Ben aşka aşığım. Çok seviyorum, çok. Bazen neye aşık olduğumu bile bilmem. Ben aslında aşk sarhoşuyum.
Markete ya da restorana girerken kız arkadaşın önden girer ve sen onun kıçına bakarsın. Ve kendi kendine, "Hayatında gördüğün en güzel kıç bu değil mi? o kıç bana ait ve çok güzel," dersin. Sanki senin kurtarıcın gibidir. Ama bir kıç seni kurtarmayacaktır. Ne faydası olacak ki sana? Polisten mi saklayacak? Kendini kötü hissettiğinde senin yerine patronundan izin mi alacak sanki?
Bir soru sordu mu karşılığını alıncaya kadar susmayan Küçük Prens üsteledi:
'Geçici ne demek?'
'Yakın bir gelecekte yok olacağı düşünülebilen şey demektir.'
'Öyleyse çiçeğimin yakın bir gelecekte yok olacağı düşünülebilir.'
'Elbette.'
'Çiçeğim geçiciymiş,' diye düşündü Küçük Prens, 'hem kendini savunmak için dört dikeninden başka silahı yok. Bense onu gezegende bir başına bırakıp geldim.'
ilk kez acı çökmüştü içine.
tanrı beni ilk başta sana kul yaptı, sonra
keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.
ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara;
kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.
ah, bırak katlanayım, el pençe divan; değer,
senin özgürlüğünün tutuklu yokluğuna;
her mihnete sabreder, her azara baş eğer,
incittin diye hiç suç yüklemez bile sana.
sen nerede olursan ol, yetkin, güçlü, özgürsün;
hakimsin dilediğin gibi kendi vaktine;
canın neyi isterse varsın o keyif sürsün,
kendine suç işlersen kendin bağışla yine.
beklemek cehennemdir, ama beklerim seni,
iyi kötü demeden, suçlamadan keyfini.
--spoiler--
"tenimin altında sarsılan minör,, faydasız... Bir bulut gördüğüne yemin eden çocuk gibi sallıyorum aşkı. Yağmur çatı katlarını ve akvaryumları havaya uçurdu. Geriye kalan kanlı bir merhaba. Kahretsin,,, sevgilimin gözlerini öpecektim oysa. Gerilmiş bir ok gibi kalbimi yaralayan kirpiklerini...; ölümümü izleyecektim. "
--spoiler--
--spoiler--
"Bütün dünya, bütün yaşam Riyaboviç'e saçma, amaçsız bir şaka gibi geldi. Gözlerini sulardan alıp gökyüzüne çevirdiğinde yazgısının bir kadın aracılığıyla onun gönlünü okşadığını düşündü. Yaz mevsimi boyunca kurduğu hayalleri anımsadı, işte o zaman kendi yaşamı son derece kısır, zavallı, renksiz gözüktü gözüne."
--spoiler--
--spoiler--
"Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerlidir. (Güler.) Bizim kuşak hakkında kötü şeyler söylemeyelim öyleyse, önceki kuşaklardan daha bedbaht değiliz çünkü."
--spoiler--
--spoiler--
"Göğsümde yürek yerine ne taşıdığımı bilmiyorum, neden hiç durmadan haykırdığını, onu nasıl yatıştıracağımı bilemiyorum. Tanrı'yı seviyorum, ama ona inanmıyorum. Tüm kadınları seviyorum, ama hepsini hor görüyorum! Arkadaşım ve dostum olduğunuz için bunu size söyleyebilirim! Bazen kibar bir fahişeyi taparcasına sevdiğime şaşarken, bazen kendimi bir meleğin yanında mermerden daha soğuk hissediyorum. Tüm değerlerim altüst oldu, belki de tüm yaşamımı içgüdülerim yönlendiriyor. Artık şarapla neşeli düşüncelere dalamıyorum! Evet, görünen o ki, sarhoşluk bile hüzün veriyor..."
--spoiler--
"Mesela, bana oradaki angarya bile o kadar ağır, o kadar sürgün işi gibi gelmedi; ama epey zaman geçince, bu hizmetin ağır, sürgün işi görünmesinin, güçlüğünden, aralıksız sürüp gitmesinden değil, mecburi oluşundan, zorla ve sopa tehdidiyle yapılmasından ileri geldiğini anladım. Bir köylü dışarıda belki daha çok çalışır, hatta yazın geceleri bile didinir, ama o kendisi için ve makul bir amaçla çalışır; bu sebeple, onun çalışması zoraki ve kendi gözüyle faydasız gördüğü sürgün işinden daha kolaydır. Bir keresinde aklıma şöyle bir fikir geldi: Bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusunu vermesi yeterlidir. ..."
"...Waterloo'da yalınkılıç düşmanlarını öldüren Almanlar'ın o günlerde 'Goethe' gibi usta bir şairi, bir yazarı vardı. Wellington'un ingiltere'sinde de o yıllarda 'Lord Byron' parlıyordu. Almanya ve ingiltere kültür bakımından on dokuzuncu yüzyıla mühür basmış oldular. Waterloo'nun bu kalkınmada bir işlevi olmadı... Sadece barbar uluslar, uygarlıklarını savaşların sonuçlarına bağlar. Fakat ilkel uluslarda bir utku, ansızın kalkınma yaratır. Bu, bir fırtınayla kabaran sellerin geçici gururu, kibridir. Uygar uluslar, özellikle yaşadığımız çağda, bir komutanın iyi ya da kötü şansıyla ne yükselir, ne de alçalır."
"Ve bahar indi Allahüekber dağlarına ve buzlar çözülmeye başladı. Genç bir yüzbaşı, doksan bin kişiden ne kalmışsa, sağdan soldan toplamaya başladı. On beş günde köylerden topal, kör, çolak tam beş yüz yirmi bir kişiyi bir araya getirdi. Eeee, diye sordular, biz ne yapacağız, düşmanın üstüne mi saldıracağız? Yok, dedi Yüzbaşı, ölülerimizi toplayıp gömeceğiz. Olur dediler, nasıl toplayıp gömeceksen doksan bin kişiyi... Karlara erirken Allahüekber dağlarına vardılar. Dereler taşmıştı, seller koyakları doldurmuş köpürüyordu ki bir de baktılar, ne görsünler seller karmakarış olmuş ölüler de akmıyor mu? Çok sevindiler. Allahüekberde Allah onlara bu işte de yardım elini uzatmış, seller ölüleri alıp götürmeye başlamıştı. Birkaç gün içinde dereler, çaylar insan ölüleriyle dolmuş, geçit vermez azgın sulardan ölülere basa basa geçilmeye başlanmıştı."
"Günün birinde, Sadettin verem olup öldü. O kadar hızlı geçti ki bu iş: O gün bugün, ne zaman Sadettin deyip düşünsek, onu hep ölmemiş gibi düşünürüz. Sanki söyleyeceği son sözü söylememiş! Oynayacağı son kartı oynamamış! Son kurşununu harcamamış.
Zaten öksüz olan bir çocuğun, tahtadan bir bavulda gazeteden kesilmiş artist resimleri biriktiren bir deprem artığının; bir depremden, hem de nasıl; bütün bir şehir halkını deyyusca biçivermiş bir depremden kurtulup da; ıslak ve yoksul bir fare gibi parasızlığın, bakımsızlığın ve kadınsızlığın bozkırında boğulmasına, bir Allah nasıl müsaade eder? Bir kere anası, babası, nesi varsa, hepsini, elinden çekip aldıktan sonra. Üstelik bu çocuğun, her delikanlı gibi bir kerhane orospusuna aşık olmaktan başka günahı yokken! Biz Sadettin'i gömdük. Sadettin'le birlikte Allah'ı da gömdük."
"...Mega-zenginler silahlı ve korunaklı topluluklarda barınırken, milyarlarca gecekondu sakininin pis kokulu harap kulübelerininin etrafının dikenli tel örgülerle ve gözetleme kuleleriyle çevrildiği yerlerde oturdukları bir gelecek tahayyül edebilmek artık daha mümkün. Bu koşullarda Marksizmin bittiğini iddia etmek, kundakçılar daha kurnaz ve becerikli hale geldiği için itfaiyeciliğin modasının geçtiğini söylemeye benzer.
Zamanımızda, Marx'ın da öngörüğü gibi, servet eşitsizlikleri son derece derinleşti. Günümüzde bir Meksikalı milyarderin geliri, en yoksul 17 milyon hemşerisinin gelirine eşittir.
..."
"...Geçen gün Yemelya anlattı: Bir yerde para toplamışlar onun içi. Ama öyle olmuş ki, adamcağızı her kopek için ayrıca denetlemişler adeta. Parayı boşuna vermediklerinden kuşkulandıkları için mi yapmışlar bunu, yoo... yoksul bir insan seyretmenin ücretiydi verdikleri. Günümüzde hayır işleri de bir tuhaf yapılıyor anacığım... kimbilir, belki eskiden de böyleydi! Ya beceremiyorlar bunu ya da çok ustadırlar! ikisinden biri."
"... Sorun şu; bir kızla -yani, orospularla filan değil- bu iş tam olacak gibiyken, başlıyor durmadan size dur demeye. Benim derdim de bu işte; duruyorum. Çoğu herif durmuyor. Benim elimden gelmiyor. Durmanızı gerçekten mi istiyorlar veya yalnızca korkuyorlar mı ya da işin sonunda kusurun onların üstünde değil de sizin üstünüzde kalması için mi dur diyorlar, hiç bilemiyorsunuz. Ben yine de, hep duruyorum. Sorun, onlara acımam. Yani, bu kızların çoğu aptallaşıyor. Bir süre oynaştıktan sonra, bir bakıyorsunuz, akılları başlarından gitmiş. Bir kız kendisini oynaşmaya bir kaptırdı mı, beyin meyin aramayın onda. Ne bileyim? Dur diyorlar, ben de duruyorum. Onları evlerine bıraktıktan sonra, keşke durmasaydım diyorum, ama yine de durmadan edemiyorum."
abdi ipekçi 'nin atatürk'ün fotoğrafçısıyla yaptığı röportajda, fotoğrafçının "o hiç poz vermezdi. fotoğraftaki halleri doğal halidir" mealindeki sözlerini de hesaba katarsak; ciddiye alınmaması gereken düşüncedir.
güzellik çirkinlik, karizmatik olma ya da olmama. evet bunlar görecelidir. ama bu kadar da değil be arkadaş. fotoğraflar ortada.
türkiye işbankası kültür yayınları hasan ali yücel klasikler dizisinde, bir delinin anı defteri diye yer edinmiş gogol öyküsü. okurken yiğit özgür'ün hunili karakterlerini aklıma getiren eser.
acaba yiğit özgür de okumuş mudur bu öyküyü?
kötü yola düşen kızlarımızı imana getiren insanların çabalarını anlatan videolardan oluşan sitedir. videonun ilk 10 dakikasında olaylar gelişirken içeri imana getirici arkadaşımız girer ve kıza yaptığı şeyin çok yanlış olduğunu anlatır. kız imana gelir, video biter.
"bir dönemi, o dönemin şartları içerisinde değerlendirmek gerekir" düşüncesiyle irdelenmesi gereken durumdur. 18 temmuz 1932 tarihli bir genelge ile ezan türkçe okunmaya başlanmıştır. 41'deki yasağa kadar geçen sürede neler yaşandı bu konuda, onların irdelenmesi gerekir. kimine göre doğrudur kimine göre yanlıştır, bu tartışılabilir tabiki. ama mustafa kemalin, "ulen şu türk milletine bir zorluk çıkarayım" diyerek düşündüğü bir yenilik olmasa gerek.
sözlükteki bir arkadaşımın, hakkında entry girmek isteyip giremediği devrimci.
arkadaşım, adalet bakanlığı'nda memur olarak işe başlayacak ve bu yüzden "suçu ve suçluyu öven" bir entry girmekten çekiniyor.
ve ben onun bu korkaklığına, evhamına kızamıyorum. evet, artık yerin kulağı var.
evet ülkem çok ilerledi. eskiden onlardan olmayanları asıyorlardı, şimdi ise sadece işsiz bırakıyorlar.