muhitzsche
52 (self sufficient)
on ikinci nesil yazar 13 takipçi 57.55 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    deve sidiği içmeyi meşrulaştırıp içmeyenler

    1.
  1. Tutarsızdır. "Şifadır, sütle karıştırılıp içilir" şeklindr savunan dalyarağın deve sidiği içmeye gelince "ay yok canım ben almiyim" tavrı takınmasıdır. Bunun bi benzeri yedi acve hurması yiyene zehir dokunmaz deyip test etmemesindedir. Ulan yavşak madem o kadar ehli sğnnet müslümanısın madem o kadar söylediğine inanıyorsun yesene hurmanı, içsene zehrini deve sidiğini. Safi rüzgar.
    0 ...
  2. her gün yanından geçtiğimiz insanların kötü olması

    1.
  3. acı bir gerçek. herkesi kendin gibi sanıyorsundur. insanların dinlediğin şarkıya senin kadar duygulandığını, okuduğun kitaptan senin kadar etkileneceğini, baktığın ormana, dağa senin duygularınla baktığını sanarsın ama gerçek aslında öyle değildir. bir eşya bulsan sahibini ararsın, birisine yardım etmek, merhamet vb. duygular hâlâ içindedir ama herhangi bir eşyanı beş dakika başıboş bıraktığında ve çalındığında o yanındaki kalabalığın hiç de öyle olmadığı gerçeği yüzüne tokat gibi çarpar. yardım etmek istediğin insan bile seni ilk gördüğünde aklından "ben bunu nasıl sikerim?" diye geçirmektedir.
    dışarıdayken kimse böyle söylemez ama böyle düşünürler. ve bunu en çok sosyal medyadaki insanların yorumlarından fark edersin. bildiğin kötüdür insanlar. ne acı.
    1 ...
  4. oturduğu yerden idealist idealist atıp tutan oç

    1.
  5. Sevgili orospu çocuğu

    "can sıkıntısının ne olduğunu tuvalette sıçarken deterjan ambalajı yazılarını ezberleyen adam bilir.

    idamın adalet mi cinayet mi olduğunu münevver karabulut'un annesi bilir, televizyonda apo'yu, askerde kaybettiği oğlundan daha çok gören anne bilir.

    çaresizliği, kıskançlığı, yolda babasıyla el ele yürüyen bir çocuk görünce yumruklarını sıkan başka bir çocuk bilir.

    yalnızlığın ne olduğunu tuvalete girip sıçarken kapıyı kapatmayan bilir.

    "aman siktir et bi daha nerden görcekler beni" hissini, otobüsün sıkışmış camını açmak için uğraşıp açamayan, dolmuşta "müsait bi yerde" derken sesi bi an tiz çıkan genç bilir.

    örtbas etmenin ne olduğunu tuvalette işerken kazara pantolonuna bikaç damla çiş sıçratan, sonra üstüne su sıçramış sansınlar diye lavaboda bilerek üstünü ıslatan çocuk bilir.

    gençliğin kıymetini bir zamanlar sahnede gitar kırıp civciv ezerken, yaşlanınca işi sempatikliğe vurup justin bieber'li kaşmir halı reklamında oynayan ozzy osbourne bilir.

    rezilliği aynaya baktığında tüm gün burnunun üzerindeki sümükle dolaşmış olduğunu farkeden bilir.

    değersizliği yazdığı hayvani uzunluktaki mesaja ":)" cevabını alan bilir.

    hak yememeyi ve mahcubiyeti, eve çağırdığı arkadaşıyla oynarken annesi önlerine yemek koyduğunda "bana daha fazla koymamıştır inşallah" diye düşünüp çaktırmadan tabakları kontrol eden ev sahibi çocuk bilir.

    bakıyorum etrafa, o kadar her şey hakkında bir fikri olan, o kadar her şeyin en doğrusunu bilen denyo var ki, vay amına koyayım diyorum, neler yaşadınız lan siz böyle? oturduğun yerden idealist idealist atıp tutmak kolaydır ekşici, siktir git önce kapıyı kapatmadan sıç, mutlu bi aile görünce yumruğunu sık, burnunda sümükle dolaş, gel ondan sonra ahkâm kes, ondan sonra olmamış de. hayata jüri üyesi olarak mı doğdunuz ne çeşit götverenlersiniz anlamadım ki ben sizi."

    Not: bazı insanların annesi orospu olmaz ama kendiai orospu çocupu olur. Bu bir karakter tanımıdır.
    0 ...
  6. bi türlü iyi olmayan akşamlar

    1.
  7. bazen "iyi akşamlar" derler. "ben bunu eve götüreyim ya lazım olur" diye alır bikaçını eve götürürsün o "iyi akşamlar"ın. ama bi türlü iyi olmaz o soktumunun akşamları.

    bazen kapkaranlık akşamlar için yıldız biriktirirsin. ama bi türlü fırlatıp göğe asamazsın koduğumun yıldızlarını. ışığı içini aydınlatmaz. öyle karanlıkta mal gibi oturup duvarı seyredersin.

    bazen okul önlerinden geçerken falan "çok sessiz kaldı bu aralar ev ya biraz çocuk sesi alayım bari" diye çocuk seslerinden, okul zillerinden filan toplarsın. eve gidersin, çıkarırsın ama bozulmaz o kaygı verici sessizlik.

    bazen o kadar uzun süre konuşmazsın ki babanla bile. bi gece vakti mutfaktasındır. bi şey isteyecek olursun. örneğin "ya baba yarın faturanın son günü de onu yatırsak?" diyeceksindir yarın, utanmadan bu yaşta para isteyeceksindir, hani hep de unutursun ya, gece kapı sesini duyarsın, babandır. "dur aklıma gelmişken şunu söyleyeyim ya" dersin. gayri ihtiyari gece yarısı uzun zamandır babana seslenmediğini fark ederek "baba!" dersin, ayıp olmasın diye hem de gecenin bi yarısı tuvalete kalktığını göre göre, naptığı çok belliyken, lafa önce "napıyosun?" diye girdiğini fark edince "napıyorum ben ya baban lan o senin" diye içinden geçirirsin. sanki telefonda uzun süredir konuşmadığın bir arkadaşınla konuşuyorsun. sanki az samimi olduğun birinden sigara istiyorsun...
    o an çok garipsersin, babanla bile bu kadar yabancılaşmış olmayı.

    esprilerine artık mimik bile kımıldatamadığın bi zaman olur bazen. babanın düşen yüzünü, "olum ayıp olmasın diye gülseydin bari" diyen bakışını görürsün, anlarsın ama işte elinden de bi şey gelmez bazen.

    bazen o kadar yorgunsundur ki kelimeler ağzından güçsüz bir istekanın değdiği top kadar yavaş, hareketsiz çıkar. anlaşılmaz kelimelerin. şaşırırsın kendine. normalde eğlenceli bir sunum yapacak kadar öz güvenin ve iyi bir diksiyonun varken "he? efendim?" en çok duyduğun soru olmuştur artık anlaşılmaz cümlelerine. en sonunda dayanamayıp "çok soru soruyosun anne!" dersin annene bile.

    ya da dudaklarının kımıldamadığı bi hı hı döngüsüne girersin cevaplarınla. hı hı döngüsü evet, bilirsin onu, yaşadıysan eğer.

    - dünkü elbiselerini mi giycen yine?
    - hı hı.

    - siyah tişört?
    - hı hı.

    - krem renkli gömlek?
    - hı hı.

    - pantolon?
    - hı hı.

    - her seye hıhı hıhı diyosun.
    - hı hı.

    - çok yorgun görünüyosun.
    - hı hı.

    annen elinde bir gazeteyle gelir. ogluş der tırnak makasını göstererek, "hadi tırnaklarını kes artık".

    baban, tırnaklarının bu kadar uzun olmasının tek bir izahı yok, der. susarsın.

    annen başında dikilir kesiyor musun diye. zorla kesersin konserve açacağı kıvamına gelmiş tırnaklarını.
    o kadar mecalsizsindir ki tırnak keserken bile "getir ben keseyim istersen" der annen.
    peçeteni hazırlar, çakmağını, kitabını... peşinden dolaşır. bir bebek gibisindir adeta. kalbin ağzında atar. ittire kaktıra yaşarsın.

    neye mecalin kalmıştır ki konuşmaya olsun. neye mecalin kalmıştır ki tırnak kesmeye olsun.

    bazen yaz vakti bi işe girersin, bi kahveciye. adamın biri bi laf söyler, ağrına gider. bu yaşta olduğun hale gider tenhada ağlar, gecesine de gider hiçbi şey olmamış gibi girersin eve.

    bazen yolda giderken gözyaşlarını tutamadığını fark edersin de bi bahanesi olsun diye mezarlığa girersin. tanımadığın bi mezarın başında rahat rahat ağlayıp seni öyle görünce "allah rahmet eylesin, başın sağ olsun" falan diyenlere çaktırmayıp "sağ olun" dersin.

    bazen o kadar yorulursun ki tuvaletin kapısını kapatmaya üşenir, kapısı açık sıçarsın.
    kıyafetini seçemezsin, "hı hı" dediğin birini ya da eline attığında denk geleni çeker çıkarır, beş dakikada giyinir öyle çıkarsın.

    bazen o kadar yorulursun ki "hocam ben hastayım gelemeyeceğim" diye yalan söylersin. eğilip ayakkabı bağcıklarını bile bağlamaya üşenirsin.

    bazen o kadar uzun süre çıkmazsın ki evden. bi çıkarsın "oha yolu yapmışlar amınakoyim" dersin. "bu ev var mıydı lan" dersin.

    bazen sigaranın külünü küllüğe atacağına içecek dolu bardağa atıp hay kafanı sikeyim dersin.

    bazen baban durduk yere "of"lar. senin için üzüldüğünü bilirsin. bi şey diyemezsin.

    eline bir peçete selpak tutuşturur dışarıya çıkarken annen.
    şunu da koy cebine nolur nolmaz, der.
    peşinden dolaşır.
    bunalırsın.

    oraya atma annem, bak buraya at der annen bazen, anne beni bi rahat bırak, dersin.

    bazen hiçbi şeyin değişmediğini görürsün. aslında hep bildiğin 17 yaşında kolbastı yapan bir ergen gibi titreyerek saçma sapan hareketler yapan birisi olduğunu düşünürsün. 17 yaşında ergenlik dedikleri şey aslında 27'nden sonra orta yaş bunalımı olmuştur. yeni bir isim bulmuşlardır o haline. değişen tek şey sikik bir isimdir bazen.

    bazen "aldın her şeyini değil mi" diye sorar annen. "anne sorma" dersin. gider masalara bakar güvenemediğinden. çıkışta evdesin değil mi der. planın yoktur ki. üç saat sonrasını bile düşünemezsin. emin değilsindir, kafa sallarsın, hı hı dersin, akşam olur gitmezsin.

    bazen bi sigara yakarsın. siktir et dersin.

    siktir edemezsin.
    1 ...
  8. geri zekalı olduğuna ikna olmak

    1.
  9. boktan bir durum.

    bir keresinde bir bakkala girdim. adamlar beni ciddi ciddi geri zekâlı olduğuma ikna ettiler. bakkaldakilerle o kadar çok konuştuk ki... nereden girdiysek din, siyaset konuşmadığımız konu kalmadı. yalnız benim entelektüel birikimim cidden acınacak seviyedeydi. hayatımda gördüğüm en entelektüel bakkal burası olabilirdi gerçekten, bunu hiç beklemiyordum. aşırı ikna edici konuşuyordu hepsi. âdeta bir hukuk profesörü gibi diplomatik bir dille konuşuyorlardı. bir ara herifçioğlu o kadar karışık konuştu ki bi bok anlamadım. ben anlamadıkça beni ezdi de ezdi. "beyefendi anlatamıyorum galiba, şekillerle anlatayım isterseniz." falan dedi. adamın gözlerindeki sarsılmaz öz güveninden o kadar korktum ki bir an ben de geri zekâlı olduğuma inandım ve onun onayını almak için saçmaladım da saçmaladım. karşısında ıslak bir kedi gibi titredim. neredeyse bakkalda köşeye çömelip başımı iki elimin arasına alıp "ben geri zekâlı değilim:(( ben geri zekâlı değilim:((" diye tekrar edecektim. o an artık tek amacım muhtaç olduğum saygıyı kazanmak ve bir geri zekâlı olmadığımı ispat etmekti. aklıma ne gelirse söylüyordum. bildiğim her şeyi cümle içinde kullanmaya çalışıyordum. yusuf kaplan gibi gerekli gereksiz her cümlede ontolojik, epistemolojik, batı, avrupa, islam, medeniyet, tasavvur, seküler, pagan, hristiyanlık, laik, greko, latin, doğu, kapitalizm, zihin, post modernizm, protestanlık, sömürge gibi kelimeleri kullanıyordum. adam bu alakasız cümlelerimden sonra ümitsizce derin bir nefes aldı ve sesli biçimde verdi.
    bir ara kendimi hunharca kıvanç överken buldum. konuyu ne ara buraya getirmiştim akıl alır gibi değildi ama "hunharca kıvanç övmek isteği" diye bi şey var arkadaşlar. "ama kıvanç kendini çok iyi yetiştirdi. helal olsun." falan dedim. herkes bi kafasını salladı, böyle "evet evet" falan dedi, onayladı.
    oh be saçma da olsa bi konuda onaylanmıştım. sonuçta bu da bi şeydi. kıvanç övmek evrensel bir şey arkadaşlar, sıkıştığınız zaman yapın bunu, yüzde yüz çalışıyor.
    0 ...
  10. büyüdükçe arkadaş edinmenin zorlaşması

    1.
  11. bu aralar kafamı kurcalayan konudur. aslında bunun sebebinden emin değilim. büyüdükçe mi böyle oldu yoksa eskiden mi insanlar daha sıcakkanlıydı, bilemiyorum. yani biz büyüdüğümüz için mi çocukluğumuz bize daha güzel geliyor, yoksa sahiden o günler güzel olduğu için mi güzel günlerdi, bundan pek emin değilim. ama konuya bir şekilde girmem gerektiği için de başlığı böyle açmaya karar verdim ve şimdilik bunun "bize öyle gelen bir şey" olduğunu varsayıyorum.

    çocukken arkadaş edinmek ne kadar basitti, size de öyle geliyor mu? buna itiraz eden olur mu bilmiyorum ama bir düşünün. yeni taşındığımız şehirde henüz kamyondaki eşyalar evimize yerleştirilirken evimizden çıkıp gözümüze kestirdiğimiz caddeden sağa-sola dönüp daha küçük bir caddeye saptığımızda şu an hiçbirimizde olmayan bir cesaretle seslerin geldiği, kalabalığın olduğu yere gidip birileriyle bi şekilde tanışmayı beceriyorduk. elimizde bir topla ilk sorumuz "oynayalım mı?" oluyordu.

    - olum sen kimsin? niye oynuyoruz? annen baban kim, ne iş yapıyor? hobilerin neler, kitap okur musun?

    hiçbiri sikimizde değildi. arkadaşlar bir şey soracağım, bu şu an bir tek bana mı "korkutucu" geliyor yahu? yani, hakikaten ne büyük cesaret öyle değil mi? bir kere "etrafta kimsenin olmaması" ihtimali yoktu. o sokakların birinde mutlaka eskiden oturduğumuz yerdeki seslere benzer sesler olurdu. ve biz tuhaf bir içgüdüyle seslerin olduğu yeri bulurduk. çocukların, gençlerin toplandığı aralığa gıcır gıcır topumuzla gidip "dokuz aylık oynayalım mı?" diye sormak yeterli oluyordu. isim, annesinin babasının ismi-mesleği, aslen nereli oldukları vesairenin pek önemi yoktu. hatta şu an bi düşündüm de çocukluk arkadaşlarımın bir tanesinin bile aslen nereli olduklarını hatırlayamıyorum. hakkaten ya, sen o kadar sene aynı topu tepüklediğin "kan kardeşinin" nereli olduğunu hiç mi merak etmedin lan? galiba bu bilgiler biraz daha büyüdükten sonra sadece sikindirikleşen muhabbetlerimiz için gerekli olan bilgiler.

    tamam, belki büyüdüğümüz için artık eskisi gibi değil bazı şeyler. mesela kalkıp hiçbirimiz arabanın altına kaçan topu almak için altına girmeyiz. sonuçta çocuk muyuz amınakoyim? size kalkıp "eskiden çok güzeldi varoooov hadi hepimiz eski günlerdeki gibi arabaların altından top alalım!" diyecek halim yok.

    benim dikkat çekmek istediğim nokta şurası:

    beyler, son zamanlarda merdivenlerden çıkıp beton banklardan birine oturup etrafı seyreden yalnız insanların sayısı arttı mı, yoksa bana mı öyle geliyor? ingiltere'de, japonya'da "yalnızlık bakanlığı" diye bi şey çıktı bu sene, duymuş muydunuz?

    şu yazıyı üşenmeden bir okuyun mutlaka. yav olum bi üşenme oku amınakoyim, önemli bi konu.

    daha önceden de bahsettiğim bir habere göre, aylardır kendileriyle hiç kimsenin konuşmadığı seksen yaşlarında bir italyan çift, sonunda bir akşam yalnızlıktan bunalıp hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. yaşlı çiftin sesini duyanlar, şiddete maruz kaldıklarını düşünerek polisi arıyorlar. gelen polislere "çok yalnızız, bizimle aylardır hiç kimse konuşmadı" deyip hallerinden şikayette bulunuyorlar. polis onların evine gelip spagetti pişiriyor, beraber yiyorlar. fotoğrafı

    yani benim asıl sorum şu:

    arkadaşlar, kafayı mı yedik? niye birbirimizle konuşmuyoruz? niye birbirimizi yalnız bırakıyoruz? eskiden hiç zorlanmadan yaptığımız sıradan şeyler bugün niye "delice, ürkütücü" geliyor?
    1 ...
  12. ayakkabısıyla kafası arasında 400 yıl olan adam

    1.
  13. bir tür.

    evet, bazı insanların ayakkabısı kafasına göre 400 yıl önden gidiyor. bakıyorsun adamın ayakkabısına deery, nike, lumberjack, skechers, camper, di trolli rugan ayakkabı vs ne haltsa, son model gıcır bir ayakkabı. sonra bir de konuştuklarına bakıyorsun, kafa kalmış 400 yıl geride. amk adamın ayakkabısıyla kafası arasında 300 meridyen var. iki meridyen arası 703.280 dakika zaman farkı olsa 300'le çarpınca 210.384.000 dakika zaman farkından herifin ensesinde yerel saat 17. yüzyılda 04.00 falan oluyor. herifin ensesinde 2. osman döneminde hotin savaşı yapılıyor anasını satiyim.

    not: elindeki telefonla olan yerel saat farkına değinmiyorum bile.
    1 ...
  14. güzel gacolara hunharca cips yerken yakalanmak

    1.
  15. o zamanlar antalya'da oturuyorduk. lise yıllarında okuldan eve yürüyerek gidiyordum. yol yarım saat kadar sürüyordu. okul çıkışında her gün iki adet cips, iki adet de piknik bisküvi alıyordum. kız kardeşim aldemir atilla konuk anadolu lisesi'nde okuyordu. bu gereksiz bilgiyi de niye verdiysem? neyse. her gün okullarının önünden geçiyordum. bir gün kız kardeşim bana "abi, arkadaşlarım seni görüyorlarmış." dedi. "beni nerden tanıyorlar ki?" diye sordum. "yüzümüz çok benziyormuş." dedi. "oha olm o kadar benziyor muyuz biz, karıştırmış olmasınlar?" dedim. " hep cips yiyormuşsun." dedi. bu son bilgiyle ben olduğuma kesinlikle ikna oldum. meğer her gün cips yerken beni izleyen birileri varmış.

    o dakika kafamdan aşağı kaynar sular döküldü, vücudumu ter bastı. "hassiktiiir!" iç sesiyle flashback yaşadım. apartmanda çırılçıplak mahsur kaldığım şu günküne benzer bir şoktu bu.

    zira kardeşimin okulunun önünden geçerken beni izleyen kalabalığa sunduğum o harikulade sahne muhtemelen şöyle bir şeydi:

    piknik bisküviler çoktan bitmiş, ikinci paket cipsin de sonlarındayım. kafaya paketi dikiyorum, bir iki defa aşağı yukarı sallayıp oval yaptığım ağzıma son parçaları yuvarlayıp şuork şuork yedikten sonra "bitti mi la?" diye paketin içine dürbüne bakar gibi son bi bakış atıp ulaşamadığım son kırıntıları da paketten çıkan şrar şroror sesleri eşliğinde parmağımla emcüklüyorum. üstüne bi de şiyup şiyup diye hunharca parmaklarımı yalıyorum.

    durun lan çizerek anlatıcam: görsel
    allah'ım resmen mutluluk tablosu. gerçi kendimi çük gibi çizmişim ama neyse kalsın böyle. ver kenarına ahşap çerçeveyi, as duvara. bir zamanlar acayip seviyormuşum lan yaşamayı ahahahah. bunu yaparken de dünya umurumda değilmiş herhalde ki uzun süre beni o okulda izleyip izleyip kopanların olduğunu fark etmemişim. pü rezillik aq.

    anlayacağınız biri beni bu şekilde kameraya alsa bugün bana çok rahat şantaj yapabilir ve ben bu görüntüler yayılmasın diye cebimdeki son parayı verebilirim.
    ama ertesi gün ne mi yaptım? yine hunharca cips yedim nihohohah. kardeşimin okulunda adımın "çıldırırcasına cips yiyen çocuk." olarak çıkması an meselesiydi artık. eve geldiğimde "ya abi ya allah aşkına cips yeme artık!" diye feryat etti kardeşim. "sana ne lan!" derken bim'den yeni aldığım patito cips paketini açıyordum, bi parça alıp ağzıma atıyordum.
    o değil de yerken bu kadar ses çıkaran başka bi yiyecek yoktur herhalde.
    1 ...
  16. kıyamet çözüm değil

    1.
  17. Tanrıyı tartışmada sakinleştirirken kurulan cümle:

    - koparıyorum kıyameti!
    - konuşarak anlaşabiliriz, lütfen, bırakır mısın o güneşi yerine? kıyamet çözüm değil.

    Gerçi burda tanrı da bi kezban gibi oldu sanki ya. Neyse kalsın böyle. Allaam töbe töbe şaka yapıyorum inş çarpılmam. Çarpmazsan sevinirim.
    0 ...
  18. apartmanda çırılçıplak mahsur kalan adam

    1.
  19. Benim. anlatayım.
    her şey istanbul'a meydan okuduğum o gün başladı.

    (buraya derin bir flashback yaparken çıkarılan "hıhm! hey gidi!" sesi ve uzaklara dalma gülüşü gelecek)
    ...
    bir gün işten çıktım.
    gene bir şeylere söve söve servise atladım. serviste iki şeyin hayalini kurdum.

    1-) eve gider gitmez hayvan gibi geğirecem. hayvan geğirir mi? geğirir. hatta öküzlerin geğirmesi doğayı rafineriler kadar kirletiyormuş. (öyleymiş, mehmet barlas'ın yalancısıyım.1 2) ayrıca türk gastroenteroloji derneği başkanı da "geğirmeler en çok iyi kalpli insanlarda görülür" diyor. kaynak


    şaka şaka:
    https://www.haberturk.com...6339-gegirmenin-nedenleri

    hem geğirmeyeyim de ödüm mü kopsun! (vallaha lan ödü kopuyormuş insanın.)
    geğirecem. minibüste birkaç küçük attım, bunlar ufak iyilikler. asıl bombayı eve gidince patlatacam. hedefim: https://youtu.be/uCDeYTtk_WA

    2-) şöyle sımsıcak suda güzel bi duş alacam. her tarafım kaşınıyor.

    eve girdim.
    "brrrööğk!" diye evi bi inlettim. iğrencim. bazen kendimden tiksiniyorum. irkildim. elimi burnuma götürdüm. çıkan nesneyi rastgele salladım. bunu yaparken baya bir vakit kaybettim. böyle iğrençliklerim vardır, mesela her sabah kardeşimi ayağımı burnuna dayayarak uyandırırım(kardeşim ayaklardan nefret eder, ama bunun sebebi üzerinde pek durmadım). "bu sümükler nereye gidiyor acaba ya" diye düşünürken her gün attığım sümükleri aramaya başladım. bu beyhude çabadan da vazgeçip üzerimdekileri "ıhm-fff-pfff" nidalarıyla çıkarmaya başladım... bir hayvan olmadığıma bir kez daha üzüldüm. bu tür rutinleri hiç sevmem. elimde olsa hayvanat bahçesini andıran bir evde çıplak yaşardım. hatta elimde olsa dedemin sikini kopartırdım. hayvanları severim. sevmenin ötesinde onlara özenirim. ama sivrisi(k)en hariç. günlük işler sıkıcı, gereksiz uzun. zaman kaybı. mesela alışveriş de öyle. üzerimdekileri olabildiğince hızlı çıkarmaya çabaladım. acayip de bi kaşıntı tuttu. kaşıntıma sövdüm. pantolonu gömleği falan ıkına ıkına çıkardıktan sonra çığlık ata ata banyoya yardırdım. (ara sıra böyle çığlıklar atarım. aslında küçüklükten kalma bir alışkanlık: babam kartal arabamızda yolda giderken "hadi bağıralım" derdi, sonra da ben ince sesimle babam kalın sesiyle "aaaaaaaa" diye bağırırdık.)

    banyoya geçtim. suyu açtım. sıcak tarafa getirdim. su, bırak sıcak akmayı, ılımıyordu bile. buz gibiydi.

    "hay allah, vanayı açmayı unuttuk!"

    bazen acayip salaklaşırım. aşırı salak kararlar verdiğim eylemler, genelde kendimi en akıllı hissettiğim zamanlara rastlar. sizi temin ederim olanlar en fazla iki saniye içerisinde gerçekleşti. tamamen otomatik. refleks olarak. yemin ederim bak. dedim ya rutinler beni sıkıyor. hani bi de akıllıyım ya, "ulan" dedim "kim giyinecek iki saat şimdi, vana kapının hemen dibinde zaten". kapıyı araladım. sağa sola bakındım. yalnızca 2 saniyede vanayı açıp dikize bakmadan gaza basacaktım. harika plan. lakin söz konusu ben olunca kurduğum bu harika plana ufak süprizler eklemeyi de ihmal etmeyecektim tabi ki. örneğin işe gidiyorken yaptığım gibi tamamen refleks olarak kapıyı "çaaat" diye kendi yüzüme kapatmak gibi. (buraya şöyle küfürler gelecek)

    işte "hayata dair gülümseten bir detay" yavaş yavaş "hay kaynanamı eşşekler siksin dedirten detaylar"a doğru evriliyordu sayemde. üşengeçlik kümesiyle gerizekalılık kümesinin kesişiminin bir elemanı vardı o saatten sonra: ben.

    anlayamazsınız. o "çıkırt" sesi, motorun yaptığı dalga, köpürtmesi hüü :'(

    resmen sağanak yağmura şemsiyesiz yakalanmıştım ve görünen o ki ortada bir şemsiyeci de yoktu.

    kamillikler listeme bakıyorum:

    ...32654538758534536909327805-) spor salonunda muhabbet açmak için bir kıza "hayırlı sporlar" demek... kızın kahkaha atması... karşı caminin imamı olmadığıma inandıramamak... (allah belamı versin)
    ...32654538758534536909327806-) apartmanda çırılçıplak kalmak. (verdi)

    şu dakika karar verdim: ben bir çengelköy hıyarıyım. evet, öyleyim. ve şu an bunu kesinlikle ispat edebilirim.

    koşuyorum, anlamsızca koşuyorum. ve işin ilginç tarafı hiçbir yere gitmiyorum. telaş içinde ileri geri yapıyorum. pıtı pıtı pıtı sürekli bir ayak sesi var. fındık yiyen sincap gibiyim. ya bunu şöyle anlatayım size: kabeye girmeye çalışırken çırılçıplak kalan adamın çaresizliğini düşünün. heh işte öyleyim. bi aşağı bakıyorum, bi yukarı bakıyorum. n'aptığım belli değil. tek çare var: kimsecikler gelmeden bodrum katına inip akşama kadar annemi eve dönmesini beklemek. merdivenlerden inmeye başladım. iniyorum ama nasıl! her an biri "sapıııık" diye bağıracak diye ödüm kopuyor. açıklayamazsın ki ne diyeceksin? hani dolmuşlar giderken dolmuş tam durmaz da artık bunun duracağı yok deyip mecbur kendini aşağı atarsın ya. ben de "ya allah!" deyip artık üçer beşer atlıyorum merdivenleri. bırak birisinin karşıma çıkma ihtimalini, beşinci kata çıkacak olan birisinin ayak seslerini duysam ta zemin kattan(kedi sesi dahil) o dakika indiğim gibi yukarı ok gibi fırlarım. öyle bir göt korkusu. hadi yukarı fişek hızıyla basamakları altışar altışar dal taşak çıkmaya başladım diyelim, tam o sırada yukarıdan bir kapı sesi gelirse büyük sıçtık. "allaaah'ım, i did my best" diyerek secdeye kapanacaktık artık mecbur napacan? bari secdede öleyim, şehit sevabı alırız.

    neyse, kazasız belasız bodruma inebildim. karanlık. her ne kadar düşük bir ihtimal de olsa buraya gelinmesi ihtimali de beni içten içe ürkütüyordu aslında ama buraya pek girmek istemiyorum. beklemeye başladım. kulağım sürekli kapıdan girip çıkanlarda. gizliden dikizliyorum. annemse seslenecem. bekle allah bekle. bekle allah bekle. hay böyle günün. o gün o bodrum'da tövbe ettim ben. hayvanlara özenmeyeceğime, insan olacağıma yemin ettim. işte o günden beri insan olmaya karar verdim. kibar, nazik bir insan. hayır, allah korusun annem yerine başka birine seslensem kadın felç geçirir.

    annem geldi. kısık sesle ve heyecanla zemin kata doğru elimi megafon yaparak "annee! annee!" diye seslendim. duyuyor ama bakmıyordu. tabi, sonuçta niye birisi bodrumdan anne diye seslensin dimi?

    "anne! benim ben! bodrumdayım, bak!"

    geldi. şok geçirdi.
    "paltonu çıkar" dedim. öyle bakıyo kadın.
    istemsizce çıkardı. aldım. giyindim. çaresizce annemin koluna girdim. merdivenleri ağlaya ağlaya çıktım. eve girerken vanayı açmayı ihmal etmedim.

    o günden sonra acizliğimi kabullenip istanbul'a beraberlik teklif ettim.

    "seni yenicem çorum!"
    0 ...
  20. kesemeyen tırnak makası

    1.
  21. ben bu tırnak makasına üzülüyorum ya. böyle bi kucaklayasım, şefkat gösteresim falan geliyor. kesemiyor abi sonuçta. şu dünyadaki tek mahareti tırnak kesmek ve artık onu da yapamıyor. böyle "bir daha koşamazsın" dedikleri millî atlet gibi geliyor bana. adam zaten yıkılmış bi de şimdi çıkıp oradan ben... tam ölçülü bi küfür edeyim diyorum, sonra böyle bi hüzünlenip bütün samimiyetimle "her şey için çok çok teşekkürler tırnak makası" deyip öteki tırnak makasını alıyorum. diğer tırnak makasının hunharca tırnaklarımı kestiğini görüp üzülmesin diye de bizi görmeyeceği bir yere koyuyorum. yapı olarak çok hassas, aşırı duygusal bi insan olduğumdan ötürü her şeye karşı önleyemediğim bi hassasiyet besliyorum. öyle ki şereflikoçhisar'da bir kelebek ölse benim burada kalbime bir ateş düser.
    kesemiyor o ne yapsın, biraz empati kurun. benim için önemli lan şerefsizler.
    0 ...
  22. öznel deneyimi gerçekliğin en doğru temsili sanmak

    1.
  23. Bizden farklı düşünenleri şeytanlaştırma sebebidir.

    Kemal sayar merhamet isimli kitabında şöyle söylüyor:

    "algımız gerçeğin olduğu gibi kopyası değildir. beynimiz duyu organlarından gelen uyarıyı işler. algılar birer portre gibidir. fotoğraf değildir. çizilen şeyin gerçekliği kadar, çizen ressamın niteliğinden de etkilenir. iki kişi aynı nesneye bakar, ama farklı şeyler görür.

    örneğin, çocuklar nesneyi algılayış biçimlerinin onun gerçek özelliği olduğunu sanırlar. herkes o nesneyi onların gördüğü gibi görmelidir. dünyadaki şey ile zihindeki şeyin aynı olduğunu düşünürler. tabiî olgunlaştıkça, algının aslında tümüyle bakış açısına ilişkin bir durum olduğunu anlarlar. dünyayı kendi gördükleri biçimde görmeyen, kendilerinden farklı düşünen insanları hainlikle, sapkınlıkla suçlayan kişiler; düşünce olgunluğu bakımından çocukluk evresinde takılıp kalmış olsalar gerektir.

    bir şeyle ilgili öznel deneyimimizi öncelikle otomatik olarak gerçekliğin doğru bir temsili olarak kabul ediyoruz. beynimiz dış gerçekliğin kendi yapabileceği en iyi yorumunu sunar bize. ve bu yorumlar sıklıkla o kadar iyidir, dünyanın gerçekte olduğu biçime o kadar benzemektedir ki, gördüğümüzün gerçek değil, bir yorum olduğunu fark etmeyiz."
    1 ...
  24. az bilinen yazım yanlışları

    1.
  25. hadi deneyelim!

    soru: hangisinde yazım yanlışı vardır?

    a. bu durum öz güvenimi zedeledi.
    b. say ki eskaza o dediğini yaptın, ne olacak, seni kaale mi alacaklar?
    c. afedersiniz ama o, kıskanabileceği kadınların varlığını göğüsleyemeyecek kadar naif biri değildi.
    d. deprem köyü alt üst etti, an itibariyle köyde ev kalmadı.
    e. şişli'de dövizci kuryesinden tam 50 bin dolar gasp ettiler!

    cevabınız nedir? a şıkkı mı?
    bu soruya nedense genellikle a şıkkı cevabı veriliyor. fakat aslında doğru yazılmış olan tek şık a şıkkıydı. çünkü soruyu yanlış sordum. aslında soru "hangisinde yazım yanlışı yoktur?" şeklinde sorulmalıydı. b, c, d, e şıklarında eskaza, kaale, afedersiniz, alt üst, itibariyle, gasp ettiler kelimeleri yanlış yazılmıştır. a şıkkında hiçbir yazım yanlışı yoktur.

    es kaza: yanlış
    ezkaza: doğru (farsça ez + arapça kaza) ez, farsçada -den -dan anlamına gelir. örneğin ez+firak, ayrılık+tan anlamına gelir.
    sine hâhem şerha şerha ez firak
    tâ be-gûyem şerh-i derd-i iştiyak beytinde geçtiği gibi.

    kaale almamak: yanlış
    kale almamak: doğru

    afedersiniz: yanlış
    affedersiniz: doğru

    alt üst, alt üst etmek: yanlış
    altüst, altüst etmek: doğru

    itibariyle: yanlış
    itibarıyla: doğru

    gasp etti: yanlış
    gasbetti: doğru

    özgüven: yanlış
    öz güven: doğru

    gelelim şu meşhur ikileme:
    naif: saf, deneyimsiz, acemice yapılan anlamlarına gelir.
    nahif: ince, duygulu, hassas; zayıf, cılız, çelimsiz anlamlarına gelir.
    yani kullanıldığı cümleye göre doğrudur.
    örneğin "bu özbeöz istanbul efendisi, makalelerini, romanlarını kendine özgü naif resimlerle süslerdi." cümlesinde resimlerin acemice yapıldığını söylediği için yazımı doğrudur. nahif resimler deseydi yanlış olurdu.
    "elleri çok ince, lades kemiklerinden yapılmış gibi nahif parmaklar..." cümlesinde parmakların zayıf, cılız, çelimsiz olduğunu anlattığı için doğrudur. naif parmaklar deseydi yanlış olurdu.
    "nahif bir aşk hikâyesi." derken yine ince, duygulu, hassas anlamında olduğu için doğrudur.

    bunlar gibi az bilindiğini düşündüğüm yazım kurallarını aşağıya ekliyorum. ne kadar az bilindiklerini yukarıdaki gibi bir soru hazırlayarak test edebilirsiniz. hatta bu kelimelerden bazılarına ekşi sözlük bile yanlış bkz veriyor. öz güven diye aratırsanız ekşi sözlük'ün özgüven kelimesine bkz verdiğini görürsünüz. oysa tdk öz güven diyor. kaynak: https://sozluk.gov.tr/

    parende atmak: yanlış
    perende atmak: doğru

    egzantrik: yanlış
    eksantrik: doğru

    eşkiya: yanlış
    eşkıya: doğru

    lugat: yanlış
    lügat: doğru (lügatinde diye yazılır. lügatında ya da lugatında yazımları da yanlıştır.)

    darp etmek: yanlış
    darbetmek: doğru

    zaptetmek: yanlış
    zapt etmek: doğru

    küfür etmek: yanlış
    küfretmek: doğru

    sağol: yanlış
    sağ ol: doğru

    kural: yardımcı eylemle (et- ol- kıl- eyle-) kurulan bileşik eylemlerde, ad ve ad soylu sözcüklerde ses düşmesi veya ses türemesi meydana gelirse, bunlar yardımcı eylemle bitişik yazılır. (fark etmek -> ayrı, zannetmek -> bitişik
    teşekkür etmek -> ayrı, şükretmek -> bitişik gibi)

    kahvaltı yapmak: yanlış
    kahvaltı etmek: doğru

    ardarda: yanlış
    art arda: doğru

    ötenazi: yanlış
    ötanazi: doğru

    doğalgaz: yanlış
    doğal gaz: doğru

    başucu kitabı: yanlış
    baş ucu kitabı: doğru
    başucu, yeryüzünde bir noktada çekülün gösterdiği doğrultunun gökyüzüne doğru olan yönü demektir. (isim, gök bilimi, coğrafya)
    baş ucu, atılan bir yerin baş konulan yönü veya yakını anlamına gelen bir isimdir.

    türkçe'nin: yanlış
    türkçenin: doğru
    kural: özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesmeyle ayrılmaz: türklük, türkleşmek, türkçü, türkçülük, türkçe, müslümanlık, hristiyanlık, avrupalı, avrupalılaşmak, aydınlı, konyalı, bursalı, ahmetler, mehmetler, yakup kadriler, türklerin, türklüğün, türkleşmekte, türkçenin, müslümanlıkta, hollandalıdan, hristiyanlıktan, atatürkçülüğün vb.

    vehamet: yanlış
    vahamet: doğru

    adeta: yanlış
    âdeta: doğru

    halbuki: yanlış
    hâlbuki: doğru

    tesbih: yanlış
    tespih: doğru

    iki yüzlü: iki tarafı olan, iki taraflı kullanılan anlamındaysa doğru. riyakâr anlamındaysa yanlış.
    ikiyüzlü: riyakâr anlamındaysa doğru. iki tarafı olan anlamındaysa yanlış.
    doğru kullanımına örnekler:
    iki yüzlü kumaş.
    o adamın ikiyüzlü olduğunu gözleriyle gördü.

    bire bir: aynı, tıpkı; ölçü, miktar vb. özellikleri eşit olarak; yüz yüze, karşılıklı olarak anlamlarındaysa doğru. etkisi kesin olan; istenildiği gibi, uygun anlamlarındaysa yanlış.
    birebir: etkisi kesin olan; istenildiği gibi, uygun anlamlarındaysa doğru. aynı, tıpkı; ölçü, miktar vb. özellikleri eşit olarak; yüz yüze, karşılıklı olarak anlamlarındaysa yanlış.
    doğru kullanımına örnekler:
    bu çalışmaları seçmenle bire bir görüşerek yaptı.
    bu ilaç anksiyete bozukluğuna birebir.

    ukde: düğüm, yumru; içe dert olan şey.
    uhde: birinin yapmakla yükümlü olduğu iş, görev. sorumluluk.
    örneğin uhdesinden gelmek, becermek, başarmak demektir.
    "bu işi tek bir kişiye verseniz yine uhdesinden gelir çünkü yapacağı bellidir." - yahya kemal beyatlı
    yine uhdesinde olmak; üstünde olmak, sorumluluğu altında olmak demektir. yani ikisi de doğrudur ama anlamları farklıdır.

    siyahzeytin: yanlış
    siyah zeytin: doğru

    yeşil zeytin: yanlış
    yeşilzeytin: doğru (

    Not: güncel yazımda değişti ama nu kelimelerin ayrımında mantık şuydu:

    yeşilzeytin bir zeytin cinsidir. siyah zeytin ise bir zeytin cinsi değil, sadece o zeytinin rengidir. yeşilzeytin derken o zeytinin rengi değil, cinsi bildirilir. Tıpkı mor renkli mavikantaron bitkisi gibi. siyah zeytin derken ise rengi bildirilir. mesela kalamata zeytini, eşek zeytini, tavşan yüreği zeytini gibi zeytin cinsleri de yeşil renklidir. bu zeytinlerin rengini kastederek yeşil zeytin dersek ayrı yazarız. fakat zeytinin rengini değil, cinsini kastediyorsak bitişik yazarız. çünkü yeşil zeytin yazdığımızda hangi zeytin cinsini kastettiğimiz açık değildir. bu ayrımla karışıklığın önüne geçiliyor. işin mantığı özetle budur.

    benzer ayrımın olduğu başka kelimeler de var elbette.
    örneğin:
    yeşilbiber, kırmızıbiber bitişik; sivri biber ayrı yazılıyor. yeşilsoğan bitişik, kuru soğan ayrı yazılıyor. zeytinyağı bitişik, ayçiçeği yağı ayrı yazılıyor

    şuna emin olun: kelimelerin ayrı ya da bitişik yazılmasının mutlaka mantıklı bir sebebi vardır.

    mesela:
    kırmızıçizgi, özellikle çam türü ağaçlarda görülen, uygunsuz koşullarda kurutulan ağacın çatlayan göze zarından giren mantarların yaptığı bir hastalık türüdür.
    kırmızı çizgi ise
    1. isim: pasaport kontrolü sırasında geçilmesi yasak olan bölgeyi belirleyen çizgidir.
    2. isim, mecaz: belli bir konuda taraflar arasında kabul edilebilir son nokta anlamına gelir.

    bu yüzden kuru soğan, yeşilsoğan; ayçiçeği yağı, ceviz yağı, zeytinyağı gibi yazım farklılıkları saçma değildir aslında, sadece biz sebebini bilmiyoruzdur.

    kuruyemiş: yanlış
    kuru yemiş: doğru

    kuruincir: yanlış
    kuru incir: doğru

    gözleri felfecir/ferfecir okumak: yanlış
    gözleri velfecri okumak: doğru

    boşver: yanlış
    boş ver: doğru

    başı boş: yanlış
    başıboş: doğru

    şikayet: yanlış
    şikâyet: doğru

    imlâ: yanlış
    imla: doğru ("edit: imlâ" yazanlara bir edit daha yaptırabilirsiniz.:))

    tâbi olmak: yanlış
    tabi olmak: doğru

    tabi ki: yanlış
    tabiki: o ney lan amına koduğum?
    tabii ki: doğru

    tâbi: yanlış
    tabi: doğru

    müstehak: yanlış
    müstahak: doğru

    gerizekalı: yanlış
    geri zekâlı: doğru

    hintli: yanlış
    hint: doğru (hintli demek türklü, ingilizli demek gibi bir şey.)

    dükkan: yanlış
    dükkân: doğru

    hâkim: duygu, davranış vb.ni iradesiyle denetleyebilen; yüksekten bir yeri bütün olarak gören; yargıç anlamlarındaysa doğru. bilge, her şeyi bilen (tanrı) anlamlarındaysa yanlış.
    hakim: bilge, her şeyi bilen (tanrı) anlamlarındaysa doğru. baskın, egemen; duygu, davranış vb.ni iradesiyle denetleyebilen; yüksekten bir yeri bütün olarak gören; yargıç anlamlarındaysa yanlış.
    doğru kullanımına örnekler:
    arkasında yavaş fakat çok hâkim bir ses işitmişti.
    denize hâkim bir köşk.
    o alimdir, hakimdir.

    alim: bilen
    âlim: bilgin

    alem: bayrak; yüksek şeylerin tepesinde bulunan, madenden yapılmış ay yıldız veya lale biçiminde süs, ayça; simge.
    âlem: evren; dünya, cihan; herkes, başkaları; belli bir gruptaki canlıların bütünü; eğlence; belli bir gruptaki canlıların bütünü.

    adem: yokluk
    âdem: insan, insanoğlu, adam.

    üç kağıtçı: yanlış.
    üçkâğıtçı: doğru.

    tdk'nın: yanlış
    tdk'nin: doğru (çünkü türkçede ka şeklinde okunan harf yoktur.)

    bilim kadını: https://sozluk.gov.tr/ 'ye bakılırsa anlamında bilim adamı yazdığını görürsünüz.
    çünkü adam kelimesinin isim olarak bir anlamı da insandır. o sebeple "bilim adamı" dendiğinde "bilim insanı" diye düzeltmek gereksizdir.

    hadi hadi: kısa kes, işi uzatma, bizi aldatamazsın` anlamlarında kullanılan bir söz. çabukluk, acele bildiren bir seslenme sözü. geri çevirme, başından savma sözü.
    haydi haydi: kolaylıkla, rahatlıkla; olsa olsa, en çoğu.

    linçe katılın: yanlış
    lince katılın: doğru (https://sozluk.gov.tr/ 'de linç kelimesini aratırsanız -ci şeklinde yumuşayacağını bildiren bir uyarı görürsünüz.)

    ne...ne bağlacının yanlış kullanılması: "bu dünya ne sana ne de bana kalmaz." cümlesi hatalıdır. "bu dünya ne sana ne de bana kalır." cümlesi doğrudur. "ne ali ne veli gitmiyor." denmez, "ne ali ne veli gidiyor." denir. çünkü "ne...ne" bağlacı bulunan cümleler biçimce olumlu anlamca olumsuz cümlelerdir. "ne ali ne veli gidiyor." cümlesinden ali'nin de veli'nin de gitmediğini anlarız.

    artırmak ve arttırmak kelimelerinin ikisi de doğrudur.

    hali hazırda: yanlış
    halihazırda: yanlış
    hâlihazırda: doğru

    orjinal: yanlış
    orijinal: doğru

    insiyatif: yanlış
    inisiyatif: doğru

    boy pos: yanlış
    boy bos: doğru

    acıtasyon: yanlış
    ajitasyon: doğru

    kaynaklar:
    yazım kurallarına bakabileceğiniz resmî site.
    https://www.tdk.gov.tr/ka...i/icerik/yazim-kurallari/
    yazılışında tereddüt ettiğiniz kelimeleri aratabileceğiniz resmî site: https://sozluk.gov.tr/

    not: türkçe öğretmeni değilim. iyi bir türkçe için türkçe öğretmeni olmak gerekmiyor. şimdilik aklıma bu kadar kelime geldi. aklıma gelen başka kelimeler olursa düzenleyip eklerim.

    "şuan, herşey, birşey, yanlız, eksoz, hiç bir, hiç birşey, bir fiil, birhaber" gibi yazım yanlışlarına değinmiyorum bile. hâlâ bağlaç ayıramayan falan varsa ooohooooo siktir etsin zaten ya, vallaha. takıl sen canım, sana demiyorum ben, boş ver sen bunları, hadi öptüm.
    1 ...
  26. selda bağcanın sesim güzeldir demesi kibir midir

    1.
  27. Malum video şu: https://youtu.be/nBaierTGWzs

    Tartışmaya açtığım konu da bu: acaba bu bir kibir mi?

    Öncelikle şu videoda 34:46. dakikada erol göka ve kemal sayar tarafından bu konu çok güzel açıklanmış:

    https://youtu.be/Ir4ZdeJtmto

    şu ikisini birbirinden ayırmak lazım:

    zlatan ibrahimoviç 40 metreden attığı röveşata golü sonrası kameraların karşısına geçip oynadığı futbolla övünürse, hatta kendisine yöneltilen saçma salak bir soruyu terslerse, aşağılarsa, daşşak geçerse sempatik ve haklı olur; söylediklerine de "eyvallah, doğrudur üstat" denir. çünkü herif o konunun übermensch'idir. ama şimdi hani atıyorum, ağırbakımspor'da 1 maçta 35 gol yiyen adam tutup "ben milli takımın kalesini koruyacak adamım!!1!" falan derse, bi de tutup üzerine sana futbol dersi verirse gerzektir, sevimsizdir. hele hele bağıra çağıra kahvehane ağzıyla konuşuyorsa onun ben amına koyim. siz de koyun bence, caizdir. bu salak "ben bilirim"cilik karşısında da gülüp içten bir "hassiktir lan!" denir.

    bu konuyla ilgili eloğlunun bir deyimi vardır.

    (bkz: well deserved arrogance)

    yani "hak edilmiş ukalalık."

    memleketimizde tevazu diye yutturulan şey başarısını bile sahiplenemeyen ve ota boka "eheheh yok canım estağfurullah" diyen pısırık heriflerin yapmacık jargonlarıdır. yapmacık, samimiyetsiz tebessümlerin adı tevazu olmuş durumdadır.

    (bkz: tevazu göstermek kibirdendir)
    (bkz: fazla tevazu kibirdir)

    bu salak adamları "yiiaaa ne kadar da mütevazııı!" falan diye yücelttikleri için; kendini bilen, samimi olup delikanlı gibi "ben şunları şunları yaptım, şunları şunları yapabilirim." diyerek yeteneklerini, yapabileceklerini anlatan, kendisinin farkında olan ve kendisinin ehil olduğu bir konuda, bilgisiz olup çok konuşan, öğütler yağdıran, okumadan paragraflarca eleştirel gavatlıklar yapan orospu çocuklarına "kapa çeneni ananı sikerim senin" diyen normal insanlar egoist olarak yaftalanmaktadır.

    (bkz: fazla tevazunun sonu vasattan nasihat dinlemektir)

    eğer küstahlığının altını doldurabilen, pısırık olmayan bu babayiğitler olmasaydı bugün hâlâ yontma taş devrinde bizon avına çıkıyor olabilirdik. ülkemizde "tevazu" diye pazarlanan şey bence tevazunun esas anlamından oldukça uzakta bir tür pısırıklık hâlidir. tevazu ile yaltaklanmak, pısırıklık:vesaire birbirine karıştırılıyor. birçok insan ukala gözükme korkusuyla başarılarını, yeteneklerini dahi sahiplenemiyor.

    zlatan ibrahimoviç 40 metreden röveşatayla bir gol atıyor. https://youtu.be/Cl23wWf2Wiw

    yani şimdi bi düşünsenize; vasıfsız, kıskanç, narsist bir orospu çocuğu ne ister? :narsist kompleksi
    ister ki, zlatan attığı golle övünmesin, "ehehe ne golü canım estağfurullah, denk gelmiş, hepimiz insanız." falan desin. desin ki bu vasıfsız orospu çocuğu da kendisini iyi hissetsin. çünkü bu orospu çocuğunun "bak zlatancığım, rakibe götünü dönmek ne olursa olsun saygısızlıktır, bi kere röveşata dediğin..." şeklinde öğüt verebilmesi için zlatan'ın mütevazı(!) olması gereklidir. aksi takdirde zlatan narsist, kibirli, burnundan kıl aldırmayan bir götoştur, eleştiriye de zerrece tahammülü yoktur. hele zlatan öyle ulu orta başarılarından falan zinhar bahsedemez, haşaa! yetenekli olsa bile yeteneksizmiş gibi konuşmalı, toplum içinde öyle davranmalıdır. yeter ki beyimiz kendisini iyi hissetsin. işte sözüm ona tevazunun(!) mimarları, bunun gibi vasıfsız yığınlardır.

    " 'bak ben sığır gibi yatan bir herifim, senin yaptıklarını yapmam mümkün değil, hiç olmazsa benim egomu incitme de sana düşman kesilmeyeyim' diye ortalıkta dolaşan bu vasıfsız yığınlar, tevazunun(!) bir erdem olarak görülmesinin mimarlarıdır." (bkz: nefret edilesi insanlar)
    bu yüzden ukala gözükme korkusuyla hiçbir başarısını sahiplenemeyen "olur mu canım eheh, yok estağfurullah" diye ortalıkta dolaşarak vasıfsız kitlelere oynayan samimiyetsiz tipler daha çok vitrindedir.

    zannedilmesin ki tevazuya büsbütün karşıyım. karşı olduğum şeyi bence anlayan anlamıştır. kendisine insanüstü özellikler atfedildiğinde tabii ki "estağfurullah" denir. hatasızlık, kusursuzluk atfedildiğinde "hayır, ben bir insanım, hepimiz kusurlu varlıklarız." deyip haddini bilir. kimi durumlarda alçak gönüllü, kimi durumlarda onurlu bir duruştur bu. sonuçta bir tebeşirle hiç kimse 200 km boyunca dümdüz bir çizgi çizemez. herkesin eli kayar. bu, sonuçta ne kadar kusurlu bir varlık olduğumuzun en somut delilidir. bence tevazu, en nihayetinde kusurlu varlıklar olduğumuzu içselleştirerek kabul edip kusura karşı hoşgörülü olmak, her insanın yeteneklerinin farklı farklı olduğunu bilip bireyleri yetenekleri dairesinde değerlendirmek ve kimseyi hor görmemektir.:gönül kusur görmez, kusuru gören egodur

    benim derdim, insanların tevazu zannettiği yapmacık hâl ile.

    bakın, tasavvuf edebiyatının başlıca eserlerinden biri mantıku't-tayr'dır.

    mantıku't-tayr'ın yazarı attâr, kitabın sonlarına doğru kendisinden oldukça emin, adeta çoğunluğa üstten bakarak şöylece meydan okur:

    "bundan sonra da kıyamete kadar, benim gibi kendinden
    geçmiş biri çıkıp da, sözü bu çeşit kaleme alamaz. bu tarzda bir kitap meydana getiremez!
    ben hakikat denizlerinin incisini saçmaktayım. söz bana
    verilmiştir, bende hatmolmuştur; nişanı da işte!
    kendimi bir hayli övsem de, bu övüşümü kim takdir eder?
    fakat bir insaf ehli çıkarsa, kadrimi bilir, anlar. çünkü
    dolunayımın nuru gizli değildir ki!
    halimi birazcık gizli söyledim, ama sözden anlayan, şüphe
    yok ki, insaf eder, hak verir bana!"

    tasavvuf ki tevazuyu oldukça yüceltir. kendini bilmek ile kibrin farkı şimdi ne kadar da açık, öyle değil mi?

    cemil meriç, ribot'yu çocukken okudu. daha 10'lu yaşlarındayken ilk çevirisini yaptı, o yaşlarda çok okuduğunu ve en az 15 sayfa yazdığını kendisi söylüyor. (kaynak: bu ülke)

    "anlıyorum ki, zalim ve
    kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar
    dünyasına sığınmak" deyip
    düşman bir çevreden kitaplara kaçan, kitaplar dünyasına sığınan adam cemil meriç bu ülke'de uzun uzun kendisini anlatıyor ve zaman zaman kendisini bildiğiniz övüyor. kendisi için "kendini
    çevresindekilerden üstün gören bir ukalâ." dediği kısımlar bile var. elbette ki cehalet karşısında kendisini üstün görecekti, ki görmüş de. araştırmalar gösteriyor ki güncel sözlükte yaklaşık 600 bin kelime bulunmasına rağmen kendimizi ifade ettiğimiz kelime sayısı ortalama 300 - 400'lerde. cemil meriç gibi kimseler ise "lügat namustur" diyerek gündelik hayatta bile kendilerini 6000 - 7000 kelime ile ifade eden kimselerdir. bu yüzden kabiliyetli olduğunu düşünürler, hatta bunun farkındadırlar ve dillendirirler. cemil meriç de bu yüzden kendisini şöyle anlatır:

    "türkçem zengindi, çok okumuştum. bu temrinler yazı kabiliyetimi bir
    kat daha geliştirdi. şiir ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım.
    ama liseyi bitirene kadar kompozisyondan hep birinciydim."

    “ribot’yu çocukken tanımıştım. hissiyat ruhiyatı ziyaret ettiğim ilk
    hârikalar diyarı. karanlıklarda el yordamı ile yürümeğe çalışarak
    okumuştum kitabı. sanki ruh dünyasının bütün girdibatlarını ışığa
    kavuşturacaktı eser...” (jurnal, 18 6.1963)

    işte bunlar aslında kibir değil, kişinin kendisini bilmesidir. diğer bir deyişle metabiliştir. başarısını dahi sahiplenemeyen ve cahile haddini bildirmek yerine gerekli gereksiz hemen her şeye "estağfurullah" diyen de mütevazı görünmek için götünü yırtan, samimiyetsiz, şov yapan bir orospu çocuğudur.

    "hepimizin bir ideal imgesi vardır, yani "hayalimdeki ben"i. O ideal imgemiz ile gerçekteki kendimiz arasındaki uçurum için de yardımımıza sevdiğimiz dizi ve film karakterleri koşar. Hayatlarımızın, aldığımız kararların, seçimlerimizin hiçbir şekilde aynı olmadığı ama ideal imgemizle uyuşan o cesur ve insanları sikine takmayan cool karakterlerin hayranı olarak mastürbasyon yaparız.

    insan ilişkileri olmadan hiçbir sik beceremeyen ve ufacık bir iş için bile torpil arayan Gökhan'ın imdadına, her işini kendisi halleden dahi film karakterleri koşar. Onun hayranı olur, çünkü ideal imgesi onunla kusursuz bir eşleşmedir, eloğlunun deyimiyle "perfect match". Fakat o film karakteri eğer gerçekte var olsaydı, bu sefer Gökhan onu dışlamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Zira ona sinir olurdu. Kendisinin hayata geçiremediği ideal imgesini bir başkası başarmaya çalıştığı için, tüm nefretiyle onu aşağı çekmeye çalışırdı."

    Heh işte vasat insanın haset ve kibir dolu doğası sırf vasatın egosu incinmesin diye ortaya böyle tevazu zannedilen samimiyetsiz bir dil çıkardı.

    Birileri sondan birinci olmaya çalışıyor. Tevazuyu bile yarış haline getiriyor. işte asıl kibir budur. Buna ters narsisizm denir.
    2 ...
  28. ekşide yazar olamayanların uludağa sığınması

    0.
  29. "ekşi’ de yazan biri olarak çürüttüğüm iddia. hatta burada daha çok vakit geçiriyorum." demiş biri.
    ilk entry'de cümlemi özellikle "çoğu çaylak" şeklinde kurmuştum.

    "insanların çoğu beş parmaklıdır" desem ve altı parmaklı doğmuş birisi çıkıp "eheh ben altı parmaklıyım iddiayı çürüttüm hahah" diye cevaplasaydı bu mantıklı olur muydu?
    0 ...
  30. müslüman evrimciler

    1.
  31. Darwin'in çalışması 1859'da yayımlanmıştı. ilginç olan şey şu ki birçok müslüman bilgin şöyle şeyler söylemişlerdi. "müslüman evrimci olamaz" diyenlerin aşağıdaki müslüman bilim insanlarına kafir ilan etmeleri gerekir.

    bu isimler ve söyledikleri sırasıyla şunlardır:

    El cahız (767 - 869):

    O hayvanlarla insanlar arasındaki bazı benzerliklere işaret etmiştir. Kitab-ul hayvan kitabında ayrıntıları vardır.

    Farabi (780 - 950):

    ona gore maddelerin gelişim evresi şöyledir: ilk maddi varlık meydana gelmiştir dunya üzerinde sonra elementlerden meydana gelmiş olan bir varlık oluşmuştur. Madenlerin gelişmesiyle bitki, sonra hayvan sonra konusan hayvan yani insan olusmuştur.

    Ihvani safa risaleleri:

    bunlar bir gizli cemiyet şeklinde bilimsel çalışmalar yapmış olan bir gruptur. 945 985 yılları arasında basra'da yaşamışlardır. Ve canlıların gelişim sırasını canlıların ortaya çıkıp gelişimini organik maddeler oradan maden sonra toprak sonra mantar bitki, hurma hurma ağacı, hayvan, hayvanların en gelismisleri icinde maymun, maymunun daha gelismis formu olarak insan, insanin da daha sonra gelişmeye devam etmesiyle melek mertebesine ulaşacağını söylüyor.

    Ibni miskaveyh 910 1020:

    Açıklamaları devam ediyor devam ediyor bu son cümleye gelince şöyle diyor: bu son merhalede maymun veya insana benzeyen hayvanın merhalesidir. Burdan insan meydana gelir diyor.

    Ibnul heysem 965 1039:

    Menşeini maddi alemden alan insan bazı mertebeler geçirir. Sırasıyla öküz eşek at maymun sonunda da maymun mertebesinden insan mertebesine geçer. ki kendisinin göz üzerine çalışmaları da bilinmektedir. optiğin kurucusu olarak da bilinir.

    Hazini:
    bu tedrici girisimden benzer bir şekilde devam edip aynı sıralamayı yapıyor.

    Bütün bunların söylemlerinden haberi olan mevlana şöyle bir dize söylüyor:
    Cansızken öldüm uyur oldum
    Uyurken de yine öldüm hayvan oldum
    Hayvan iken de öldüm insan oldum
    insan iken de ölür sonunda melek olurum

    Yani az önceki sıralamanın aynısını aslinda bir şiir şeklinde ifade edilişi.

    Zekeriya b. Muammer el kazvini 1203 1283:

    Su ve toprak madenleri madenler bitkileri bitkiler hayvanları hayvanların gelişmesiyle insanlar oluşur. Insanların gelişmeye devam etmesiyle melekî varlıklar meydana gelir.

    Kutubî 1287 1363:
    yusuf ibni ismail el kutubi maymunların tabii karakterlerinden bahsederek onların insanlarla olan benzerliklerinden maymundan insana geçişten bahsetmiştir.

    ibni haldun:
    benzer şekilde madenden başlayarak maymun ve insan silsilesine kadar ilerlemiştir.

    Darwin bunlardan etkilenmiş olabilir, çünkü islamın altın caginda özellikle müslüman bilim insanları ispanyaya yerleştiği zaman ispanya o dönemde bilimin merkezi olmuştur ve oradan avrupa'ya bütün üniversitelere bilim dili olarak arapça yayılmıştır. Eserler arapça verilmeye başlanmıştır hatta o dönemlerde yetişen bazı papalar ispanyadaki bu müslüman medreselerinde üniversitelerinde üç dört yıl egitim aldıktan sonra o mertebelere yükselebiliyor olmuştur. O dönemden sonra zaten islamin altın cağı bitmiştir, müslüman dünyası bilimden uzaklaşırken onların ortaya koyduğu eserlerin üzerine bunu geliştirmeye devam eden batı dünyası elimizden bu bilgileri almış onu geliştirmeye devam etmişlerdir.

    peki islam dünyası geçmişinde evrim ile yaratılışı savunan bunca müslüman bilim insanına rağmen bugün nasıl oldu da bugün evrimin tam karşısında konumlandı.

    bugün evrim karşıtı argümanlarının birçoğu hristiyanların evrim karşıtı argümanlarının kopyala yapıştır versiyonudur. çünkü yerin yaşı J. Usher tarafından incil'e dayanılarak 6000 yıl olarak ilan edilmişti. Modern yöntemlerle yapılan bilimsel ölçümler, dünyanın 4,6 milyar yaşında olduğunu kanıtladı. bu durum hristiyanlık ile taban tabana zıttı, o halde sorgusuz sualsiz karşı çıkılmalıydı. ve evrim karşıtı argümanlar dünyaya pompalanmaya başladı. dikkat edin bugün evrim tartışmalarının olduğu tv programlarında evrimi bilim insanları savunurken karşısında dinciler evrim karşıtlığı yaparlar. ve o kişilerin genelde adnan oktar, fethullah gülen gibi adı hristiyanlık ile çokça anılan kişilerin uzantıları olduklarını görürsünüz. evrim karşıtlığı müslüman dünyası tarafından yutulmuş bir zokadır.

    bir müslüman evrimci olabilir mi sorusunun detayları caner taslaman'ın bir müslüman evrimci olabilir mi kitabında çok net bir şekilde açıklanmıştır. aklınıza gelen soruları biliyorum: çamur konusu, adem konusu, kün fe yekün ayetleri vb. sorularını mutlaka soracaksınız. işte bu soruların cevaplarının tamamı bu ve benzeri kitaplarda vardır.

    not: amacım kendi bildiklerimin en doğru olduğunu ispatlamaya çalışarak ego tatmini sağlamak değil, sadece kaynaklarıyla bir tartışma konusu açmaktır. müneccim yarrağı yemedim, en doğruyu ben biliyorum gibi bir iddiam yok, ki kimse müneccim yarrağı yemedi. itiraz etmeden önce anlamaya çalış ve sonra varsa itirazın gene paşa paşa et. ama kaynaklarıyla!
    1 ...
  32. evrime inanmıyorum diyenleri cahil olarak görmek

    1.
  33. 21. yüzyılda bilimsel bir temele dayandırmaksızın evrime "inanmadığını" söyleyen birisinin cahil ve yobaz olmamasının imkânı yok.

    makale taramaları yapabileceğimiz google scholar gibi sitelerde "evolution refused" gibi iki anahtar kelime ile tarama yaptığımızda evrimin aleyhine tek bir makale çıkmamakta, hatta tam tersine evrimi destekleyen makaleler çıkmaktadır.

    "evrime bir kanıt yok." diyen birisi makale taramaları yapabileceği bir arama motoruna "evolution proof/evrim kanıtı" bile yazmasın, hadi kendisine bir avans verelim ve "evolution refused/evrim çürütüldü" şeklinde aratsın. böyle bir aramada bile bize evrimin çürütüldüğüne dair tek bir bilimsel makale getirebilmeyi bırak, karşısına evrimi destekleyen onlarca makale çıkacaktır. bir sürü kanıttan söz eden paragraflar okuyacaktır.

    evrim, öyle "size katılmıyorum ama fikrinize saygı duyuyorum. ben şahsen evrime inanmıyorum." diyebileceğin bir şey değil. böyle diyerek açık görüşlü, esnek fikirli, akıllı birisi olmuyorsun; cahilin, yobazın en önde bayrak taşıyanı oluyorsun. senin o "düşünce özgürlüğüne artı bir" çabanı yerim tatlım ahahah.
    hele hele evrim, cümleye öyle "bence..." diye başlayıp kişisel saçmalıklarını sıralayacağın bir konu hiç değil.
    kütleçekim yasası neyse evrim yasası da odur. bu bir inanç meselesi değildir, bilgi meselesidir. bilirsin veya bilmezsin. bu kadar basit. "evrime inanmıyorum" demek, "sakarya savaşına inanmıyorum" demekle aynı şeydir.

    burada hz. isa'nın doğumunu tartışmıyoruz. isa'nın doğumu bir inanç meselesidir. müslüman birisi başka inanır, hristiyan birisi başka inanır. o yüzden bir hristiyan ile bir müslüman bu konuyu tartışmakla vakit kaybetmez. çünkü o bir inanç meselesidir. neye inanıyorsan senin için odur. inanmakla, inanmamakla cahil olmazsın. inanmış veya inanmamış olursun, o kadar.

    evrim ise bir inanç meselesi değil, bilgi meselesidir. kanıt göremiyorsan bu senin bilgisizliğindir, cahilliğindir, yobazlığındır.

    evrime inanmıyor musun? o zaman bilimsellikten uzak, mantık safsatalarıyla dolu, şahsi inanç ve varsayımlarına yenik düşen bir yobazsın, kusura bakma.

    not: "ateizm = evrim" değildir. (bu konuyu isteyene kaynaklarıyla açarım)
    1 ...
  34. insan yaratmanın çok zor olması

    1.
  35. eğer bir tanrı varsa ve evreni, bizi falan o yarattıysa kendisini yaratma konusunda oldukça başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. ben şahsen insanı yaratacak olsaydım aklıma daha fazla yüz şekli gelmediği için en fazla 10, bilemedin 15, haydi bilemedin 20 farklı yüz yaratıp kalanları birbirinin aynısı yapardım. hatta bütün insanları şöyle yaratırdım: ¯\_('~')_/¯ düz surat. böyle özürlü gibi bakarlardı bütün gün. birisi "allah'ım hepimizi aynı yapmışsın bu ne böyle ya?" falan diye isyan edecek olursa da "olum 2 kulak 2 gözle ben ne yapayım, aklıma bu kadar geldi, çok biliyosan sen yarat." falan derdim, böyle bi pisleşirdim.
    üşenirdim bi kere olum, ne bileyim, böyle bi yaratırken sıkılırdım, birkaç tane yaratıp gerisini yarım falan bırakırdım. çok zor bi şey olmalı, tebrik edilesi yani. buradan tebrik etmek istiyorum şu an cidden.

    tebrikler rabbim.

    beni biraz daha yakışıklı yaratsaydın olurdu aslında ama neyse, tebrikler.
    bi de keşke biraz daha büyük olsaydı ya. hakan'a niye 23 cm?:(
    ay töbe töbe allah'ım şaka yapıyorum, çarpmazsan sevinirim.
    (bkz: tongue in cheek)
    (bkz: blasphemous rumours)
    (bkz: tanrının espri anlayışı)
    korkuyorum şu an hiiiğ.

    - koparıyorum kıyameti!
    - konuşarak anlaşabiliriz, lütfen, bırakır mısın o güneşi yerine?
    kıyamet çözüm değil

    0/
    /|
    /\

    olldu kaçtım ben.:başıma bi iş gelmeden
    0 ...
  36. dedelerin bana aşık olması

    1.
  37. anlam veremediğim bi şekilde dedeler bana aşıklar. dedeler bende ne buluyorlar hiç bilmiyorum ama evet şu son yaşadıklarımdan sonra kesinlikle eminim dedeler bana aşıklar. işin kötü tarafı galiba ben de dedelere karşı boş değilim.

    bizim buralarda her zaman kitap okuduğum bi park var. evde bunaldığım için oraya gidiyorum. fakat sorun şu ki, arkadaşlarım oldu. istemeden. üstelik yaşlılar. ve ben ne zaman kitap okumaya gitsem çevreme doluşuyorlar. elimde kitap olunca beni böyle bi şey mi sandılar nedir, ne zaman gitsem, kitap okumaya gittiğim yerde dört beş yaşlı etrafımı sarıyor ve sohbete başlıyoruz. baya ihtiyar heyetini kurdum, muhtar seçimlerine hazırlanıyoruz. namazdan çıkıp geleni mi dersin, torununu çıkaranı mı dersin... bi tanesi termos getirmeye bile başladı. kahve gibi, "çay koy yeğenime" falan muhabbetleri yapılıyor artık. şöyle konuşmalar var:
    "efendim biz de bunlarla müteselli oluyoruz işte, bîçareyiz amma her gün burada birbirimize muhannen bir şeyler veriveriyoruz işte."
    hani film olsa bu sahneler için fona şu müziği koyarım. "aman muhammed beyciğim zaman değişti, zatıalinizle lâkırdı ediyoruz işte, lâkin sizin de yüzünüze hüzün ve keder perdesi çekiliyor. ne o kuzum! düşünmeye koyuldunuz? kırmızı yanaklarınızda, dudaklarınızda bir beyaz renk peydâ oldu?" falan diye konuşacaz nerdeyse sanki. yani tabii ki abartıyorum nostaljik havanın şiddetini vermek için. aman amca gibi amca işte. amcalar ne konuşur? ondan. nostalji, bizim zamanımızda, bizim torun falan. bir nostaljik bir nostaljik sormayın. nerdeyse küfür etmeyi bırakacağım, o derece nezih. tabii arada küfür de kaydıranlar oluyor ama benim gibi bir küfür üstadı için tırıvırı küfürler bunlar. beni de elimde kitapla görünce hani bi adam sanmış olacaklar ki "hocam yani affedersin ama..." diyerekten küfürden sonra bi toplamaya çalışıyorlar. ulan bilseler benim adım küfür soyadım ölüm. gülesim geliyor ama çaktırmıyorum. yok haklısın amcacığım olur öyle, falan diyorum. hatta bazen o kadar haklı oluyor ki "bunları var ya" diye bi lafa girecek oluyorum. sonra "ı ıhhm neyse" diyerekten toparlıyorum. nezih görünmek için utanıyormuş gibi yapıyorum falan. bu arada "bunları var ya" derken nerelerden, hangi fantastik küfürlerden döndüğümü izah etmek için şu görseli ekleyeyim ki nezih görünmek için ne kadar zorlandığım anlaşılsın:
    görsel

    neyse işte gırgır şamata, gülüyoruz ediyoruz falan her şey güzel.. güzel de, yalnız kalıp kitap okumaya gittiğim yerde resmen yalnız kalamıyorum. o kadar çok ihtiyar arkadaşım oldu ki artık yolda giderken selam veriyorlar. bi keresinde saydım on beş dakikalık yolda rahat on beş yaşlıyla selamlaşmışımdır. hatta geçenlerde beş adımda bir ihtiyar selamı alınca kuzen şaşırdı "nerden tanıyorlar olum bunlar seni? ne ayaksın tarikata mı girdin anasını satiyim?" dedi. ben de "eeeee aslan! ne sandın? popülerim olum mahallede ben. biz de öyle boş adam değiliz yani." der gibi baktım. sonuna da şöyle bi kaşı havada iki parantezli göz kırpma sımaylisinden koydum artist artist. böyleli: ;)). havalara bak jsjahah.

    fakat, bu böyle gitmez. arkadaşlarının olması güzel bi şey tamam. ama ufak bi sıkıntı var: kitap okuyamıyorum. hani evde de ruhum bunalıyor kitap okurken. açık havada güzel oluyo diye çıkayım dedim ulan o da boka sardı, durduk yere arkadaşlarımın yaş ortalaması üsküdar musiki cemiyeti yaş ortalamasına döndü. hayır, bunların arasında fazladan namaz kılıp ahirette çan yükselten çalışkan müslümanlar var. bi ara "abi bak sen fazladan namaz kılıyosun çanı yükseltiyosun olmaz böyle, senin yüzünden cennete giremiyecez" diyecektim de vazgeçtim. ama huyum suyum değişti yani, biraz daha böyle giderse şehzade giyimden, çağrı hac ve umre malzemeleri merkezinden falan gidip hac ve umre malzemeleri, takke, mesh, misk falan alacam. samimi söylüyorum misk markalarını biliyorum artık. kurtuba marka miskin kokusu fena değil, biraz parfüme benziyo, en son dört liraydı, kimse misk olduğunu da anlamıyo, hafif bi kokusu var güzel bi şey tavsiye ederim. jsjahah psikolojim baya bozuldu, öyle böyle değil. zira bu kadar çok misk, misvak kokusunun arasında uzun süre kalmak fatih ürekle duş almaktan daha vahim piskolojik sorunlara yol açabiliyor. hatta bu travmanın etkisiyle dolunay çıktığında dansöz elbisesi giyip kolbastı yaparak mahallede hü hü hü hüü diye ağlayarak koşmayı bile düşünmeye başlamıştım lan artık. kafayı yedim olum bildiğin. n'apayım n'apayım derken, mahalle değiştireyim en iyisi dedim. eve biraz uzak da olsa en yakın mahallenin parkına gittim. "oooh yaa burdaki oturaklar daha iyiymiş he" diyerekten bir tanesine güzelce kuruldum. kitabımı açtım. fakat o da ne! daha ilk gün bi amca yanıma geldi selam verdi. "öffffff gene başlıyoruz... duymazdan geeeel, duymazdan geeeeeeel!" diyordu benim kanki(şeytandan bahsediyorum), ama ne mümkün! aleyküm selam, dedim çaresizce. hemen kitaba kafamı gömdüm. masaya oturdu. "görmezden geeeel görmezden geeeel" dedi benim kanki. ama ne mümkün! amca susmuyor. konuşmaya çalışıyor. kafasını böyle kitabın arkasından zorla uzatıyor falan. lan töbe yarabbim! ayıp olmasın diye biraz konuştuktan sonra "abi" dedim "ben biraz kitap okuyacağım da müsaadenle, sana ayıp olmazsa şuraya geçeyim sen burada otur olur mu?" "tabii tabii keyfine bak" dedi. kalktım biraz daha kuytu bi masaya geçtim. fakat ilginçtir, abi de geçti. yemin ediyorum amcaya te aynı böyle dalasım geldi. "töbe estafurullah" der gibi baktım. ama oralı değil. bakıyor. öyle bakıyor. haaaaala bakıyor. bıkmıyordu. biraz sonra gene "ne okuyorsun?" diye sordu. gösterdim ne okuduğumu. beş altı satır okumuştum ki gene konuşmaya başladı. bilmem kimin torunu da benim gibi böyleymiş de o da çok okurmuş da bilmem ne... bir sürü umurumda olmayan detay. adam o kadar çok konuştu ki içimdeki şeytan bile bunaldı, "abi sana kolay gelsin" deyip sustu ve kaçtı. "anlaşıldı bu abi susmayacak canı sıkılıyor belli ki" diyerekten kitabı kapatıp kenarıya koydum. oradan buradan havadan sudan konuşarak amcaya katıldım, konuştuk vesaire. ertesi gün yine parka gittim. yine aynı amca... eve geldiğimde ben bu durumdan nasıl kurtulacağım planları yapmaya başladım artık. anneme, babama falan danışıyorum "ya böyleyken böyle, kurtulmak için gittim ama gene geldi biri yapıştı, kurtulamıyorum, ben ne yapayım, ne diyeyim" falan diye toplantı yapıyoruz. toy gibi, kurultay gibi bi şey oldu. hatun kararları imzalıyor falan. "mahallenin batısındaki dedeleri sen al, doğusundakiler bende" falan gibi stratejik hesaplar yapıyoruz artık zira köşeleri tutmuşlar abi, rahat bırakmıyorlar. birkaç gün daha gittim ve inanır mısınız amca hep oradaydı. "ya nolur git artık nolur" dememek için kendimi zor tutuyordum artık. artık burama gelmişti ve karar vermiştim, bu sefer gittiğimde "abi bak ben yalnız kalmak ve kitap okumak istiyorum, yani seni de anlıyorum ama bilmem nerde okuyan ve inanılmaz dahi torunların gerçekten ilgimi çekmiyor" diyecektim. gittim. masaya oturdum. amca geldi. tam lafa girecektim ki her şeyi anlamışçasına söze girip anlatmaya başladı.
    benim, dedi, burada arkadaşlarım vardı ama hepsi öldüler. bayadır da buraya gelmiyordum, artık sen varsın diye geliyorum.
    "hay amınakoyayım ya gel de dün prova yaptığın cümleyi söyle şimdi" diye içimden geçirdim. "abi yaşlı mıknatısı mıyım ben, ufak çaplı bi bermuda üçgeni falan mıyım, etrafımdaki yaşlıları içime mi çekiyorum nedir, bunlar beni neden seviyolar ya? hayır, bazıları 'benim de kız var, bizim torun da işte bilmem nerde" diye yemliyorlar, kız çocuklarından bahsediyorlar durduk yere. kızlarını verecekler lan nerdeyse. ya ben böyle bi mülayim, bi tatlı bi şey gibi mi görünüyorum acaba, beni niye seviyolar lan bunlar? şu ilginin onda birini hatunlardan görsem ihya olmuştum lan" diye ciddi anlamda sorgulamalara başladım. annem bana sakalsızken "yılmaz morgül'e benzemişsin hihohaha" deyip gülüyo, ilkokul fotoğraflarıma bakınca çengelköy hıyarı gibi çıktığım için bütün akrabalar kopuyo. e bu yaşlılar beni niye beğeniyo? kafamda deli sorular. ben bunları düşünürken amca konuşmaya devam ediyor:

    yalnızım ben burda, pek aralarına da almıyolar beni... arnavut bu mahalledekiler, ben de inegöllüyüm, seninle konuştuğumuz iyi oldu, bi arkadaşım oldu, dedi.

    ulan bu ok zehirli işte bunu atmayın artık ya! abim güzel abim yapma bunu gözünü seveyim ben dayanamıyorum işte böyle olunca ya yapma napayım ben şimdi, ne diyeyim ya. yani abim bana resmen diyor ki "arkadaşlarım öldü, benimle konuş". "olum gitme lan yalnızım". diyor işte bildiğin yani.

    siktir ya napacam olum ben şimdi?..

    dedim ki: anlıyorum abi, fakat ben malayani şeylerden konuşmayı sevmiyorum. şöyle yapalım mı? ben kitap okuyorum, gel beraber okuyalım, birbirimize anlatalım, olur mu öyle? çünkü neye dikkatini yöneltirsen içini o doldurur. gel seninle daha anlamlı, dolu şeylere dikkatimizi yöneltelim ne dersin? abi bi sevindi. "olur olur" derken gözleri bi parladı adamın.
    "ulan hay sikeyim böyle işi allah belasını versin böyle günün" diye bi sövmedim değil ama kıyamadım napalım, beraber okuyacaz artık heheheheh.
    0 ...
  38. intiharın eşiğindeki biri için yapılabilecekler

    1.
  39. ünlü psikoterapist victor frankl'a gece yarısı bir kadından telefon gelmiş. kadın diyormuş ki 'biraz sonra intihar edeceğim. kararlıyım. fakat o kadar ünlüsün ki neler söyleyeceğini çok merak ettim.'

    victor frankl kadınla iki saat konuşarak onu intihardan vazgeçirmeye çalışmış ve başarmış da. victor frankl kim bilir neler söyledi? kadını nasıl ikna etti? onu üniversitede ziyaret eden kadını dinleyelim:

    'telefonda söylediğin şeyler bana hiç inandırıcı gelmedi. ben, söylediklerinin etkisi ile değil, gece yarısı iki saat benimle konuşacak, beni dinleyecek, bana yardım etmek isteyecek birini bulduğum için intihardan vazgeçtim.'

    'hiç kimsenin kendisine zaman ayırmadığı bir insandan daha mutsuz olanı var mıdır? her şekli ile dinleme, zaman ayırmaktır. değerine paha biçilemeyen zamanı sunmak, mutluluklara ne kadar büyük bir katkıdır.'

    'gerçek cevaplar, hep dinleyenlerden gelir.'

    ve şunu da unutmamalı:
    'anlam, sesten ibaret değildir.

    not: yakıcı bir yalnızlık insanı hüngür hüngür ağlatır: https://www.uludagsozluk.com/e/46572297/
    0 ...
  40. rahmetli vahitin anısına trajikomik bir hikaye

    1.
  41. üç sene önceydi bu mahalleye taşındık. uzun yıllar antalya'da nezih bir apartmanın altıncı katında oturduktan sonra bursa'ya, yazları gittiğimiz anneanne evinden dolayı pek de yabancılık çekmediğimiz bu varoşlara taşınmak mecburiyetinde kaldık. taşındığımızın ilk günleriydi.

    toprağın çiçekleri ve ağaçlarıyla derinliğindeki sırlarını bizimle paylaştığı, koku ve renk lisanıyla kulağımıza "ömrün bitişini" fısıldayan bir yaz sonunda - sonbahar başlangıcında; daha çok yaprakların döküldüğü ama son bir ümitle bir iki şuursuz çiçekçiğin "şu kış gelmeden biz de açıverelim bari" deyiverdiği bir mevsim geçişindeydik.

    bu sokak, çocuklarıyla ince sevinç çığlıkları çıkarıyordu. bir köpek zıplıyor, havlıyor; bir kedi ağır ağır karşıya geçiyordu. arabalar homur homur homurduyor, vızır vızır vızırdıyordu. bütün bunların arasında en güzel ses kuşların ve çocukların çıkardıklarıydı.

    anne terliği giyip evimin kapısından çıktığımda, ki en sevdiğimdir, yüzümü lâtif bir rüzgar yaladı. markete gitmek için homur homur homurdayan; vızır vızır vızırdayan arabaların arasından karşıya geçtim. poşeti ev ihtiyaçlarıyla doldurdum. üç de çikolata aldım. bilirsiniz, evdeki kardeş sayısı kadar mutlaka çikolata alınır alışverişlerde. marketten çıktım. parkı geçtim. sağlık ocağının yanından evimin olduğu sokağa geçecekken

    "bize de ver şu çikolatalardan ba'aabi!" dedi bir ses.

    sesin geldiği tarafa baktım. burun kanatları irice, esmer, saçları üç numara tıraşlı, kafası yaralarla dolu, kötü giyimi ve konuşması pek güven vermeyen 16 - 17 yaşlarında gösteren(belki de daha büyük) cılız mı cılız bir çocuk. yüzünde yastık nedir bilmez, sırtında döşek nedir bilmez bir garibanlığın izleri vardı. hani sorsan hayatında bir rahat uyku uyumuş mudur? uyumamıştır belki. onun uykusu daha çok parkta uyunan uykulardan olmalıydı ki muhtemelen uyuşturucu da kullanıyordu.

    "amınakodumun serserisi" dedim içimden. "veremem kardeş bize kadar var" dedim dışımdan. harbiden yalan da değildi, bize kadar vardı. ben ve iki kız kardeşim eşittir üç çikolata. ikisi bana, kalan biri onlara(!)

    allah affetsin hiç de sevmezdim böyle hıyar herifleri. ölçüsüz, yakışıksız ve saygısızca gelir, yılışık ve serseri bir jargonla, amortisör gibi bir aşağı bir yukarı yaylanarak ve sanki vermek zorundaymışsın gibi bir yüz ifadesi takınarak senden o an elinde olanı dilenir, emrivaki yaparlar. küçükken çingene mahallesinde gördüklerimden olacak nefret ederim böyle piç tipli olanlardan. şuna bak yüzünde meymenet yok! siktir, yavşak! ne verecem lan sana çikolata, olsa da vermezdim zaten. bunların eline güç geçse bizi de sikerler, orospu çocukları! hah işte, aşağı yukarı böyle şeyler geçiriyordum içimden. şu bıraktığım ülkücü bıyığından, üzerime geçirdiğim beyaz gömlek ve kaşe monttan olsa gerek o sıralar olumsuz cevabıma "eyvallah abi tamam" çekip uzaklaşıyorlardı. eskiden olsa kafama vurur o çikolataları elimden ne yapar eder alırlardı. e başıma gelmedik iş değil. babamın evin kapısında kuruyemiş almam için elime tutuşturduğu parayı uzaktan gören çingene, dar bir sokağa pusu kurmuş ve oraya vardığımda aniden eğilerek yerden aldığı ve yuvarlayarak sertleştirdiği kar topunu bana bıçak çekmiş gibi tutarak "elimde pıçak var çabuk ver parayı" demişti. o çingene de bu tipte bir orospu çocuğuydu işte. çocukluğumda köktüğüm tasoları "say bakayım" demişti üç tanesi. tanımam etmem ama tasolarımı saymak hoşuma gidiyordu. ben de başladım tasolarımı saymaya. biiir ikiii üüüç dööört derken şırank diye eliyle vurup yere düşürdü bir tanesi tasolarımı. derken benim tasolar yaklaşık on saniye içinde buhar oldu. hah işte o dört çocuk da aynı bu tipte piçlerdi işte. ah biz öğretmen çocukları... hep de bizi bulurdu bu piçler.

    bi gün sokağımızda bir kavga çıktı. küfür kıyamet... hani sanki o an pencereden baksak "ne bakıyon lan" deyip bizi de dövecekler. öyle gergin bir ortam. gene de baktım. aşağıda o çocuk da vardı. tişörtünü çıkarmış sağa sola bağırıyordu. ve kafası da fena halde kanıyordu. bir ara, yemin ederim, evin camına birisi balta bile fırlattı. polis geldi. ambulans geldi. gürültü kesildi. sonradan anladık ki bu mahallenin çok sıradan, gayet normal bi şeyiymiş bu. gece gündüz saat fark etmeksizin kavgalar oluyordu ve bir zaman sonra kavga sesleri insanın cidden umrunda olmuyordu. "amaaaan gene kavga ediyorlar işte siktir et" gibi bir hale bürünüyordu; kanıksıyordu insan durumu. hatta bi gün, galiba mahalleye yeni taşınan bi amcayla teyze "polisi arasanıza öldürecekler birbirlerini" dedi ortaya. ben de inanılmaz bir sakinlikle sanki çok normalmiş gibi "he yok amca onlar öyle şey yapıyolar ya biter birazdan polis de bi şey yapmıyo zaten" falan dediydim. geldiğim nokta hayranlık vericiydi doğrusu. bu amcaya "sen yenisin galiba" bakışı atmayı da ihmal etmedim tabi.
    hemen sol yanımızdaki tek katlı evde oturduğunu sonradan öğrendiğim bir manyak, bazen "allah yakcakkk! hepinizi yakcakkkkkk! kuran çarpcakkkkk!" falan diye bağırarak gece gündüz bakmadan sokakları dolaşıyordu. hatta annemin demesine göre sonradan bu çocuğu hapse almışlar, hala hapisteymiş. ama kardeşi de en az kendisi kadar manyak olduğu için mahalle rahata eremiyordu. böyle acayip, manyak bir mahalle işte çok uzatmayayım. evimize misafir falan geldiğinde en çok korkan kişi yeni olduğu için misafir oluyordu. biz ise "sakin olmasını" söylüyorduk ve umrumuzda olmuyordu ve hatta artık taklitlerini yapıp gülüyor, konu üzerine espriler yapıyorduk. misafir ise bütün bu halimize haliyle şok oluyordu.
    ben bütün bunlar olurken mahalleye de mahalleliye de bildiğim en uzun küfürleri ediyorum tabi. nefret ediyorum mahalleden. ama yine de geceleri sessiz saatlerde sigaralar içmeyi ve balkondan sokağı seyretmeyi çok seviyorum bütün bunların arasında.

    ve her gün düzenli olarak karşıdaki evin üçüncü katına "vahit! vahit!" diye bağırıyordu ömer. ömer? şu manyak çocuk işte. kavgacı, gürültücü, ona buna küfürler eden manyak. vahit? şu benden çikolata isteyen çocuk. ismi vahitmiş meğer. iyi, öğrenmiş olduk. biri ömer, biri vahit.

    bi gün yine bi gece balkondayım. bi ses duydum aşağıdan. "birader bi sigaran var mı be?" diyordu penceredeki ses. buna karşılık "yok" diyordu sokaktaki ses. ulan o an bi içim acıdı çocuklara. hani soruyu öyle bi ses tonuyla sordu ki içim yumuşadı sanki bi anda. sanırsın o kavgacı çocuğun değil de çocuklara şeker dağıtan merhametli bir dedenin sesiydi o. içimden geldi o an. hani gecenin o saatinde sigarasızlık nedir onu da biliriz ya, bağırdım aşağıya:
    "ömer! vahit! alın sigara. için hadi" deyip salladım iki dal aşağıya.

    ne olduysa o gece oldu. ben vahit'i ve ömer'i daha değişik gözlerle; gözümün içindeki daha sahici bir gözle incelemeye başladım sanki. örneğin o güne kadar hiç keşfetmediğim bir şey gördüm vahit ile ömer'de: merhamet.
    mesela kardeşim anlattı, ömer bir gün benim dünyalar tatlısı yeğene içinden geldiği için çikolata alıp vermiş. çok ilginç.
    mesela bi gün yine ben balkonda sigara içerken ömer'in ayakkabılarını bağladığını gördüm. tam o sırada teraslarındaki köpekler kendisine "viyk viyk viyk" deyip masum masum bakınca ömer de kafasını yukarı çevirip "söyle babam... arkadaşım... köpek dostum benim..." dedi. çok ilginç.

    bi şey oldu. o günden sonra bi şey oldu. ben selam vermeye başladım bunlara. sonra bi gün artık vahit selam vermeye başladı bana. "abi nasılsın" demeye başladı. örneğin balkonda sigara içerken beni görüp kafasını minnet dolu bir ifadeyle aşağıya eğip elini bana doğru sallar, selam verirdi. sokakta denk geliriz, selamlaşırız, halini hatrını sorarım, eve geçerim. hatta yine bi gün babam bu gençlerin yanına gidip "gençler mahallemiz size emanet ha!" diye gaz vermiş. tabi çocuklar "ayıb ediyon be'aabi sen bize bırak" falan demişler gururlanıp. o an yüzlerinde bir gülümseme, bir onur duyma kendilerinde. babam olsa da anlatsa hani şimdi burada.

    gel zaman git zaman vahit'i çok sevdim ben. bazen "vahit, gel bakam" deyip bakkala gider "al istediğini hadi" derdim. çikolata, cips mips alır mutlu olurdu. üstüne bi de cigara yaktırırdım. tamam bizim vahit'ten mutlusu yok artık o dakika. osuruk gibi kokusu hemen geçen mutluluklar yaşıyoruz vahit ile. kısa ama etkili mutluluklar. ve galiba vahit gibilerinin meğer "normal biri gibi" davranılmaya ihtiyacı vardı.

    yine bi gün gecenin dördünde balkonda sigara içerken karşıdaki otobüs durağında vahit'i tek başına otururken gördüm. sokakta in cin top oynuyordu ve vahit sessiz sessiz sokağa bakıyordu. öylece otururken geceye yayılan bir kapı gıcırtısı sesi kadar yalnız görünüyordu. bi delilik yaptım. sırtıma hırkamı ve kaşe montumu geçirdim vahit'in olduğu yere gittim.

    sigara uzattım, yak dedim. yaktık sigaralarımızı. abi, dedi, balkonda öyle dertli dertli oturuyon, senin de bi derdin var. yok beee ne derdi, rahat batıyo bize, dedim.

    sustuk. o sıra şiir tamamdı ama sanki bir dizesi eksikti ve bu en önemli yeriydi.

    "vahit", dedim, "içme onu, bırak. annen ne kadar üzülüyor hem bak". neyi kastettiğimi anladı ve "olmuyo be abi" dedi. "bırakmıyolar".

    sustuk. şiir tamamdı ama sanki bir dize eksikti. her şeyi anlatamıyorduk susarken. hani "bir şey vardır, dilenen adamın, kendisine ve önünden geçenlere bir türlü söyleyemediği..." hani "cümleler, onlarca kelimeyi önlerine katarak, rüzgâr gibi geçerler de dilimizin ucundan; ama işte nasıl olur, söyleyeceğimiz şeyi yine de söyleyemeyiz.":yıldızlı atlas

    "ben de yalnızım abi" dedi sigarasından çektiği dumanını üfürürken.

    kelimelerden şiir yapıp şiirden atlarımla neden dağların ıssızlığına kaçtığımı, neden ağaçların tenhalığına sığındığımı anlatasım geldi bir an.
    "bak şu karşıdaki dağı görüyor musun? balkonda oralara gittiğimi hayal ediyorum hep ben" diyecektim... diyemedim. gelincikten gelinler yapıp ellerimle, gül kokulu bir kederle, ürkek ürkek baktığımı dağlara, neden susup kaldığımı anlayacak sandım bir an. sert görünmeliydim. umursamaz, boş vermiş bir tavırla:

    "iyidir yalnızlık, böyle tek tabanca takılmak iyidir, siktir et" dedim.

    o gece yağmur başlayınca "keşke yağmur yağmasa" dedi vahit bir de. "neden lan?" diye sordum, "yağmur yağınca 'iyi, iyi rahmet yağıyor' diyen adam güvende hissettirir vahit, ne güzel işte yağsın" dedim.
    "öyle abi öyle de... ne bileyim... yağmurda ne oluyor biliyor musun abi?" deyip yutkundu ve devam etti, "bütün acılar patlayıveriyo sanki içimde. dua ediyorum yağmasa diye. dilim milim hepten bağlanıyo. saatler süren bi suskunluk kaplıyo içimi."
    haklısın vahit, dedim. yağmur yağdığından mı oluyor bilmiyorum ama, kapanıyorum bazen ben de yüzükoyun yüreğime. bazen ben de "ya duyarsam tıpırtısını arabanın camlarında" diye sancılanıyorum, sesinden kaçıyorum yağmurun.
    ama sana bi şey söyliyim mi? anneannem her yağmur yağdığında pencereyi açar biliyor musun? o an böyle bi durduk yere gelen yaşama sevinci... bilir misin onu? böyle osuruk kokusu gibi bi şey. saniyeler sürüyor.

    sustuk yine bir zaman.

    o dakika sanki bir sait faik hikayesinin ortasında buluverdim kendimi. sanki o an ben parkların sabahı, akşamı, gecesi'nde bankta oturup kalbi ve ruhuyla olan biteni bir vakanüvis gibi kaydeden sait faik; bu çocuk da bütün bunlardan habersiz yanındakiyle sohbete düşmüş 'civci'.

    ben o gün oradan ayrılıp eve döndüğümde bir elimde cümleler diğer elimde anlamları vardı. bu elimdeki cümlelerin en basit anlamı bile derin bir yalnızlığı işaret ediyordu. lütfen laf cambazlığı saymayın bu anlattıklarımı. kelimesi kelimesine doğrudur. o günden sonra vahit'i birkaç kere daha gördüm. her gördüğümde vahit içinde şiir yükü taşıyan hafif bir baş selamıyla yanımdan geçti. sigara ikramları, ayaküstü hal hatır sormalar oldu ondan sonrası. ya benim bir işim oldu, ya vahit ortalarda yoktu.

    bi gün iki kişi vahit'in evinin önünde bağırıyor, vahit'e küfürler ediyordu. annesi çıktı, vahit yok, dedi. anne, dedi aşağıdaki çocuklardan biri, seninle meselemiz yok, söyle o çocuğuna x'i getirmezse aha sana söylüyorum, çok kötü dayağımızı yiyecek. "dövmen guzum, nolur dövmen" dedi annesi üzülerek.

    belki aylar, mevsimler geçti vahit'i hiç görmedim ondan sonra. geçenlerde annem "muhammed" dedi heyecanlı heyecanlı. "duydun mu? vahit vardı ya şu sürekli adını sesleniyolardı hani zayıf bi çocuk,"
    "evet, bilmem mi anne ya" dedim, "ölmüş" dedi. "çok zayıflamış uyuşturucudan, midesini almışlar galiba... bugün de ölmüş."

    o an sanki günlerdir ipil ipil yağan yağmur dinmiş... gün başını alıp giderken, ben balkondayken, ömer artık "vahit!" diye bağırmaz olmuş... kaç zaman oldu ömer de kavga etmiyor artık birileriyle. değişti biraz bu mahalle. annesi....... neyse.

    içimdeki nefesi boşaltırken aklıma o gün vermediğim çikolata geldi. kim derdi ki bir zaman kötülükler yüklediğim bir insan yüzü benim için artık iyilikler yüklediğim bir insan yüzü olarak hatırlanacak.

    ah şu insan yüzleri... diyor ya hani.

    bir insan yüzüne bir sürü anlam yükleriz. bir yüze iyilikler de yükleriz, kötülükler de. elbisesine bakıp "ne kadar temiz" ya da "ne kadar pis" deriz, gülümsemesine bakıp "ne kadar iyi" deriz bir insan için. bunlar kolay, anlar insan. ama hani sait faik'in hikayesindeki gibi bir adamın sıkı sıkıya bağlamış olduğu paketin içindekinin ne olduğunu bilmeyiz ve dahi merak da etmeyiz.

    mesela kaç insan bildi vahit'in yağmuru sevmediğini, yağmurdan korktuğunu? bazı geceler o durakta sessiz sessiz oturup sokağı seyrettiğini?

    hayat mutfak penceresinden yağmuru seyrederken güzeldi aslında, biliyor musun vahit?
    0 ...
  42. doğruyu söylüyor olmak bize her hakkı verir mi

    1.
  43. sevgili kankülyonlarım!

    kim ki "doğruları söylüyorum." diyerek size türlü hakaretler ediyorsa, cümleleriyle öz güveninizi hedef alıyorsa, kalbinizi böyle incecik çıta parçalarını kırar gibi çaaaat çaaaat kırıyorsa ve siz kendinizi bir hiç gibi hissediyorsanız hiç durmayın, ilişiğinizi hemmmen o dakika kesin. kesin kesin, korkmayın. bu kardeşinizin bir bildiği var, bana güvenin!

    "neden yahu, ya adam doğruları söylüyorsa?" dediğinizi duyar gibiyim.
    dinleyin o hâlde.

    bir keresinde bir pazarlamacı ile bir adamın tartışmasına tanık oldum.

    tabii benim gözümün önüne direkt şu sahne geldi:
    https://www.youtube.com/watch?v=iIOxv9CH0Xs
    içimden "aha şenlik var." diyerek izlemeye koyuldum.

    pazarlamacı elindeki bardak için "kırılmaz bardak bu!" diyordu. "nasıl kırılmaz abicim ya? allah allaah!" diye şaşırarak sordu adam. "baya kırılmaz. polikarbonat bu güzel abim. cama alternatiftir, darbeye dayanıklıdır, kurşun geçirmez camlar gibi düşün." dedi pazarlamacı.
    pazarlamacı bayağı ikna edici konuşuyordu doğrusu. ama adam "kırılmaz bir bardak nasıl olur?" bir türlü anlayamıyordu. pazarlamacı artık gittikçe agresifleşiyordu. itirazları, soruları, karşı düşünceleri önce küçümsemeye, daha sonra yavaş yavaş azarlamaya başladı. en sonunda onca açıklamadan sonra ufak bir soruya o kadar sinirlendi, o kadar sinirlendi ki sinirden bardağı adamın kafasına fırlattı. bardak sahiden de kırılmadı. adamın kafası yaralandı. pazarlamacı bardağının ne kadar sağlam olduğunu ispatlamıştı. şüphe yok ki doğru söylüyordu. bardağı oldukça sağlamdı, kırılmıyordu. gel gör ki bardağını da satamamıştı. çünkü kimse ne kadar sağlam, ne kadar güzel olursa olsun kafasına bir şey fırlatılmasından hoşlanmazdı.

    sevgili papiçülolarım, pek muhterem cennetmekân arkadaşlarım! gerçekleri acımasızca konuşan birisinin bu pazarlamacıdan tek bir farkı var mıdır sizce? sorarım sizlere. şimdi de "hayır." dediğinizi duyar gibiyim. (subhanallah, umarım şizofren değilimdir.)
    peki siz, kafanıza bardağı fırlatan birisinden o bardağı satın alacak mısınız gerçekten? şaka yapıyor olmalısınız. dedim ya, hemmmmen o dakika bitirin, bakın çift parantezli göz kırpacağım şimdi, bana güvenin. ;))
    bazen fırlatılan kırılmaz bir bardak değil, bir cümledir. yara alan da kafamız değil, bildiğin kalbimizdir.
    sivri dilli olmakla övünenleri bu yüzden pek anlayamam. cümlelerini kalbinize saplamakla övünüyorlar aslında.
    dürüstlük böyle bir şey olmamalı. gerçekleri acımasızca konuşmak zorunda değiliz. bardağımızın ne kadar sağlam olduğunu ispatlamak için onu birilerinin kafasına fırlatmak zorunda olmadığımız gibi.

    "doğruyu söylüyor olmak" bize her hakkı vermiyor. bir pazarlamacıya günün sonunda "bugün bardağının sağlamlığını kaç kişiye kabul ettirdin?" diye sorulmaz, "ne kadarını sattın?" diye sorulur.

    özellikle son çeyrek asırda hayatlarımızı, insanların kabullerini kendi mantıklarına göre değerlendirip "ne var bunda?" yaklaşımıyla hareket eden, bencilce ve ölçüsüzce yaşayan insanlar istila etti.
    "istediğim herkese istemediği her şeyi yapabilirim fakat hiç kimse bana istemediğim hiçbir şeyi yapamaz."
    işte insana ölçüsüzlüğü veren bu tavır, kendisi gibi birine tahammül edemeyecek tutarsız insanlar yarattı.

    hadi dürüst olun, cevabını bir tek siz bileceksiniz, acımasızca kurduğunuz bir cümleyi siz kendiniz gerçekten duymak ister miydiniz? savunmaya geçmeden öylece tebessüm edip teşekkür mü ederdiniz? fırlattığınız bardağın kafanıza isabet etmesini de istemeniz gerekir eğer öyleyse. cevabınız evetse tebrik ederim, en azından tutarlısınız. fakat cevabınız hayırsa ve ısrarla bunu yapmaya devam ediyorsanız siz "tarihin gördüğü en müstesna orospu çocukları" isimli sergide az bulunan kıymetli (!) bir eser olarak yer alabilirsiniz, alın size acımasız gerçek.

    kimi zaman argümanlarımızın sağlamlığını ispat etmek uğruna insanların kendilerini bir hiç gibi hissetmelerine sebep oluyoruz. oysa ne kadar "haklı" olursak olalım önceliğimiz bir insana kendisini bir hiç gibi hissettirmemektir. "ya hayır söyle ya sus." sözünü bu yüzden anlamlı buluyorum. hemen dikkatimizi çekiyor ki "ya doğru söyle ya sus." denmiyor. o hâlde amacı fayda, iyilik olmayan her doğruyu söyleyiş yanlış söyleyiştir.

    "doğruyu söylemek" ince ayarlar isteyen bir eylem. aynı çiviyi kalın bir duvara sert çekiç darbeleriyle, incecik bir çıtaya nazik vuruşlarla çakarız. bir duvara uyguladığımız kuvveti, incecik bir çıta parçasına uygularsak incecik çıta çatlayabilir. yüzeye göre kullandığımız çekiç, çaktığımız çivi, uyguladığımız güç değişir. durum insanlarda da böyledir. insanlar da yüzeyler gibidir, dile getirdiklerimiz ise vuruş şeklimiz. "kapanmayan yaralarla dolu, kendini yaralarına kelepçeleyerek, sürekli o yaraların hatırasıyla, sürekli onları kanatarak yaşayan, geleceği de karartan bir geçmişe hapis hâlde yaşayan, geçmişin zindanından kurtulamayan ve geleceğe adım atmakta ürkekleşen biri" incecik bir çıta gibidir. bir çekiç darbesiyle çabucak yarılır. örneğin, aba/uda eğitimi alanlar bilirler, davranış bozukluğu olan bir otizmliye emir cümleleri kurup sert davranmamız gerekirken bir down sendromlu aynı sertlik karşısında çok üzülüp ağlayıverir.

    sözlerimiz ile, yanılıyor olsak bile, bir insanın sonraki teşebbüslerinde endişeye sebep olabiliriz, kişi kendisine küsebilir.
    düşünün, normalde yetenekli olduğunuzu düşündüğünüz bir konuda muhatabınız o anki hatalarınıza saplanıp kaldığı için size gözleriyle âdeta "sana güvenilmez." der gibi bakıyor ve siz bunu her hücrenizle hissediyorsunuz. düşünürken bile eliniz ayağınıza karıştı ve daha da saçmaladınız değil mi?
    ki her birimiz zaman zaman; tecrübesizlik, heyecan, hazırlıksız olmak ya da herhangi başka bir sebeple verimli olabileceğimiz bir konuda bile hezeyan edebiliyoruz.
    belki ileride telafi edebileceğiniz bir konuyu sırf bu bakışı unutamadığınız için telafi edemiyorsunuz. acı olmaz mı? işte, bırakın acı bir sözü, acı bir bakış bile birisini kendisine küstürebilir, kendisini suçlamasına sebep olabilir. bir bakışla bile onun devamlılığına da kötülük yapmış olursunuz böylece, sizin işinize yaramayacak bir insanı başkalarının da işine yaramayacak bir hâle getirirsiniz. bir bakışla hedef aldığınız şey öz güvendir, kişinin tutunma gücüdür. oysa hiçbir insan sadece o anda gördüğümüz insan değildir.

    kimsenin tutunma gücünü zayıflatamayız. evet, doğruları dile getirmek bir cesaret işidir. bununla beraber cesaretimiz; hakarete, aşağılamaya, ucuz bir espriye dönüşüyorsa, daha da kötüsü, sözlerimiz kapanmayan bir yaraya temas ediyorsa dile getirilen doğru, gücünden kaybetmiş demektir. bu, 16. yüzyılda her şeye rağmen korkusuzca doğruları söylediği için diri diri yakılan bruno'nun cesareti değil, katıksız kötülüktür.

    soruyorum: siz cesur musunuz yoksa kötü biri misiniz?
    ...
    ...
    not: gitmeden bu yazıyı da okumanızı tavsiye ederim: https://www.uludagsozluk.com/e/46569065/
    1 ...
  44. tartışmanın gereksiz olduğu insan tipi

    1.
  45. bizim memleket tuhaf memleket. önceden hazırlanmış tepkilerimiz var, tam otomatik çalışıyorlar. adnan kahveci'den övgü ile bahsetmeniz yüzünden özalcı, elektrik dağıtımının özelleştirilmesine karşı olduğunuz için özal düşmanı, erozyon tehlikesinden bahsederken çevreci, nükleer santrallerin gereğini vurgularken çevre düşmanı ilan edilebiliyorsunuz. hem de hiç ilginiz bile yokken.

    diyelim ki koyu fenerlisiniz. ali koç'u:fb başkanı eleştirdiğiniz kısa bir konuşmanıza tam da o an denk gelen birisi sizin galatasaraylı olduğunuzu düşünebiliyor. iki üç gün sonra sizi fener formasıyla görünce "sen galatasaraylı değil miydin ya? takım mı değiştirdin?" diye soruyor. ne öz güven ama! "o nereden çıktı kardeş ya?" diye bi şok geçiriyorsunuz. hâlbuki fenerin attığı bir golü beğenmen ve bundan övgüyle bahsetmen de seni fenerli yapmaz. koyu bir galatasaraylı olarak da fenerin attığı bir golü beğenebilirsin. üzerinde fener forması varken de fenerbahçe başkanını eleştirebilirsin.

    insanların kutuları var ve sizi o kutulara sıkıştırmak için neredeyse fırsat kolluyorlar. o kutulardan birine sizi hapsetmedikçe rahata eremiyorlar. ufak ipuçlarından hareketle "şucu, bucu" şeklinde sizin etrafınızı çevirip bir yere kapatıyorlar ve sonrasında da kutuya nasıl muamele ediyorlarsa size de o şekilde muamele ediyorlar. hayatın hemen her alanında insanların bu kadar fanatik, bu kadar peşin hükümlü, bu kadar yüzeysel olması doğrusu aşırı boktan. bazen yalnızca sorduğunuz bir sorudan, bazen o günkü giyinişinizden, sakalınızdan, bıyığınızdan, o günkü duruşunuzdan, görünüşünüzden, bazen konuştuğunuz bir kişiden dolayı sizi "bir şey" ilan edenler oluyor. o an eğlenceli olduğunuz için mutlu, o an durgun olduğunuz için depresif sanılıyorsunuz.

    bir şey soracağım. niye var bu kutular? yani insanları tıkıştırdığımız şu saçma kutular? bence en çok şu yüzden: önceden hazırlanmış tepkilerimizden verebilmek için. tam otomatik, hazır tepkiler. evet, hazır tepkiler vermeyi seviyoruz. hazır çorbalar gibi. nasıl ki hazır çorbalar, bizi elimizle günlerce ev tarhanası yapmak gibi bir zahmetten kurtarıyorsa hazır tepkiler de bir insanı detaylıca teşhis etmek zahmetinden kurtarıyor. atıyorsun kutuya ve hazır tepkilerinden birini yapıştırıyorsun. pratik tarif, en fazla üç dakikanı alıyor. seni bir ipucundan hareketle genelleyip birtakım mantıksal safsatalardan :ad hominem:tu quoque:straw man fallacy:gibi yapabilmek için o kutular şart.

    hazır tepkiler!..

    yani şöyle:

    düşün ki fenerlisin ve ali koç'u eleştirdiğin o kısacık konuşmandan hareketle birisi senin galatasaraylı olduğunu düşündü.
    yani önce seni bir kutuya attı, etrafını çevirdi, seni hapsetti, galatasaraylı olduğunu önden bi kabul etti. bunu niye yaptı? hazır tepkilerinden birini verebilmek, saldırabileceği kapsamı genişletmek için. kutuya nasıl muamele ediyorsa sana da o şekilde muamele edebilir artık.
    şimdi, senin galatasaraylı olduğunu düşünen bu kişinin fanatik mi fanatik bir fenerli olduğunu ve onunla bir tartışmaya giriştiğini düşün.
    dönecek olan o saçma sapan tartışmayı hayal edebildin mi?
    "ona bakarsan burak elmas:gs başkanı da şöyle." gibi konuyla tamamen alakasız, mantıksal safsatalarla dolu önceden hazırlanmış tepkiler kulağında çınladı değil mi?:tu quoque:sende de var mantık hatası
    dikkat edersen sahne şu: iki fenerli olarak ne alakaysa galatasaray başkanını konuşuyorsunuz.
    komik şeyler bunlar aslında, belli bir yaş için bayağı komik. açıkça bir mantık hatasının vurgulandığı, ortadaki saçmalığın gözümüze gözümüze sokulduğu ve yalnızca bu saçmalığı fark edebilenlerin kahkaha atabildiği bir absürt komedi film karesi tadında... bir tür durum komedisi. acıklı... o kadar acıklı ki bir yerden sonra artık kahkaha attıran cinsten bir komedi.

    diyelim ki müslüman olmadığını ifade eden birisine, o anki konuyla ilgili, açıklayıcı ve nokta atışı bir ifade olduğunu düşündüğün ve anlamlı bulduğun için anlatacaklarına "son peygambere atfedilen bir sözde peygamber der ki..." gibi bir girizgâh yaptın.(ki "hitler der ki..." demen seni nazilerden biri yapmaz. bir gs'li olarak fb'nin golünü takdir etmek gibi.) konuyu daha doğru düzgün açamadan oradan bir ses:
    - ama kimin peygamberi? benim peygamberim değil.

    heh işte hazır tepki! lan bi dur ne dediğini söylesin bari adam, bi cümlesini bitirsin, belki mantıklı bi şey söylemiştir peygambersjs ahah. hayır, konu bu mu yani? peygamber mi konu? tamam anladık, müslüman değilsin de bi serin gel, bi dur yani, bi sakin!
    mantıksal safsatalar işte. "peygamber söylediyse ya da benim peygamberlerden biri söylemediyse vardır bir bok" mantıksal safsatası. yani, argümanın kendisi yerine argümanı ileri süren kişinin etnik kökeni, politik tutumu, dinî görüşü gibi niteliklerini kullanma, karakteri ya da hareketleriyle ilişkilendirme durumu. yani, latince ifadesiyle: argumentum ad hominem.

    yaptığı şey şu:
    1. islamiyeti ufacık bile olsa çağrıştıran, ona benzeyen, onu andıran her şeyi ama her şeyi "kötüdür, saçmadır, hurafelerle doludur, dinlemeye bile değmez" kutusuna attı.
    2. "son peygamber demiştir ki" ifadesinden dolayı seni de islamiyet kutusuna attı.
    3. hazır tepkilerinden birini yapıştırdı.:anlamadan itiraz etmek

    işte fanatizm, işte şovenizm, işte mantıksal safsata!
    işte milliyetçi hareket, işte cesaret, işte adam gibi adamlık!
    işte "tartışmanın gereksiz olduğu bir insan tipi!"

    etkin bir dinleme; bir tartışmayı olumlu bir yerlere taşıyabilir, hiç olmazsa diğer olumsuzluklara kaymasını önleyebilir. fakat görüyoruz ki hazır tepkiler, kişiyi etkin dinlemeden de alıkoyuyor. dahası fanatikleştiriyor. bazen ne söylendiğini anlamadan, hatta daha duymadan tepki veriyoruz. niçin önceden tepki veririz? çünkü her şeyi anlamışızdır(!). böylece yarım yamalak anladığımız şekliyle tartışmaya girişiriz. hâlbuki tartışma anlamak için yapılmalıdır. sesleri duymak, dinlemek değildir. dinlemek, anlamaya teşebbüs etmektir, anlamak istemektir. isabetli bir dinleme tam da bu sebeple gerçekleşmez. çünkü her şeyi anlayan birisi, ne söyleyeceğinizi zaten biliyordur(!), dinlemeye de ihtiyacı yoktur, ukaladır. yüzündeki ifade, nasıl söylesem... her şeyi anladığını zanneden ve dinliyormuş gibi yapan birisindeki o küstah bakışı; "ne söyleyeceğini zaten biliyorum" şeklinde tefsir edilebilecek o sevimsiz gülüşü bilirsiniz, öyledir. oysa isabetle dinlemeyen birisi isabetle de konuşamaz. bir fikrin ne olduğunu tam olarak anlamadan ona yönelmek, potasız bir sahada basket oynamak gibi bir şeydir. dinlemeden konuşmak, anlamadan konuşmaktır. dolayısıyla itirazları da karavana itirazlar olacaktır.

    bakın, size bir şey diyeyim: ben hiçbir yere, hiçbir şeye ait değilim. ideoloji, din, müzik, giyim... aklınıza ne gelirse. altını çizerek söylüyorum: hiçbir düşünce akımına, hiçbir ideolojiye, hiçbir dine, hiçbir zevke ait değilim. hemen her konuda oldukça şüpheci, oldukça bilinmezci, oldukça karma bir tipim. tamamen bireysel zevklerim var. leonard cohen'i, hafız sami'yi, şebnem ferah'ı, şanışer'i ya da ismail yk'yı tamamen canım istediği için dinliyorum. çok geniş bir ilgi alanım var ve birbirinden tamamen alakasız gözüken iki şeyi bu yüzden aynı anda çok sevebiliyorum.
    bu karmaşık kişiliğimi bilmeyenlerin hakkımdaki karavana tespitleri, kısıtlayıcı tanımlamaları -yani şu saçma kutular- bu yüzden canımı sıkıyor. benim adıma konuşanlara da acayip gıcık olurum. çünkü insanımızda söz gelimi gitar seviyorsan tambur çalamazsın gibi tuhaf bir algı var. hani biraz sakin dursan hiç sinirlenmezsin, biraz somurtsan hiç kahkaha atmazsın falan zannediyorlar.

    random bir şarkı çıkıyor diyelim, "bu tam muhilik." diyor oradan birisi.
    yoo hayır, benlik falan değil.
    atıyorum, "oo sen şanışer de mi bilirdin?" diyor oradan bir öteki.
    bilemez miyim??
    fıttırıyorum işte ben bunlara.

    hakkımdaki bu karavana tespitlere bir sürü örnek bulabilirim hayatımdan, üstelik birbirine oldukça zıt.
    insan algısının ne kadar boktan olduğunu görün diye birkaçını paylaşacağım şimdi.

    mesela... lisedeydim o zamanlar, bi şeye çok üzüldüydüm. hani insan bazen, her şeyi görüp gözeten, bir gün kendisi yerine intikamını alacak, adaleti sağlayacak biri olduğunu düşünmek ister ya... böyle bi ağlar, bi rahatlar falan. öyle bir gündü o. bir camiye girdim. kimse yoktu. tek başıma ağlaya ağlaya namaz kıldım.
    sonra çıktım camiden. üzerimde okul forması, kravat cepte, dağıtmış bir vaziyette eve doğru gidiyordum. hüseyin ile karşılaştım, sınıf arkadaşım. "neredeydin?" diye sordu. "şu camideydim ya, namaz kıldım." dedim. "hadi lan!" dedi, namaz kıldığıma inanmadı. baştan şaka yapıyor sandım. değilmiş. "cidden ya" falan dedim, tuhaf bir şekilde sesini yükseltmeye, "yalancı, sus yalan söyleme!" falan diyerek beni azarlamaya başladı. lan n'oluyoruz arkadaş?:))) "ama kıldım ya, gerçekten kıldım." dedim çaresizce. üzerime yürümeye başladı. biraz daha namaz kıldığımı söyleseydim allah ne verdiyse dalıp dövecekti çocuk beni. gözlerinde gördüm resmen o öfkeyi. muhtemelen yakışıklı olanları, saçını yapan beyaz tenlileri, rock müzik dinleyenleri falan kâfiristan'a postalayan bir arkadaşımdı hüseyin. kim bilir hangi ipucundan hareketle beni kâfiristan'a postalamıştı? bilemiyorum.

    mesela daha geçenlerde bir öğretmen arkadaş "sen ak partili değil miydin hocam?" diye sordu durduk yere şaşırarak. ben de ona bayağı bi şaşırdım. okulda, bırakın koyu siyasi tartışmaları, ağzımdan siyaseti andıran, siyasete ufacık benzeyen tek bir kelime dahi çıkmamıştır bugüne kadar. parti kelimesini "doğum günü partime bekliyorum." gibi bir cümlede bile kullanmadım. siyasi meselelerin tartışıldığı masalardan uzak dururum zaten genelde. (akıl sağlığına birebir, tavsiyemdir.)
    düşündüm, öyleyse nereden çıkardı bu herif bunu?
    aklıma tek bir şey geldi: "barınağa gidelim mi?" demişti bir keresinde. ben de "barınakta n'apıcaz ki lan?" diye düşünerek "barınak??" diye tepki vermiştim. masadakiler bi gülüştüler saflığıma. "bi mekâna gidip içki içelim mi?" demek istiyormuş meğer, öyle bir jargonları varmış. ben de "heee. kullanmıyorum hocam ben, siz takılın." demiştim. muhtemelen orada beni ak parti kutusuna attı. içki kullanmayınca ak partili oluyorsun ya hani. nasıl kafalar ama!
    (bu arada bu herif, "allah korusun, kız kardeşinin ateist olmasını ister misin hocam??" diye soran bir tip. bunu da hani "hiç deterjan içilir mi hocamm?" der gibi tonluyor. öyle de din ve vicdan özgürlüğünden yana olan bir arkadaşımız yani kendisi. ulan, sosyal bilgiler dersinde beşinci sınıf konusuydu lan bu din ve vicdan özgürlüğü meselesi, beşinci sınıf! daha bunu verememişiz üniversite okuyup öğretmen olan adama.)

    mesela tam da ağlamaktan şiştiğim bir günde muhtemelen komik olan birkaç entry'ime denk gelmiş bir yazardan bir mesaj gelmişti. diyalog şu:
    - mutlusun he. tebrik ediyorum seni. her şeye rağmen mutlu olan insanları tebrik ediyorum.
    - nereden çıkardınız?
    - profile göz gezdirdim. hemen anlaşıldı.
    - kesinlikle öyle bir şey yok. bence biraz daha göz gezdirin.
    - bırak lütfen. ben herhangi bir konuda 5 cümleden fazlasını kuramam. belki de bu yüzden çok mutlusun. tebrikler.

    şaka gibi diyalog. yorum yapamayacağım artık.

    okuduklarınızdan sonra bu ülkenin büyük çoğunluğuyla tartışmanın gereksiz olduğunu düşünmüşsünüzdür muhtemelen. doğrudur. çünkü ülkemizdeki birçok insan aslında fanatik olduğunun farkında bile değil. din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü vb sosyal bilgiler beşinci sınıf konularıdır ama koca koca insanlar olmamıza rağmen bunları hayatımıza tam olarak tatbik edebilmiş değiliz. çünkü "eşitlik" diye bağıran çoğu insan aslında "ayrıcalık" istiyor. "finlandiya eğitimde bir numaraymış hölö hölö" şeklinde eğitim eleştirisi yapan ve oradan buradan duyduğu ama asla içselleştirmediği bu ezbere cümlelerle sözüm ona batılılaşan bir beyaz yakalı; soru soran, sorgulayan, eleştirel yaklaşan birisinin kafasına çekiçle vuruyor, onu bacağından tutup aşağı çekmeye çalışıyor. "düşünce özgürlüğü" diyen birisi aslında "benim gibi düşün" demek istiyor; karşıt görüş belirteni yobaz, cahil, salak, aptal diye yaftalayarak ve ağzından köpükler saçarak inandığı görüşün fanatikliğini yapıyor ve hayatını bu tarz fanatik tartışmaların içinde heba edip memleket için müthiş faydalı işler yaptığını falan zannediyor. yani ülkemizde sanki karşı komşuları mistır makdovel'in barbekü partisinden daha demin gelmiş gibi poz veren bu çakma caşuaların çoğunun özü aslında bir apartman dairesinde terli tişörtüyle tweet atan cevattır. bakmayın siz kıyafetlerine, saatlerine ve her sabah içtikleri kahvelerine, avrupalı gibi görünmelerine. fikirlerine sadece biraz zoom yaptığınızda görüyorsunuz o varoşluğu. bu kavramlar bize o yüzden bol geliyor. çünkü içini boşaltıyoruz ve o kavramların ırzına geçiyoruz. sakin sulardan aldığımız gemileri okyanusta yüzdürmeye çalışıyoruz, hâliyle ilk dalgada da alabora oluyoruz. ben hiç kimseye fikrinden dolayı sığır diyemem ama fikrini savunma şeklinden dolayı gönül rahatlığıyla sığır derim. şu cümleye bu sebeplerle çok inanıyorum: "'sevgi' ve 'kardeşlik' laflarını sıklıkla kullanan insanın amacı sevgi ve kardeşlik değil, onlardan faydalanmaktır." "düşünce özgürlüğü, adalet, iyilik, hoşgörü, sevgi, kardeşlik" gibi zaten kimsenin itiraz etmeyeceği soyut kavramlarla insanların çoğu aslında şov yapıyorlar. bunları sadece kendi grupları için istiyorlar. yoksa gerçekte adaletmiş, düşünce özgürlüğüymüş falan umurlarında değil. kolektivist gruplar kendilerini meşrulaştırmak için kimsenin itiraz etmeyeceği bu kavramları kullanıyorlar.

    eğer siz, özetin özetine mahkûm kalırsanız:"on dakikada göbek eritme" gibi ya da tek bir kaynağı hayat damarlarınızdan biri hâline getirirseniz bir müddet sonra ister istemez siz de size mantıklı geleni tek hakikat, tek gerçek, tek doğru sanmaya başlarsınız. siz de eleştirdiğiniz o tiplerden birisine dönüşürsünüz.:tabii ki ben de kendi aidiyetinizi gidip algı mekanizmasının bütün o kusurlu yapısına rağmen size en kesin cevapları verdiğini sandığınız, en sağlam (!) bulduğunuz yere yapıştırırsınız. bütün aidiyetinizi bir cevaba yapıştırıp her şeyi oradan seyretmeye başlarsınız ve artık baktığınız her yerde insanlar değil, kutular görür olursunuz. hâliyle tepkileriniz de şipşak, oldubitti tepkiler olur. bu kutular; size, birilerine aptal deme hazzını yaşatır. azgın, fayda sağlamayan, "sana katılmıyorum." ifadesinin kişiliğe bir saldırı olarak algılandığı, âdeta bir savaş meydanına dönüşen, değersiz hissettir ki değerli hisset başlıklı tartışmalara bazen sırf bu birilerine aptal deme ve haklı çıkma hazzını yaşamak için girişirsiniz. ve tabii ki vakit kaybedersiniz. emin olun, evinizde sadece durup duvara baksanız bile daha verimli geçirirsiniz o günü, en azından hayal falan kurarsınız. çünkü o tartışmalarda fikirlerin çarpışmasından doğan şey hakikat değil, ucuz hakaretlerdir. ki bu da fanatizmdir.

    dostlar! her şeyi bütünüyle kabul etmek vs her şeyi bütünüyle reddetmek. bu ikisi bizim memleketimizde çok yapılıyor. bir şeyi ya kabuğuyla beraber yutuyorlar ya da olduğu gibi çöpe döküyorlar. annemin sevdiğim bir huyu vardır. çürümüş portakalı öyle hemen olduğu gibi çöpe atmaz. çürümüş yerini keser, varsa sağlam kalan yerini afiyetle yer.
    bence siz de olduğu gibi çöpe atmadan önce her şeyde küçücük de olsa çürümemiş bir yan var mıdır diye bakın. mutlaka olmalı, bunu birkaç denemeden sonra siz de fark edeceksinizdir. bu toptancı anlayıştan, kutulardan ve hazır tepkilerden bu şekilde kurtulabiliriz.
    sonuçta beyaz dediğimiz bile aslında ne kadar beyaz ki? düşünsenize!
    1 ...
  46. karaciğer nakli ameliyatı videosu

    1.
  47. kafanda bokla uyumak

    1.
  48. bir keresinde kafama kuş sıçtı. fakat kafaya kuş sıçmasından daha kötüsü, kafanıza kuşun sıçtığını ertesi gün fark etmenizdir. anlatayım.

    üniversite son sınıftayım o zamanlar. galiba sevgilimden ayrılışımın ilk haftasını doldurmuştum. bi triplerdeyim. sırtımda çantayla, üzerimde serseri deri bir ceketle ayrılık acısı çekerek artist artist yürüyorum. keremcem - berbat falan dinliyorum. kulağımda kulaklık, gözümde simsiyah mat bi gözlük sokaklarda hüzünlü hüzünlü dolaşıyorum. öfkeyle kola kutusunu tekmeliyorum, karşıdaki duraktan dolmuşa binenleri seyrediyorum, tahterevalliyi eliyle ittirip çocuğuna suni bir tahterevalli simülasyonu yaratan babayı ve salıncak sırasında bekleyen anneleri seyredip çocuk parkındaki bankta falan oturuyorum, ne alakaysa anasını satiyim?.. bi saçma sapan haller işte kısaca. çocuk parkında aşk acısı mı çekilir amk, vizyonunu sikiyim senin ben. neyse. bi de final haftasındayız o sıra. birinci sınıftan beri veremediğim bi ders var. ve ben üniversite hayatım boyunca sınav kağıtlarına -çoğu zaman- hikayeler yazmışımdır. hikaye dediğim, baya kurguluyorum, kafama göre saçmalıyorum. çoğu sınavı da böyle geçmişimdir. yalan söylüyorsam anamı siksinler(daha inandırıcı bi yemin gelmedi aklıma şu an ahahah). hatta bi keresinde bir dersin sınavında cevabıma son noktayı koyduktan sonra şöyle kafamı kaldırıp arkama yaslanmış, sınav kağıdıma son bi alıcı gözle bakmıştım ve cevabımı o kadar beğenmiştim ki, içimden "ulan amk çok güzel yazdım lan, ben bunu bi daha yazamam." diye geçirerek sınav gözetmeni olan asistana en tatlı yüz ifademle "yauu bi şey sorabilir miyim? sadece cevabımın fotoğrafını çekebilir miyim?" diye sormuştum. kadın kısa süreli bi şok geçirdikten sonra gülmüş ve "eheheh ne yazık ki hayır" demişti. ama o sınavdan çıkarkenki gururumu anlatamam. "ulan ne cevap verdim bee! çerçevele duvara as yemin ediyorum!" diye düşünerekten ciddi ciddi asistana "fotoğrafını çekebilir miyim?" diye sormuştum lan işte, düşün artık nasıl bir kendinden eminlik! "ulan çok güzel cevap oldu beeh!" diye sınav kağıdının fotoğrafını çekmek istediğim sahneyi kaydetmek isterdim ya. izleyip izleyip gülerdim ahahah. o cevabı iştiyakla yazışım, sınav kağıdıma son bir işveli işveli bakışım, kendimi "aferin lan piç" şeklinde takdir edişim ve gururla arkama yaslanıp sırıtışım, soruyu soruşum... puhahahah mükemmel bi gündü lan. yalnız bu cevaplar bir derste yemiyor işte. kalıp duruyorum o dersten. hoca derste sırayla herkesin notlarını okuyor, bana gelince, hatta sınıfa girer girmez "muhammed kim?? sen ne yaptığını biliyorsun, söylememe gerek var mı? aslında bu kağıdı herkese okumak lazım da neyse. rencide etmek istemiyorum" falan diyor. ben de gayet kendinden emin, "okuyun hocam, bence gayet mantıklı cevaplar, benim bir çekincem yok valla, pişman değilim" falan diyorum. hoca da "öyle mi? sen bilirsin" diyerek kağıdı 60 - 70 kişinin önünde okuyor eşlik eden kahkahalarla. ben de gülüyorum. ulan ben hâlâ verdiğim cevapların arkasındayım ama neyse şu an bu konuyu uzatmak istemiyorum. bunu da niye böyle "bikinili pozları olay oldu!!!" haberi renginde bir sunumla sunduydu hoca çok anlam da veremediydim ama neyse öyle bir ders işte. kala kala taşşak malzemesi olmuşum. okuldaki danışman hoca da benim bütün sınavlarda verdiğim cevapları okuyor herhalde. çünkü bazen niyeyse bana bi imalı imalı göz kırparcasına bakıyor. ben de ona "n'oldu hoca ne bakıyon hayırdır?" :hayırdır ne yaylana yaylana konuşuyon yarrammanasında göz kırpmalı bir bakış atınca, kafasını kapalı alanda kepsiz asker selamı verir gibi sallandırarak "saygılar, büyük adamsın. valla büyük adamsın." falan diyor.

    ben de o aralar "ööfffff!.. bu okul işleri de acayip angarya yauuv bu derse de bakmak lazım bi ara ama... hmmphfss!..." diye arada bir uğrayan bir his ile ve "olum acil çalışmam lazım lan!" kaygısıyla iç geçiriyorum. bi dersi düşünüyorum, bi karıyı. bi dersi, bi karıyı. ulan hatunun da ne güzel gözleri vardı öyle yaa! masmavi. neyse, karı olayının çözümü yok. dedim bari şu dersi verelim. n'apsak? dur şu fatih'i arayayım bi. (buraya bi subbed gömelim: fatih sınıf birincisi ve benim tek iyi arkadaşım)

    - aloov, birader n'abıyon?

    burada bi background açalım, olay anı saniye saniye görüntülendi, işte saniye saniye olay anı, şok şok şok: oturduğum banktan kalkıp yürümeye başlamışım. bir ağacın altından geçmekteyim. kafamdan gelen bir "şıpppp!" sesi...:bakın burası çokomelli yürürken bir elim telefonda, diğer elimi kafama götürüp "o neydi la, n'ooldu lan öyle?" iç sesiyle tepemdeki ağaca bakıyorum. elime bi şey gelmeyince "neyse siktir et dal mal düştü herhalde." diye düşünerek yürümeye ve telefonda konuşmaya devam ediyorum.

    - hee, evet! hı hı! eyvallah. ya ne dicem? fiziki coğrafyanın finali var bu hafta, ona bi bakarız senle olur mu? evet abi. hıım.. hı hı... evet. tamam, başka? 2 buçuk litre kola, tamamdır. geçiyorum o zaman ben size. dolmuşa binicem şimdi. haadi eyv.

    (fatihlere gidilmiş, yemek yenmiş, akşam olmuş, çay demlenmiştir. fatih'in odasındayız. ikimiz de elinde telefonla bir türlü çalışmaya başlayamamaktayızdır. bir ara telefondan bir bildirim gelmiştir. eski sevgilim bana facebook'tan arkadaşlık isteği göndermiş ve sonra ışık hızıyla geri çekmiştir. "ahhhaaa! demek ki beni stalk'luyor. seni hınzır senii eheheh" düşünceleri eşliğinde çay içmekteyimdir. o sırada odada kesif bir bok kokusu vardır ve bu koku bir türlü geçmemektedir.:acaba neden? eheheh)

    - fatiiih, amk ne göt varmış sende birader, iki saattir osuruyorsun ya!
    - ...:anlamsız gülüşler

    (o gece derslere çalışılmamış ve ertesi gün kütüphanede çalışmak üzere erkenden okul yoluna çıkılmıştır.)
    yoldayken:
    - fatih olum acayip bir bok kokusu var dünden beri ya. olum sizin mahallede her yer bok kokuyor la, ben anlamadım bu nasıl iş ya? ne biçim bi yerde oturuyorsunuz olum!

    okula gidilmiştir. okuldaki büyükbaş hayvanlara bakıp:
    - heh işte bunlar zaten bok kokuyor. dünden beri bok kokusundan kurtulamadım. amk bu nasıl üniversiteyse zaten, çemişgezek dağlarına çıkmışım sanki! üniversitede tezek kokusu mu olur arkadaş ya? "sıcaklardan bunalan büyükbaş hayvanlar eğitim fakültesine indi....." diye haberlere çıkarız yakında.

    (kütüphaneye gidilmiştir. ders çalışmaya dalmışımdır. ben oturuyorum. sınıf arkadaşım hüseyin ayaktadır.) tepeme dikilmiş sorular soruyorken bir anda gözlerini kısarak kafama zoom yaptığını fark ettim.
    ve bana verdiği tepki:

    - olum kafanda kurumuş kuş boku var laan.

    - ne? bok mu? hassiktiiiiiiiirr!!!??

    ben o sırada bir flashback yaşıyorum ve kafamda dün duyduğum şıp sesini, bir türlü geçmek bilmeyen kesif bok kokusunu, fatih'e söylediğim bütün o cümleleri hatırlayarak resmen sır kapısı kıvamında bir finalle tövbe edip af diliyorum. derin bir nefes aldıktan sonra koşar adımlarla tuvalete seğirtiyorum. kafamdaki kuru boku üniversitenin tuvaletinde soğuk suyla elimden geldiğince yıkayarak (ağzıma tadı geldi orospu çocuğunun) sınava giriyorum.

    o gün eve gidince ne mi yaptım? alelacele soyunup banyonun kapısını tekmeleyerek açtım. lavabonun başında bir süre aynadan tipime bakıp "pü senin ben tipini sikiyim" dedikten sonra boklu kafamı sıcak suyun altında mentollü şampuanla defalarca çitiledim.

    sınav mı ne oldu? kaldım amk eheheh.

    durun durun gitmeyin, şiir yazdım.

    sizin hiç kafanıza kuş sıçtı mı?
    benim bir kere sıçtı.
    kör oldum.
    ...
    ...
    tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
    şöylelemesine maviydi kör oldum
    ...
    ...
    siz hiç bokluyken uyudunuz mu?

    eheheheh.
    1 ...
  49. içimizde delice koşuşturan çocuğa rağmen büyümek

    1.
  50. içimizde deli gibi koşuşturan çocuğa rağmen büyümemiz ve her yaş aldığımızda biraz daha eskilerden söz etmemiz, oraları özlememiz; çok katlı binaların, tıkış tıkış arabaların arasında büzülüp kalmış bir yavru kedinin yuvasını araması gibi bir şey olsa gerek.
    çünkü büyüdükçe dışarıdaki renkli, alacalı dünya grileşirken hayallerimizdeki renkli, alacalı dünya olduğu gibi duruyor. içimizde tek katlı bir ev, birkaç oyun, çokça arkadaş vardır. dışımızda ise çok katlı binalar...
    sonunda çocukluğumuz; çok katlı binaların, tıkış tıkış arabaların ve bir sürü insanın arasında büzülüp kalıyor. her geçen gün hayallerindekiyle dışarısı arasındaki mesafe daha da uzuyor. dünyadaki renkler soluklaştıkça içine bir renk daha ekliyorsun ama nafile. her geçen gün seni "keşke o çarpışan arabaya bir kere daha binseydim." gibi bir keşke ile tanıştırıyor. ufak keşkelerle başlıyorsun önce. "keşke o oyuncaktan bana da alsaydılar" diye başlayan keşkelerin, söz gelimi taa "keşke onu bir kez daha öpebilseydim"e kadar varıyor. "keşke ona sarılarak veda edebilseydim." "keşke onu görebilseydim."

    "birini çok özlemek..." hiç öyle anlıyormuş gibi okuma. bu cümlenin tefsirini çok az insan yapabilir. çift katlı battaniyenin altında tırnaklarının ucuna kadar titremiş birisiysen belki... işte o zaman bu keşkeleri hararetle sarsılarak söylersin.

    büyüdüğünde kendine oyuncaklar değil, özlem'ler alırsın. kendine bir "özlem" aldığın ilk gün henüz acemisindir. öyle trafiğe falan çıkmazsın yani. ara sokaklarda özlersin. ama bir daha asla göremeyeceğin birini özlemeye başladığın o ilk gün bile keşke bu keşkeyle tanışmasaydım dersin. özledikçe keşkelerin değişir. yıllar geçtikçe daha da azıyla yetinmeye, daha da azını istemeye başlarsın. o kadar çok özlersin ki daha fazlasını istemek imkânsızlaşır.
    "keşke ona bir kez daha sarılabilseydim."
    "keşke ellerini son defa tutabilseydim."
    "keşke gözlerine bir kere daha bakabilseydim."
    "keşke sesini bir kere daha duyabilseydim."
    "keşke onu uzaktan da olsa son defa görebilseydim."

    derken en son yıllar önce giydiğin, o'ndan kalma bir hayatın cebine elini attığın bir gün orada bir "iyi ki" kaldığını fark edersin. "iyi ki seni hâlâ düşünebiliyorum."
    en sonunda onu sadece düşünmeyi ve düşlemeyi bile başkalarıyla yaptığın birçok şeye tercih edersin.

    uzun bir zaman bu "iyi ki"yle dolaşırsın sokakları, kurumuş yapraklar gibi...

    ondan kalma hayatı tekrar giymeye başlarsın. ama olmaz sana. eskimiş, solmuş, küçülmüş bir hayattır o.

    büyümek; eskiden çok sevdiğin kıyafetlerini bile artık giyememektir, anlarsın.

    onunla geçtiğin sokaklardan... onunla oturduğun parklardan... onunla baktığın denizden, duvardan... onunla oralardan herhangi bir yerden... hiç olmazsa burnuna bir parça koku gelsin istersin. bilenler iyi bilir, gelir gibi olur bazen. içine iyice bi çekersin. bir de karşına çıksa sanki bir anda gençleşirmişsiniz gibi... yani herhalde öyle olurdu.

    diğer cebine elini bi atarsın, aman allah'ım geçen yıllardan kalma bir cesaret, yeniden başlamak için. o mu bırakmıştır yoksa sana bütün bunları? o mu cebine bırakıp gitmiştir bunları?

    bir gün bir cesaretle ayna karşısında saatlerce alıştırma yaparsın yeni hayatının karşısına çıkmak için. arkasından dolaşırsın, takip edersin seslenmek üzere. saatlerce alıştırma yapıp da tek bir söz söyleyemezsin. sokakları dolaşırsın.
    - kime gitsem?
    ararsın. hiççç kimse kalmamıştır. geçtiğin sokaklardan gerisin geri dönüp evine yakın bir parkta bir banka oturursun. oynayan çocuklar ve onlara göz kulak olan anne babalar...

    "keşke şu salıncakta bir kere daha sallansaydım."

    "olsun olsun henüz o kadar yaşlanmış sayılmam" derken utandığını fark edersin, "çarpışan arabalara en son kaç sene önce binmiştim? o abla haklıymış, salıncaklara binmekten hiç utanmam sanıyordum, kendimi kimseyi umursamaz biri olacak sanıyordum, yanılmışım."

    hayatı her gün daha da kaçırmak. her gün daha da gecikmek. sallanan salıncaklar ve öylece seyreden sen. ve tekrar kaçırmak. kitap okurken atladığın sayfalar, birazdan dinlerim deyip asla dinlemediğin şarkılar, bir türlü yapmadığın her şey ama her şey... nedense en çok parklarda gelir kendini hatırlatır.

    - merhaba, yeni hayatım sen olmalısın.
    - merhaba. herkesin sana karşı olduğunu sandığın yaşlardan kimsenin umurunda bile olmadığını anladığın yaşlara hoş geldin. şaşırma, bir ses duyacaksın. kocaman bir "dank!" sesi.

    evet, belki bir parkta, çocukları seyrederken, bir anda büyüyüverirsin ya da yaşlandığını o an fark edersin ve bir cümle beyninin merkezine "dank!" diye paslı bir çivi gibi çakılır:

    aslında kimsenin umurunda bile değilmişsin!
    1 ...
  51. bakkaldan aldığın ekmekle bime girmek

    1.
  52. elimde başka bi marketten aldığım ekmek falan varsa ve bim'e :vb. süpermarketlere girmişsem acayip geriliyorum. öyle zamanlarda mimiklerimi randımanlı kullanamıyorum. elimdeki ekmeğin köşedeki bakkala, fırına, vb. küçük esnafa ait olduğunu çaktırmadan ispatlamak için yüzüme masum bir ifade yerleştirmeye çalışırken yanlışlıkla kolombiyalı uyuşturucu kaçakçısının tedirgin yüz ifadesi yerleşiyor. durduk yere işlemediğim bir suçun tedirginliğini yaşıyorum.
    şüpheli görünmeyeyim diye uğraşırken daha da saçmalayıp iyice dikkatleri üzerime çekiyorum. üstüne bir de marketten bi şey almadan çıkıyorsam işte o zaman iyice boku yedim demektir. "ayıp olmasın böyle de ya bi çikolata mı alsam?" diye düşünüp bir an geriye dönüyorum, sonra "yok ya böyle de çok saçma olacak." diye düşünüp tekrar kapıya yöneliyorum. herkese "valla hırsız değilim:(" bakışı atmak isterken "bütün antep fıstıklı çikolataları çaldım, beni yakalayın." bakışı atıyorum. durduk yere polisten kaçan adam gibi şüpheli hareketler yaptığım için görevliler bana "ulan bu çocuk bi boklar karıştırıyor!" diye düşünerek kısık gözlerle şüpheyle süzerek şaşkın şaşkın bakıyorlar. üç aydır kirasını veremeyen kiracının ev sahibiyle karşılaşması gibi kalakalıyorum öyle. normalde birilerini rehin alan bi tipe benzemiyorum ama bi gün "girdik bi yola, allah kahretsin artık burdan dönüş yok!" diye düşünerek birilerini rehin alabilirim cidden. sonra çık bakalım işin içinden çıkabilirsen!
    1 ...
  53. götün yaratılışını anlatmakla görevlendirilmem

    3.
  54. Estağfurullah bacım götün güzelmiş helal et.
    2 ...
  55. insanları ilk önce kusurlarıyla tanımlamamız

    1.
  56. ilginç bir durum.

    insanları ve durumları ilk önce kusurlarıyla tanımlıyoruz. bir eve girdiğimizde, biriyle tanıştığımızda ilk olarak kendimizce bulduğumuz eksiklere zoom yapıyoruz. bence bir durumu ya da kişiyi nasıl tanımladığımız bizim ruh hâlimiz ve kişiliğimiz hakkında ipuçları veriyor.

    kameraları olumsuza çevirmek ve daima onu duyurmak, hâliyle onu çoğaltmak eyleminde dünya genel olarak böyle. dilbilimcilerin bildirdiğine göre bütün dillerde olumsuzlukları tanımlayan kelime sayısı olumlu durumları tanımlayan kelime sayısından fazla. bu, sadece olumsuz durumların daha fazla oluşundan mı acaba? sanmıyorum. yüzde 70'i dolu olan bir bardakta bile önce "kimsenin fark etmediği (!)" yüzde 30'luk kısmı daha çok konuşuyoruz bence. cunningham kanunu diye bir şey var. "millet birbirine yardım etmenin değil de laf sokmanın, hatasını bulmanın, millete karşı kendini zeki göstermenin derdinde olduğu için durum böyleyken böyle." dolayısıyla bardak daha da boşalıyor. çünkü eyleme geçmiyoruz. insanları ve durumları ilk önce ve çoğunlukla olumsuz taraflarıyla tanımlamamıza bu yüzden şaşırmıyorum. çünkü bunları düzeltmek, konuşmaktan daha zahmetli. bunda insanın egoist oluşunun da büyük bir payı olsa gerek. "gönül kusur görmez, kusuru gören egodur." denmesinin nedeni de budur. psikolojik egoizmi biliyorum. insanın bir yere kadar "ben, ego" demesinin her zaman kötü bir şey olmadığını da biliyorum. ama bu kadarı fazla.

    cümlelerim yanlış anlaşılmasın. burada "olumsuzu konuşmayalım, pespembe bir tablo çizelim, pollyannacılığın en radikal mezhebini kurup bütün ibadetlerini yerine getirelim" demiyorum. kâr zarar hesabı yapıp bir tür ikiyüzlülükten bahsedeceğim esasında. kendi hatalarımıza daha anlayışlıyken benzer hataları başkalarında gördüğümüzde ne hikmetse onlardan kusursuzluk bekliyoruz örneğin.
    "insanız, hata yapabiliriz." sözünü bir tek kendimizi merkeze alarak kullanıyoruz. kendimiz söz konusuysak hata bağışlanabilir bir şeydir fakat başkaları mükemmel olmalıdır. çok benzerine bir zamanlar sahip olduğumuz bir kusuru başkasında görüp onunla dalga geçmeye, onu insanların içinde rezil edip kendimizi yüceltmeye meyilliyiz. kimsenin görmediği küçük dünyamızda günahlarımızla yaşıyoruz. kimsenin dikkatini çekmediği için şanslıyız. en nihayetinde kameralar bizim küçük dünyamızı çekmiyor. bu günahların benzerlerini büyük dünyada, söz gelimi twitter'da, televizyonda vb. gördüğümüzde müthiş bir ikiyüzlülükle sanki günahsızmışız gibi büyük cümleler kurarak ahkâm kesiyoruz. twitter'da 140 vuruşluk tweet'lerle firavun'a sövüp günahsız numarası yapıyoruz. şeytan taşlayıp meleklerin tarafındaymışız gibi poz veriyoruz. poz vermek. bu yüklemi özellikle seçtim, önemli. twitter, ekşi sözlük gibi yerler "hee bak düğüne gelmemiş." demesinler diye fotoğrafta görünmemizin gerekli olduğu yerler. yani esas amaç "poz vermek." öyle ulvi, yüce bir davayı, mutlak adaleti falan savunduğumuzdan değil, kendimizi pazarlıyoruz.

    yıllar önce yurttan bir arkadaşım facebook'ta sahildeki çöpleri temizleme etkinliği oluşturmuştu. yanlış hatırlamıyorsam 150 - 200 kişi katılıyorum seçeneğini işaretlemişlerdi. bir bu kadar da belkiyi işaretleyen vardı. "siz de gelir misiniz?" diye sormuştu bize. biz de "hayhay seve seve" demiştik. üç arkadaş sahile gittiğimizde bir de ne görelim? bizim haricimizde tek bir kişi bile yoktu. üç kişi elimizden geldiğince ortalığı temizlemiştik. poz vermek dediğim mesele bu işte.

    o yüzden şurada burada sıklıkla "adalet, iyilik, hoşgörü, sevgi, kardeşlik" gibi kimsenin itiraz etmeyeceği soyut kavramları kullanan insanların asıl amacı bu kelimeleri yaymak değil, bu kelimelerden faydalanmaktır.
    örneğin "ya ben şöyle bir şerefsizlik yapmıştım vakti zamanında, şu an çok pişmanım." şeklinde delikanlı gibi kendi kusurunu itiraf eden birisine denk geldiniz mi hiç? çok az. varsa bile bunu yapan kişiyi sanki hiç hata etmemişiz gibi linç ederiz ya da o kişiye öğütler veririz. öğüt veren kişi pozisyonunda olmak fotoğrafta en güzel yerlerden birinde durmak gibidir. hani hepimiz mükemmeliz ya (!).

    özellikle bizim gibi sözde mükemmel insanlarla dolu ülkelerde insanların başkalarından her konuda mükemmellik beklerken kendilerine olan hoşgörüleri korkutucu bir ikiyüzlülük. söz konusu başkaları olduğunda kusurları cilalayıp parlatırken söz konusu kendimiz olduğunda görmezden geliyoruz. keşke başkalarını tanımlarkenki "gerçekçiliğimizi" kendimizi tanımlarken de devam ettirsek. en azından tutarlı oluruz. tanıdığım birisi telefonda konuşurken "kahvaltı ediyorum" dediğimde beni "kahvaltı edilmez, yapılır." şeklinde düzeltmişti. hiç de sevmem konuşurken bu şekilde denyoca düzeltilmeyi ama konu bu değil. doğrusu aslında kahvaltı etmekti. https://sozluk.gov.tr/ 'den bakabilirdi ve muhtemelen kendi hatasıyla yüzleşmemek için bunu bir türlü yapmıyordu. çünkü başkasında hata bulmak, kendi hatasını düzeltmekten daha iyi hissettiriyor olsa gerekti. tabii bu sadece bir örnek. bunu 10'la 100'le çarpın ve bu konuya tatbik edin.

    özetle insan başkaları söz konusu olduğunda hataları 1000'le çarparak ve çarpıtarak anlatırken kendisi söz konusu olduğunda 1'le çarpıyor ve bir kişiye bile bunu itiraf etmiyor.

    insanların genelinin mutsuz ve çoğu zaman karamsar olduklarını düşünüyorum bu yüzden. çünkü her zaman ilk önce eksikleri görmek korkunç bir ruh hâli olsa gerek. olumsuzlukları tanımlayan kelime sayısının daha fazla olması bence korkunç. kötüyü çok fazla anıp onu çoğaltıyoruz aslında. keşke kötüyü bu kadar andıktan sonra onu yok etsek, bu yine anlaşılır olurdu ama kötüyle kötüyü çağırıyoruz. ve aslında amacımız birilerine yardım etmek değil, kendimizi yüceltmek. (bkz: cunningham kanunu)

    dünyanın mutlu ülkelerinden izlanda'da insanlar birbirleriyle şöyle selamlaşıp vedalaşırlarmış: komdu scell (mutlu gel), vertu scell (mutlu git). türkçede insanların çoğu zaman "görüşmek üzere" vb. şeklinde vedalaşmalarını düşünüyorum da bence bu da karamsarlık grafiğimizle ilgili. insanların ruh hâli kullandığı dili, kullandığı dil de bir süre sonra ruh hâlini etkiliyor bence.

    diğer taraftan bu olumsuza, kusurlara bu kadar yakından bakmamız tembelliğe, harekete geçmemeye de sebep oluyor. çünkü sadece şikâyet eden mızmız tiplere dönüşüyoruz. örneğin x kişisi yolda yürürken "bu kaldırımlar ne böyle? şuraya bak çöpleri yere atmışlar, direği kırmışlar, yazıklar olsun, bu ülkeden adam olmaz!" falan dedi diyelim. neye yaradı? itiraf edelim, hiçbir şeye yaramadı. sadece şikâyet etti. eyleme geçiren bir tarafı yok. benim için "ne güzel yerler buralar ya, doğa harika da insanlar çöp atmış rezillik ya." deyip harekete geçmeyen adamla yere çöp atan adam arasında zerre fark yok.
    ama mesela instagram'da onaranlar kulübü diye bir grup var ve şöyle şeyler yapıyorlar:

    görsel

    görsel

    dikkat ederseniz yolda kırılan bir babayı böyle sanatsal bir şeye dönüştürmüşler. onaranlar kulübünün x kişisinden farkı nedir sizce, hadi düşünün. örneğin ben bu insanların ağızlarından (evet, aralarında bulundum) bir kere bile "abi rezillik yia" gibi salak klişe cümleler duymadım. sigara içerken bacak bacak üstüne atıp "memlekette adam kalmadı şekerim, şöyle böyle" şeklinde konuşan bu tarz çığırtkan, kendini pazarlayan, mamalak mamalak konuşan saçı başı sikilesi heriflere "bi sus amk kafa siktin yeter" diyesim geliyor bu yüzden. işin ilginç tarafı bunları konuşan herif beş dakika sonra içtiği sigarasını yere atıyor, yemin ederim. çok acayip. konuşma kardeşim konuşma, yap! onaranlar kulübünden ve yapanlardan olmak zahmetli ama değil mi? böyle konuşup yeterince "evet abi haklısın kesinlikle böyle bu insanlar" şeklinde onay alıp zaten prim yapıyorsun, ona gerek yok değil mi? amına koduğum seni.

    harekete geçmek umutla mümkündür. "tarihi umutlu insanlar yazar." diye bir söz vardır.
    ismail habib sevük'ün atatürk'le beraber kitabında 6. sayfaya bakın. orada şöyle yazar:
    ona," ordu yok" dediler, "yapılır" dedi; "para yok" dediler, "bulunur" dedi; "düşman çok" dediler, "yenilir" dedi ve bütün dedikleri oldu.

    atatürk gibi kimselere "para yok, şu yok, bu yok, memleket şöyle böyle! asla düzelmez! yere çöp atıyorlar:swh" şeklinde olumsuzlukları sıraladıklarında "bulunur, yapılır" falan demişti.

    bu umuttur.

    karamsarlık eğer kişiyi harekete geçemeyecek noktaya getirmişse çizgi aşılmış demektir.
    2 ...
  57. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük