kardeşinin arabasından altta kalmama duygusu en önemli itici unsurlardandır.

    En düşük sıfır model arabanın 30 bin lira civarında ortalama asgari ücretin de 800-900 lira olduğunu göz önüne aldığımızda insanların ne kadar çarpık bir ihtiyaç algısı taşıdığını çok daha net olarak anlayabiliriz. “Bu devirde araba gerçekten bir ihtiyaç” sözünü duymamış yoktur muhtemelen. Asgari ücretle hayatını sürdüren insanların olduğu bir diyarda bir kalemde bu ücretin 35 katı parayı konfor tatminine vermenin ve buna ihtiyaç demenin, durduğumuz yerin tehlike boyutları hakkında açık mesajlar verdiğini anlayabilmemiz için 30 bin lirayı harcayanın değil de 800 lira alanın yerinden olaya bakmamız gerekir. Aldığı arabanın bakımına en az evladının ki kadar değer veren, sanki o arabaya değil de araba ona biniyormuş gibi her an, arabanın başına bir şey gelecekmiş tedirginliğinde gerilimler yaşayan ciddi manda patolojik vak'alar sergileyen ve ivedi tedaviye ihtiyaç duyan insanlar ise bu yazının kapsamı dışındadırlar. Zira bu durumda artık malik ve mülk yer değiştirmiş durumdadır. Bu vesileyle burada belirtmem gereken önemli bir durum var: Ev, araba gibi mülkiyet konusu olan metalar bir yerden sonra canlı bir organizma hüviyetine bürünüp zincirlerini kırmakta ve sahiplerinin yerine göz dikmektedirler. Zira “her şeye hak ettiği değeri verme gerekliliği” fıtri yasasına aykırı adımlar attığınızda bulacağınız karşılık da aynı şekilde gayr-ı fıtri olacaktır. Eviniz ve arabanız sizin en önemli meşguliyetleriniz arasına girdiğinde evim, arabam ifadelerini kullandığınız cümleler açık anlatım bozukluğu ile malul cümleler olacaktır.

    Gelelim ikinci eşyamıza: Cep telefonu. Kullanım amacından bu kadar saptırılmış bir eşya bulmak gerçekten zor. Kitap kadar hacimli akıllı telefonlar çıktığından beri aklımızı yitirmiş gibi akıllı telefon alma telaşına düşmüşüz. Teknolojinin hızla geliştiği bir zamanda, kesinlikle bilerek ve isteyerek her bir yeni üründe yeni bir özelliğin derç edilerek arzı endam edildiği akıllı telefonlar için ortalama 1.000 lira ödüyoruz. Ve çoğu zaman ikinci senesinde modelini değiştirdiğimiz, akıllılık özelliği kazanabilmesi için internete bağlı olmak zorunda olan ki bunun için de aylık belli bir miktar internet paketi almak zorundayız, önümüzde bilgisayarlar varken onların asli görevlerini de üstlenen ama aslında sadece konuşmamız için kullanılması gereken cep telefonlarına, konuşmayı bir ihtiyaç olarak algıladığınızda bu ihtiyacın ne kadar fevkinde bir misyon yüklenildiğini hayretler içirisinde müşahede ediyoruz. Artık cep telefonu olmayana değil akıllı cep telefonu olmayana yabani gözüyle bakılan bu zamanda, facebook ve twitter adresi almak ve bunları sürekli takip etmek dini bir ritüel ve bu telefonlar da bu ritüelin aksatılmadan yerine getirildiği mabetler halini almış durumda maalesef.

    Mevzu bahis edeceğim son şey market alışverişimiz. Televizyonda bir reklam filmi dönüyor. Tüketim çılgınlığını bu kadar güzel temsil eden başka bir şeye şimdilik rastlamadım açıkçası. Bir çikolata markası var ve bu çikolatayı yiyen çılgın bir gorile dönüşüyor. Gorilleşmiş tüketici, çikolatanın tadına varır varmaz bir vecd duygusu ile kendinden geçiyor ve ortalığı darma dağın ediyor. Market alışverişine giden kişi de eline alışveriş sepetini geçirir geçirmez değişime uğruyor. Ne bulursa sepetine atıyor. Cancanlı ambalajları ile her şey onu çağırıyor ve o da kimseyi kırmak istemiyor. Zaten modern tüketicinin tek şefkat gösterdiği şey tükettiği şeyler. Keşke mümkün olsa da alışverişe giden insanların sepetini ortaya bir döksek ve bunları bir analize tabi tutabilsek. Kolanın, cipslerin, sodaların, türlü etlerin, çeşit çeşit çikolataların, renkli pastaların ve daha neler nelerin cümbüş ettiği sepetin ihtiyaç oranı genellikle yüzde 10’ları geçmez.

    “insanoğluna belini doğrultması için birkaç lokma kâfidir” anlayışından “her çeşit gıdadan almamız gerek, nihayetinde hepsinin insana sağladığı fayda başka” yanılgısına çoktandır geçtiğimizden beri goril iştahımızı doyurmak için AVM’ler yetişmiyor. Suriyeli mazlumlar Esed’in elinden çekmedi tıka basa doldurduğumuz midelerimizin elimizden çektiğini. Doyuramadığımız gözlerimizin ceremesini sadece midemiz değil diğer bütün organlarımız çekiyor. Kıtlıktan çıkmışız veya kıtlığa gireceğiz gibi doldurduğumuz alışveriş arabalarındaki mallara ödediğimiz paranın yarısı ile aylık gıda tüketimini karşılamak zorunda kalan insanların varlığından, siteler yapıldığından beri artık pek haberdar da değiliz. Duvarlarla çevirili sitelerimizde aynı ortalama gelire sahip kişilerle birlikte yaşarken sepetimizdeki her şeyin asli ihtiyacımız olduğuna kendimizi inandırmamız çok zor olmuyor.

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=60
    1 ...
  31. genç hacılar platformu

    50.
  32. kitap

    137.
  33. insanın bir kütüphanesinin olması güzel bir şey. Değişken ruh halinize uygun kitapların bir ecza deposu misali her an elinizin altında olması en başta gelen güzelliklerden birisi belki de. insan bazen ağır bir felsefe kitabı bazen bir hikâye kitabı bazen de kendini silkeleyecek bir tasavvuf kitabı okumak ister. insanın ruh hali çok değişken olduğu için kitap sayısının ve çeşitliliğinin fazla olması ruhu en yüksek derecede tatmin için çok önemli. Yoksa aradığınızı bulamadığınızda aranıza bir soğukluğun girip kitaplarla bir küskünlük yaşamanız tehlikesi bile var hafizanalllah.

    Bazen de şöyle kitaplığın karşısına kurulup sadece seyretmek ister içerisi çeşit çiçeklerle dolu bir bahçeyi temaşa eder gibi. Sadece kitaplara dokunmak ister kimi zaman, hiç kapağını bile açmadan, bir bebeği okşar gibi okşamak ister. Ara ara da genel bir temizlik yapıp candan dostlarının tozunu almak bile külfet değil keyifli bir yorgunluk haline gelir. Her hâlükârda kütüphanenize girdiğinizde sanki bu dünyada değil de başka bir âlemde, kendi cennetinizde yaşıyormuşsunuz gibi mutlu olur ve kimsenin gelip sizin rahatınızı kaçırmasını istemezsiniz.

    Yatmaya gitmeden evvel şöyle hal hatır maksatlı kitaplara başvurup, bir çikolata tadımlığı birine göz atarak misafirliğimi saatlerce uzattığım çok olmuştur. En güzel elbiselerini giymiş süslenmiş püslenmiş bir şekilde sizi kapıda bekleyen can dostlarınızı bir türlü kıramazsınız. Kapağını açtığınız kitap sizi bir kara delik gibi içine çeker ve yutar. Kitabın tozu, büyüleyici bir efsuna dönüşür ve sizi kendinizden alıp çok uzaklara götür. Sırtınız veya bacağınız ağrımasa kafanızı kaldırıp onca saatin nasıl geçtiğini hiç anlamazsınız.

    Sahip olduğunuz eşyalardan sadece kitaplar sizin için bir rahatlıktır. Onun haricinde her eşya, her mal size sadece külfettir ve ruhunuzun engin âlemlerle olan bağını zayıflatır. Yukarıya bir iple bağlı olduğunuzu düşünün. Her eşya ipi gerginleştirecek ve aşağı doğru bir baskı unsuru oluşturacaktır. ipten tutunup yukarılara gitme şansınız her bir mal ile daha bir zorlaşacaktır. Buna karşılık yükleri atıp hafifledikçe yükseliş imkânınız artacaktır. Bunun tek istisnası kitaplardır. Aldığınız her bir kitap sizin yukarıya gidişinizi hızlandıracak potansiyel bir enerjiye sahiptir. Bunu okuduğunuzda ise bu potansiyeli kinetiğe çevirirsiniz. Nihayetinde kitapların ve okumaların sayısı ile yukarıya çıkış hızı arasındaki bu doğru orantı paha biçilmez bir nimettir aslında insan için. Bu nimetin kıymetinin ne derece anlaşıldığı, kişi başına düşen kitap ve okuma rakamlarına bakıldığında anlaşılmaktadır maalesef.

    yazının devamı için: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=59
    1 ...
  34. genç hacılar platformu

    49.
  35. zaman

    1381.
  36. dünya

    313.
  37. Dün birbirinden farklı iki mekâna, bir hastaneye ve bir alışveriş merkezine uğradım.

    Daha 2-3 yaşında kanser bir çocuğun neredeyse kendi boyu kadar bir ilaç torbasıyla gezdirildiğini gördüm bu hastanede. Adını bile tam okuyamadığım polikliniklerin önlerinde kendilerine sıra gelmesini bekleyen endişeli, korkmuş, bezgin ve gözlerindeki hayat ışığı neredeyse yok olmuş hastalara baktım. Her kliniğin önünde kim bilir hangi dertten muzdarip, çektikleri yüzlerinden, sözlerinden hâsılı bütün hareketlerinden belli ve muhtemelen acıları dışında başka bir şey düşünemeyen her yaştan her cinsiyetten insanla karşılaştım. Acilin içerisinden inlemeler ve çığlık sesleri hastanenin soğuk duvarlarında yankılana yankılana kulaklarıma çarpıp beynimin içerisine yuva kuracakmış gibi gelip yerleşti bedenime.

    Her hastaneye uğradığımda veya yıllardır yatalak vaziyetteki gencecik teyzemi her gördüğümde Allah’ın dünyaya ve insana bakış açısını tefekkür ederim hep. Ve istisnasız her zaman “Şayet dünyanın Allah katında, sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd 13) hadisi aklıma gelir. Şu hayatın ne kadar da kısa ve ne kadar da önemsiz olduğunu, en fazla yüz senelik ömrümüzün aslında hiçbir değerinin olmadığını çok daha net anlarım o zaman. Dünya hayatı ile ahiret hayatının karşılaştırmasını daha bir netlikle yapmak için hastaneler ve hastalardan daha iyisi ve etkilisi yoktur kanaatimce.

    Eğer Allah bu dünyaya birazcık önem verseydi el kadar bebeler, henüz dünyanın d sini anlamamış çocuklar, gencecik insanlar acı çekmezdi. Aynı yaşlarda birisi alışveriş merkezinde çılgınca eğlenip, bilinçsizce tüketirken, bir diğeri litrelerce ilaç damarlarına zerk edilirken ilacın yan etkisiyle baş dönmesi, kusma, baygınlıktan tutun da onlarca derdi çekmek zorunda kalıyorsa demek ki hakikaten bu dünya çok kısa bir zaman için var edilmiş. Demek ki Allah gerçek manaları ile lezzeti de derdi de diğer dünyaya saklamış.

    Keyifle arkadaşları ile gülüp eğlenen, yiyip içen etrafında olan bitenin farkında bile olmayan insanlara rastladım alış veriş merkezinde. Kimi kendisine ayakkabı beğeniyor kimisi elbiseleri bir bir deneyip aynaları çatlatıyor. Kafamı nereye dönersem döneyim tüketimin uyuşturucu ve bir o kadar sanal, yalancı hazzı içinde kendini kaybetmiş gençlere, orta yaşlılara, yaşlılara ve hatta çocuklara rastladım. Ve hastaneden yeni dönmüşken bu manzara bana yine ve sadece bu dünyanın değersizliğini ve basitliğini hatırlattı.

    Lezzetlerin etkisi o kadar geçici ki, küçücük bir dert insana bir yıllık lezzeti çabucak unutturuveriyor. Bir yıl boyunca keyif içinde yaşayan, sıkıntı bulaşmamış birisi birkaç gün baş ağrısı veya diş ağrısı çekse sanki bir yıl çekiyormuş gibi dert yanar. Dünya ile ahiretin karşılaştırması ise bundan daha derin. Bütün ömrü sıkıntı ile geçen birisi için cennette bir anlık bile bulunma ona yaşadığı her şeyi unutturacaktır. Aynı şey tam tersi için de geçerli.

    işte hastalar bize hayatın en hakiki yönünü yani geçiciliğini ve faniliğini anlatan en somut göstergeler. Bizim başımıza da gelse başkasından da görsek her hâlükârda hastalıklar bize hep şunu anlatır:

    yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=58
    0 ...
  38. cogito sözlük

    61.
  39. iddialı adımlar peşindeler...

    her an bir ünlü burada yazdığını açıklayabilir ona göre...

    (bkz: nihat doğan)
    1 ...
  40. genç hacılar platformu

    48.
  41. ahlak

    96.
  42. bilim

    62.
  43. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Bu yazı, iki muhterem ilim adamı Alparslan Açıkgenç ve Fazlurrahmman’ın görüşlerinden etkilenerek oluşturulmuştur. Akademik bir yazı olmadığı için dipnotlarla süslenmemiştir. Ancak bu iki büyük ve güzide ilim adamının ufuk açıcı nitelikteki fikirleri yazının her tarafına sinmiştir. Oldum olası akademisyenlerin makalelerini dipnot ve atıflarla doldurma telaşlarının verimliliği ve üretkenliği düşürdüğü kanaatini taşırım. En orijinal fikirler bile mutlaka belli birikimlerin üzerine inşa edilmiştir. Dikkate değer bir yazı yazmak onlarca belki yüzlerce sayfa yazı okumaktan geçer. Kendi dünya görüşünüze göre bu aldığınız bilgileri bir filtreden geçirerek fikirlerinizi inşa edersiniz. Her paragrafta yazdıklarınızın kaynağını araştırmak ve bunu bulmak hem zaman kaybettirici hem de yeni fikirleri önleyici bir etkiye sahiptir. Bu kişisel kanaatim. Doğru ya da yanlış ancak üzerinde mutlaka tartışılması gereken bir konu. Mevzuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Zira bu konu hem bu yazının yeri değil ve hem de akademisyenlerin intihal kaygısı üzerinden bu düşünceme kökten karşı çıkacaklarını tahmin etmek zor değil.

    Ahlak, üzerinde çok düşünülüp çok yazılan ve çok konuşulan bir mefhum. Ancak bilim kavramıyla birlikte ele alınışı bu derece yaygın değil. Buradan sadece bilimsel ürünlerin ahlaki boyutunu kastetmiyorum aynı zamanda bilim insanının ahlaki düzeyi ve asıl mesele olan ahlakın bilimden önce gelmesi mevzunu gözler önüne sermek istiyorum. Bilgiye sahip olma telaş ve gayreti ahlak sorununun hep arka plana atılması hatta aynı çerçeveye bile sokulmaması gibi kanıksanmış bir duruma yol açmıştır. Bunun en önemli sebebi muhakkak ki Batı Medeniyetinin bilim anlayışıdır. Ahlakın hep dini bir boyutu olduğunu düşünen Batı Medeniyeti, laboratuvarının içerisine bunları mümkün mertebe koymamaya çalışmıştır. Bazen en uzak mekanlara atmış bazan da kapının önünde bekleterek çalışma alanından çıkınca takacağı bir aksesuar vazifesi biçerek bilimden tamamen soyutlamışlardır. Din gibi ahlak da bilimin önünde bir engel olarak telakki edilmiş. Bu anlayış hala tüm yoğunluğu ile devam etmekle birlikte ahlaktan arındırılmış bir bilimin çoğu zaman orta ve uzun vadede insanlık için hep bir kötülük kaynağı olduğu artık çok bariz bir şekilde görülmeye başlamıştır. Bu sebeple bu Medeniyetin içerisinden de artık yüksek sesler yükselmeye başlamıştır.

    Bu durum islam Medeniyetinde hiçbir zaman yaşanmamıştır. Çünkü bu Medeniyetin evlatları Allah’ın her zaman her yerde bizlerle olduğu ve bizleri gözetlediği düşüncesini en derinlerine yerleştirdikleri için ahlaktan arındırılmış bir bilim asla yapmamışlardır. islam Medeniyetinde bilim iki amaçla yapılır: Allah’ı daha iyi anlayabilmek yani Marifetullah ve bunun nihayetinde Allah’ın sevgisine yani Muhabbetullah\'a ulaşmak ve insanlığa hizmet. Bu sebeple Batı Medeniyetinin aksine alemi hatta mümkün olsa alemleri kontrol atına alma hırsı -ki bunun nihai sonucu ekolojik düzenin bozulması ve yok olması olacaktır- değil, alemi, alemleri daha iyi anlayabilme, kurulu düzeni keşfetme ve bu düzenle ahenk içinde insanlığa fayda sağlamak bilincini taşımaktadır islam Medeniyeti.

    Peki ahlak mı önce gelir yoksa bilim mi? Bu sorunun cevabı kesinlikle ahlaktır. Çünkü ancak ahlak sonrası gelecek bilim faydalı bir bilim olacaktır. Bilgi sahibi oldukça ahlakın artması ihtimali olmakla birlikte temelsiz bir binanın yükselemeyeceği düşüncesi ile bunun genelde istisnai bir hal olarak kalacağı kanaatini taşımaktayım. Temel ahlaki değerler ile donanmış kişi ancak bilgi sahibi olmakla bu niteliklerinin kalitesini arttırabilecektir.

    Peygamberimiz peygamberlik kendisine gelmeden önce de toplum içinde yüksek ahlaklı biri olarak tanınıyordu. Vahiy onun ahlakını arttırmıştır. Ancak yüksek ahlakını vahiyden sonra kazanmamıştır kesinlikle. Nitekim ilk vahyi aldıktan sonra korkuyla eve gelen Efendimize eşi Hz. Hatice’nin şu sözleri bu dediklerimizin delilidir:

    \"Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin! Ey Amcamoğlu, sebât et; vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.\"

    yazının devamı: http://www.genchacilar.co...ageID=KoseDetay&id=56
    1 ...
  44. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük