türk futbolunun gördüğü en iyi iki kaleciden biri*, en sempatik iki kaleciden biri*.
hoşlandığım kız bana bakarak gülümsese, ancak muslera'nın attığı penaltıdan sonraki gülümsemesi kadar garip hissedebilirim kendimi. çok başka bu adam, umarım emekli olana kadar sırtından o formayı çıkarmaz.
cool adam mı daha taşşak bir yazar, bu nickinin atar damarına sığdırdığım mı? haftalardır bunu düşünüyorum bebek, tam cevap verecekken de hıncal uluç gibi otistiğe bağlıyorum.
bu adamların kıymetini bilin olm, başka bir şey demiyorum.
bir türkiye klasiği olarak kötü sonuç direkt olarak teknik direktöre bağlanıyor. ne yapsın adam? kenarda tuttuğu hangi adam, sahadaki herhangi bir futbolcudan iyi? uyguladığı antrenman programına felan da laf atamazsın, zira bir bok bilmiyorsun. o zaman rijkaard'ın takımı düzeltmek için tek seçeneği var: 8 numaralı formasını giyip sahaya inmek ve orta saha nedir, nasıl oynar'ı galatasaray orta sahasına göstermek. stopere de geçebilir, fark etmez.
topçu yok, transfer lazım. bunu yapacak adam da rijkaard değil. anlıyon mu adamım? hiç sanmıyorum.
takdir, teşekkür olayı 4. sınıfta başlıyor. ilköğretimde takdir-teşekkür alıp sınıfta kalamayacağına göre 5 senelik bir zaman dilimiyle karşı karşıyayız. ne yazık ki inci haklı beyler. anaokulu terk detected...
-evet arkadaşlar, hep beraber oturduk kıyameti bekliyoruz şimdi.
-harbi mi la? ben kız arkadaşımı bekliyordum. kıymet'i bekliyordum.
-yanlış geldin herhalde.
-yok abi, kıymet'le bu sabah sözleştik, burda buluşcaktık.. kıymet'i bilirsiniz ya, kısa boylu, sivilceli, cazgır bi şey işte.
-bilmiyoruz birader.
-o zaman, kıymet'i bilinmeyenler ne tarafa geçiyor, onu söyleyin.
öncelikle bu entry'i acil b rh kan lazım başlığına anlık bi sinirle yazmıştım. entry'i buraya taşımanın çok daha mantıklı olduğunu düşündüğüm için buraya taşıyorum.
kan ihtiyacı gibi çok önemli, hayati mevzularda moderatörlere yaldır yaldır sövüyorum arkadaş. formattı, niteliksiz yazar sürüsüydü, hepsini siktir edin. burada bi insanın hayatı sözkonusu.
envai çeşit beylik laflar sıraladığın gelişmeler butonun var değil mi? hani "şu şu hatalara düşmeyin" diyerek otoriteni ortaya koymaya çalıştığın buton. orada iyi, güzel söylüyorsun da, ne bi değişiklik olduğunu gördük, ne de bi yaptırım uygulandığını. hadi çeşitli sebeplerden ötürü yaptırım uygulayamadın, bi sike derman olamadın. e bari böyle konularda bi şeyler yapsana. gelişmeler butonunu yaksana anında. oradan bilgilendirsene cümle yazar ahalisini.
la tamam yakma gelişmeler butonunu, vazgeçtim. o zaman, engin yazılım dehanı kullan da, itü sözlük'teki gibi duyurular bölümü aç sözlüğün bi köşesine. yer bulamazsan git sol frame'i kapat, oraya aç. emin ol, bu şekilde bu mekan, daha işlevsel bi yer olur.
şu siktiğimin sözlüğünde b rh + kanı bulmak için burada birçok yazar arkadaş kıçını yırtarkene sen monitöre öylecene bakıp daşşağını rahatsız eden baksırını ileri geri çekiştiriyorsan bi halta yaramıyorsun demektir. bi halta yaramadığı yerde uzun süre kalana ben asalak diyorum birader. sen moderatör mü dersin, ne dersin bilemem artık.
olayı, cm'deki futbolcu tanımlamalarına uyarlayarak açıklayalım: young olarak başlarsın. sonra promising, sonra wonderkid; world class derken bi bakmışsın, legendary olmuşsun.(henüz legendary olamadım. yaşım müsait değil.)
işte bu kademeler arasında kalan zaman dilimlerinden küçük anlar sunan bir hikaye. cm'nin bir gencin yaşam tarzı oluşunun hikayesi.
-dayı bu ne biçim oyun yeea? hiç sıkılmıyon mu bundan?
+öyle deme olm. bunu izlemesi değil, oynaması zevkli.
-neresi zevkli? mal gibi oturmuşun, ekrandaki noktaları izliyon. otistik misin dayı, iyi misin sen? konuş benimle.
+yükliyim mi senin bilgisayarına da?
+istemez. ben fifa 2003'ten başka oyun oynamam.
cm 03-04 fetişistleri bilir, cm'de altyapıdan gelen çoğu oyuncunun kişiliği değişken yapılıdır. benimki de işte ondan olduğundan dayımdan cm'yi benim bilgisayarıma da yüklemesini istedim. işin acı tarafı bunu, istemez dedikten bir-iki dakika sonra istedim. insanoğlu gerçekten çok garip...
koşar adım bizim eve gittik. yükledik oyunu, crack'ini, türkçe yamasını, bokunu püsürünü hallettikten sonra dayım beni, hayatımın oyunu olduğunu sonraları anlayacağım oyunla baş başa bıraktı. ilk takımım herkes gibi reel hayatımda renklerine gönül verdiğim takımımdı. galatasaray'dı... kurdum takımı, gittim hazırlık maçına. takımın oynadığı kepaze futbol karşısında frank riijkard çaresizliğindeydim. çaresizlikten ne yapacağımı şaşırmış olacağım ki, doktor serhan kurtulmuş'u sol beke koymak için olanca gücümü harcadım.
işin kokusu çok sonraları dayımın yardımıyla çıktı. oyuncuları mevkilerine uygun dizmeliymişim. oysa ben hakan şükür'den bir stoper, irfan başaran'dan da sağ bek yaratmıştım. aşağılamayın, futboldan bihaber süt çocuğu muamelesi yapmayın biraderlerim. henüz 12 yaşındaydım ve o zamana değin tek bildiğim fifa 2003'te real madrid'in halihazırdaki kadrosuyla semi-pro'da rastgele bir takımla maç yapmaktı. teknoloji bizim evlere geç ayak bastı, n'abarsın? şimdi bakıyorum da 8 yaşındaki kuzenim cm'de topçu keşfediyor. hepsini geçtim, google'a "hezelle evşan'ın öbüşme sahnesi" yazıp video arıyor. hey gidi, eskilerden sayılmasam da fukara mahallemde anca hustler'daki sikiş karelerinden haberdardım. hustler'ı da okan abi şehre indikçe getirirdi. işi bittikten sonra da "alın da bakın tüysüz ibneler, hihahahaa" deyu önümüze atıverirdi. laf lafı sikiyor, iyice saptık konudan amına koyim.(söylemeden geçemeyeceğim. orhan abi'nin tek kişilik ranzasını sikeyim. verdiği dergilerin sayfalarını çok zor açıyorduk.)
dayım bana taktikleri, oyuncuların özelliklerine nasıl bakılacağını, yanlarındaki iki ve üç harfli kısaltmaların ne işe yaradıklarını uzun uzadıya anlattıktan sonra, benle uğraşmaktan sıkılmış olacak ki topukları götünü döve döve kaçtı bizim evden.
dayım gittikten sonra hemen yeni bi oyun yarattım. desteklediğim takımdan hevesimi aldığım zamana denk geliyor bu. yine cm oynayanlar iyi bilir ki, tuttuğunuz takımla çok oynadıktan sonra alacağınız ilk takım real madrid'dir. real madrid'in o zamanlardaki onbiri: casillas salgado-helguera-pavon-r.carlos beckham-zidane-guti-figo raul-ronaldo. hatırlarsınız, florentino perez o zamanlarda da şimdiki gibi psikopata bağlamış ve dünya yıldızlarını takımına toplamıştı. o takıma iki tane stoper takviyesi yapsan ve helguera'yı dmc'ye çeksen başarıdan başarıya koşarsın. tabi bunu normal bi insan evladı yapar. bense gittim, dayımın şiddetle tavsiye ettiği, "hangi takıma gidersen git bu adamları getir. bu adamlar her takımda iş yapar" dediği sol bek jose julian de la cuesta'yı, forvet carlos daniel hidalgo'yu getirdim. de la cuesta'yı roberto carlos'un yerine; hidalgo'yu da oyunun belki de thierry henry'den sonraki en iyi oyuncusu raul'un yerine oynattım. işin trajikomik tarafı hidalgo'nun la liga'nın gol kralı olması ve la liga'da yılın oyuncusu seçilmesi. real madrid'e sezon ortasında yaptığım bomba transferi de size açıklamak istiyorum muhterem ve civanmert itü sözlük erkekleri: cafercan aksu! evet bro, cafer can aksu'yu getirdim takıma. niye biliyo musun? çünkü penaltı özelliği 20'ydi.(şu anda ben de gülüyorum o zamanki mantaliteme) istanbul'un varoşlarından büyüleyici madrid'e geleceğin yıldız sağ kanadı(!) olarak getirmiştim forvet cafercan'ı. beckham'ın yerine...(açık açık gerizekalı demesen iyiydi) ilk sezon 3 penaltı golü atarak istediğim performansı veren cafercan aksu'da ikinci sezon sıçışlar başlamıştı. sanırım madrid'in ortamı bozmuştu bu körpe delikanlıyı. satmaya çalıştım; kimse almadı. öyle ya, kim ne yapsın gariban cafer'i? başkan perez'le paylaştım bu durumu.
perez: cafer yetenekli çocuk. paspasçı neyin edelim bunu. tesisleri paspas eder her gün.
cafer'e perez'in teklifini sundum.
cafer: olmaz hocam. ben lise mezunuyum, paspasçılık yapmam. perez başkan beni yönetim kuruluna alsın.
bu anekdotumu da paylaştıktan sonra konuya dönüyorum. oyunda üçüncü sezona girmiştik. penaltı takıntımı atlatmıştım ancak tüm takıntılarımdan bir türlü arınamamıştım. yeni takıntım frikiklerdi. zidane, frikikleri dağlara taşlara vurmaktan stadda top bırakmamıştı. bu işe acilen bir çözüm bulmalıydım. derken şampiyonlar ligi grubundaki rakibim lyon'un ihtiyar yıldızı juninho'nun attığı frikik golünden sonra, "işte buuu, eveet işte aradığım adam. hemen getirmeliyim" dedim. lyon'la yaptığım sıkı pazarlıklar sonucu 48 trilyona anlaştım.(aklımı sikeyim) sol kanatta oynattım juninho'yu. tam olarak aml diyebiliriz.
üçüncü sezonumda ligde dördüncü sıradaydık ve ligin bitimine üç maç kalmıştı. bi önceki sezon ligi beşinci sırada bitirerek yönetimin sabrının sınırlarını zorlamıştım. sanırım ilk sezon ligi bala göte birinci bitirmemizin yüzü suyu hürmetine yönetim bana katlanıyordu.
yönetimden çatlak sesler çıkmaya başlamıştı. koltuğumun civarlarında zelzeleler oluyördu. kulüp güveni'ne tıkladığımda menajerliğimden utanıyordum. aslına bakarsanız riijkard tarzı haklı gerekçelerim de yok değildi. yönetimi karşıma alıp "bi önceki sezonu beşinci sırada bitirdik, şimdiyse dördüncü sıradayız. neyin artistliğini taslıyonuz hemi la ibineler?" diyecektim ki kendim istifa ettim. kovulmadım olm, kendim istifa ettim. yalan mı konuşuyom ben? allalla allalla.
sanırım, kovulmamdaki en önemli etkenlerden biri de takımım, real murcia'ya evinde 4-1 koyulduğunda onbirdeki tüm oyuncular hakkında medyaya ileri geri konuşmamdı.
florentino perez: ne pis herifmişsin sen be! mahalle karısı gibi car car car... sen kim oluyon da kraliyet takımı madrid'in oyuncularını gazetecilerle altın günü yapıp çekiştiyon. sigigit, sigigit ki sikmeyeyim kabileni diyerek sıfatıma tükürüğü ver eyledi. taraftarların yuhalamaları ve kafama ekledikleri domatesler eşliğinde madrid şehrini terk ettim.
bir diğer etkense zidane ve figo'nun sıçışıydı. figo'nun naaşını yakıp küllerini santiago barnebau'nun çimlerine serpmiştik. müslümanlığından kat'a şüphemiz olmayan zidane'nin cenaze namazını madrid ulu camii'nde ikindi nemağzına müteakkiben kılmıştık.
dayımı buldum, acılarla dolu madrid kariyerimi anlattım ve sordum:
-ela gözlerine gurban olduğum dayım, ben nerde yanlış yaptım?
+cafercan mı, de la cuesta mı, hidalgo mu, juninho mu? ahaha naptın olm sen?
-iyi de dayı o topçuların ikisini sen söyledin. juninho'nun frikiği 20'ydi; cafercan'ın da penaltısı... duran topa vursunlar diye şeyettim onları ben.
+ahaha bi siktir git yaa. bak olm şimdi şöyle yapıcan. bık bık bık..
cm hakkında artık daha çok fikir sahibiydim ve ortalığın tozunu attırmamam için hiçbir engel yoktu. hemen yeni bi oyun yarattım. ancak madrid'e dönemezdim, kötü anılarım vardı orada. taraftarlar... taraftarlar beni takımın soyunma odasından alır, kralın asasına oturturdu. allah cc esirgesin"
hatırlayacaksınız, ünlü rus iş adamı roman abramoviç chelsea'yi o dönemde satın almıştı. chelsea'de para ganidir, yeni öğrendiğim transfer mantalitesini orada pratik eyleyeyim diyerekten chelsea menajeri oldum. adım:sir ferguson u sikeceğim. adım ve amacım çok netti. madrid'deki ilk sezonumda şampiyonlar ligi'nde ikinci turda bizi eleyen red devils'in menajerinin 496 yıllık saltanatını devirmek için gitmiştim londra'ya. götüm arşa değiyor tabi. transfere ayıktım ya, kim tutar beni!
chelsea'nin başına geçtiğimde ilk yaptığım iş, barry ferguson'u transfer etmek oldu. soyadı aynı olan bütün gavurları, heleki meslekleri benzerse abi-kardeş; baba-oğul sanırdık. aklım sıra bu transferle sir alex ferguson'u kızdıracağım. çocuk aklı işte. ehehe.
chelsea menajerliğimin ikinci sezonunda oyuna tam anlamıyla hakimdim. inciğini, boncuğunu öğrenmiştim oyunun. sonrası mı? bir yaşam tarzının adı koyuldu: cm 03-04.
çetrefilli yollardan geçtim bugünlere gelebilmek için. ezildim, hor görüldüm; yerin dibine geçirildim. yüceltildim de kimi zaman. milli takımları peşimden koşturdum. geleceği gördüm ben bu oyunda. 2030 yılını gördüm. oyunun başında 13 yaşında olan irfan başaran'ı baş antrenörüm yaptım olm. sen daha neyden bahsediyon?
uludağ'ı ulu yapan birkaç kişiden biri. yeni ekşi sözlük fenomeni. ekşi'de girdiği tüm entry'ler haftanın en beğenilen entry'leri listesinde.
olm gerizekalı mısınız siz? uludağ sözlük'ü neden basamak olarak kullansın adam? ekşi'nin çaylak sayısı buranın yazar sayısında fazla. medyanın ve tüm ünlülerin gözü ekşi sözlük'te. hala anlamıyor musunuz? bir yazarın basamak olarak kullanacağı yer ekşi sözlük'tür. uludağ'da kalmasının nedeni buranın yazarlarını sevmesidir. başka bir nedeni olamaz. zaten ulu'da parlayıp da kitap çıkaran bir yazar gösterebilir misiniz bana?(tamam olm biliyom. gelişmeler'de bi iki kitap adı geçti zamanında da, açık söyleyeyim o kitapları anca yazarın eşi dostu almıştır.)
ulu'da bir daha yazmamakta da çok kararlı. bu radyo muhabbetindeki riyakarlığınız adamı sözlükten soğutmuş. biri çıkıyor "ehehe vödvil kral ya. abi ya, çok seviyom ben bu adamı ya. entry'lerini hiç sıkılmadan okuyom ya." diyor. aynı kişi/kişiler kelevelelis radyoya çıktıktan sonra "n'oldu lan? sözlükte yazmaya benzemiyo bu işler." diyor, taşşak geçmek maksatlı birkaç şey zırvalıyor. işin ilginç tarafı, iki gün önce vendetta uğruna götünü siktirecek adam diyor bunu. ne var ki yani? hayatı boyunca kaç kez böyle bi deneyim fırsatı geçecek adamın eline?
neticede vaudeville for vendetta gitmedi bu sözlükten, siz onu gitmeye zorladınız. şimdi kimse vaudeville for vendetta'ya geri dön demesin.
***
hehehe, uludağ sözlük yazarlarımız radyo ve televizyonda konuşmayı iyi bilir. o yüzdendir ki, bu sözlüğün ve ekşi sözlük'ün en iyi yazarlarından biriyle gönül rahatlığıyla taşşak geçerler.
1-2 saat içinde yazar olunacağının habercisi. sen 10 entry'i doldur; gerisini moderatör abilerine bırak. buranın moderatörleri devlet memuru zaten, okumaz. onaylar ve geçer.
uludağ sözlük'ün bana göre elinde kalan iş yapacak tek taşıydı. piyonlardan vezir yapmaya çalışırlar bundan sonra. ama bu sözlüğün o kadar ömrü olduğuna pek inanmıyorum açıkçası. bu arada, satrançtan nefret ederim; belirteyim.
burası o kadar sıradan bir yer olmaya başladı ki. inci sözlük'ün orospu çocuklarını(onlar bu sıfata layık görülmekten son derece memnun) takdir ettiğimden söylemiyorum bunu ama emin olun, oradaki kaliteli yazar sayısı artık buradakinden fazla. en azından kıvrak bi zeka fark edebiliyorsun bazı entry'lerde. burada anca "bi siktir git çay koy", "başlık sıçmak", "tespit sıçmak", "ne diyem mahmut mu diyem" bakınızları var. faşizm yüklü aptalca entry'lere ve kürtçülük yaparak dikkat çekmeye çalışan zavallılara hiç değinmeyeceğim. bi başlarsam daşşağımın kılları ağarana kadar susmam.
sığsınız abi, kabul edin. halihazırdaki klişe bakınızlarınız ve şovenist söylemleriniz dışında hiçbir numaranız yok. şimdi eminim birileri çıkacak ve "e o zaman siktir git sözlükten. ne diye duruyorsun burda döl israfı?" diyecek. diyecek de, ben burada zaten edebi bir haz alma veya fikirsel olarak bi şeyler kazanma adına durmuyorum. seviyorum burayı, sıcak bi ortam var burada. lümpeni çok az buranın ve kimse kimseyi ezme çabası içinde değil. ne biliyim, şık bir restaurant'ta ismini zor telaffuz ettiğim yemekleri yemektense kardeşler pide salonu'nda "bana dört acılı laho, bi de açık ayran bağla usta" demeyi tercih ederim. tüysüz çocuğun biri pazardan aldığı oduncu gömleğiyle siparişimi getirir. samimiyetini gözlerinden anlarım uşağın. iki lafın belini de kırarım yemek yerken. bi de üstüne tavşan kanı çayımı getirdiler mi benden kralı yoktur. işte ekşi sözlük, itü sözlük benim için bu restaurantlardır; uludağ sözlük'se kardeşler pide salonudur. buranın birçok iyi yazarı da benim düşündüğüm gibi düşündüğünden kopamamıştı bu sözlükten. ama artık siktir olup gitme çanları çalıyor bu herifler için. gitmeliler çünkü uludağ sözlük'ü gerizekalıların sığınağı olan bi bok çukuru olarak görmek istemiyorlar. sadece güzel anılarıyla gitmek istiyorlar. nitratex, çok direndi gitmemek için. ama daha fazla dayanamadı ve uçurun beni orospu çocukları mesajını veren entry'leriyle geri döndü.
120 gün çaylaklık ne demektir abi? adam "moderatör sikmek" dedi sadece. moderatör sikti sanki.
moderatör, sikti sanki. göz göre göre sikti cağnım sözlüğü.
satrançtan nefret ettiğimi tekrar belirtmek istiyorum. yanlış anlaşılma olmasın. nefret ediyorum çünkü, oyun sonunda şahın da piyonun da aynı torbaya koyulmasından hoşlanmıyorum. bu eşitlik olayı benim asabımı bozuyor. ben mesela benim evdeki satranç takımındaki şaha baza aldım. oyun bitince orada takılıyor.
çaylakmış şu sıralar. ben bu moderasyonu cidden anlamıyorum. böylesine kıymetli yazarları çaylak yaparak küstürmemeliler abi. vfv, hosaf, rapper ninja gibileri sizin yüzünüzden gitti olm. bi tubacemm kalmıştı elimizde. onu da mı kaybettireceksiniz? allahsızlar.
öncelikle moonlight sonata'nın (#6543749) entry'inde de belirttiği üzere zall'ın "xxx@hotmail.com bu benim msnim. istersen msn'de konuşalım." sözünü bi anımsayalım. bu size bir şeyi hatırlatmıyor mu hatırşinas centilmenler ve zarif bayanlar? hala hatırlamayanlar için "sözlük kasıyo. msn'den devam edelim" diyorum, başka da bir şey demiyorum.
zall, moonlight beyin nickine vuruldu. hoş bir bayan olduğu zannıyla özel mesaj yağmuruna tuttu. msn'de bildiğin bayağı kıllı mıllı bi herif görünce de yaptığından utandı ve bu yanlışın üzerini örtmek için moonlight sonata'ya moderatörlük teklif etti.
salca ve july4th'un nasıl moderatör oldukları üzerinde de çalışıyorum. liseli erkekler için cs 1.6 shortcut'ı olan z'ye ardından da 5'e basıyorum. beni takip edin. sözlüğü keşfedicez.
(#8646091) kodlu entry'sinin sağ alt köşesinde benim nickimi görünce şaşırmış, entry'sinin altına kendi nickini yazma ihtiyacı hissetmiş. ulu sözlük celebrity'lerinden...
uzun entry'leriyle dikkatimi çekti. misal (#8142453) kodlu entry'i benim tüplü monitörün ekranının tamamını kapladı. uzun yazıyı okumam diyenleri dize getiriyor. aslan ahmet!
3000'in üzerinde entry'i olan yığınla yedinci nesil yazar var bu sözlükte. herifler sözlükte yaşıyor. koltuklarındaki çukur gök taşı büyüklüğünde amına koyim, siz hala neyin peşindesiniz?
"sözlükteki entry sayısı = reklam"
"reklam = para"
"para = mevcut düzeni korumak"
denklemlerini yok etme metodunu kullanarak çözdüğünüzde hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinizin farkına varmanız gerekiyor. nikim yok benim, benjcev, rapper ninja ve hosaf isyanı koyup gitti bu sözlükten. hadi hepsini geçtim vaudeville for vendetta gitti olm! ne değişti bu database'ine cumshot yaptığım şu sefil sözlükte? emin olun moderasyon, koyulan bu tavrı siktim öldü belediye gömdü gevşekliğinde karşıladıktan sonra, kaldığı yerden işini yapmaya devam edecektir.
sözlüklerde gezinmeye başlayalı futbol konulu tüm başlıklarda bu klişeleşmiş ifadeyle başlayan -galatasaray; fenerbahçe veya beşiktaş olarak değişebiliyor- milyonlarca cümle gördüm. anlamıyorum abi, sizin olayınız nedir?
bir galatasaraylı olarak söylüyorum, beşiktaş taraftarı şöyle.
bir fenerbahçeli olarak söylüyorum galatasaray bizden iyi takım.
ne yani? cümlenin başında hangi takımı desteklediğini belirtmenin ve devamında karşı takıma methiyeler düzmenin sana reel yahut sanal hayatta ne gibi getirisi olabilir? bir galatasaraylı olarak fenerbahçe'yi övdüğünde, bir fenerbahçeli bi tas sıcak suyla yanına gelip senin taşşaklarını ovmayacak abicim. aynı durum, tersi için de geçerli.
derdiniz karma puanınız mı? şayet öyleyse çekinmeyin, söyleyin bana. 8 farklı hesap açar, hepinizi fütursuzca şukelalarım. ama gözümde, ilkokul çocuğunun öğretmeninden imza almak için götünde dört döndüğü sahneler canlanır; hepinize kısa donlu ilkokul çocuğu muamelesi yaparım, bilesiniz.
bir sözlük yazarı olarak söylüyorum, bu sempatik görünme çabanızdan tiksindim.
barcelona'ya bile gitse üzülürmüş. ntvspor'a yorum olarak yazdım; buraya da yazıyorum: değil barcelona, racing santander istese buradan ispanya'ya koşa koşa gitmezse ben bu futbolu bilmiyorum.
taa donuna işediği dönemlerde bir gün bursa'yı şampiyon yapacağım demiş. bak sen, attığı dört golle gol krallığını kıl payı kaçırdı tabi. sayısız asistiyle takımını türk futbolunun vitrinine çıkardı.
sercan yetenekli futbolcudur, eyvallah. buna lafım yok. ama bi kendine baksın, bi de arsenal, barcelona gençlerine baksın. sercan, ilk sivrildiğinde de birkaç kişiyi çalımlayıp topu ayağından çıkarmayan, sonunda da topu kaybeden bir futbolcuydu, hala öyle. çalımlıyor felan ama takıma zerre katkısı yok. ne gol atıyor ne de attırıyor. yani kendini zerre geliştirmiş değil. arsenal'de van persie ilk sivrildiğinde anca penaltı atıyordu amına koyim. şimdi bi daha bak van persie'ye. on parmağında on marifet. orta saha ve forvetin neresine koyarsan koy, iş yapar. gael clichy de de aynı durum söz konusu. başlarda kime sorsan "bu adamdan bi bok olmaz" derdi ama şu anda şutlarını geliştirdiği takdirde roberto carlos'un gerçek varisi olacak kalitede bir futbolcudur clichy.
sercan, en az bir sezon daha bursa'da kalacak ve yine bir gelişme kaydedemezse, avrupa'ya gidememiş tüm türk yetenekler gibi fenerbahçe'ye gidip futbol hayatının içine sıçacak. anlamıyor musunuz? büyük takımlar, ben oldum diyen genç futbolcuyu takımında istemiyor.
benim bu oğlana en çok kızdığım nokta; bursa'yı kendisinin şampiyon yaptığını iddia etmesidir. ömer erdoğan, volkan şen, ozan ipek gibi adamlar varken şampiyonluğu kendine mal etmesi büyük terbiyesizliktir.
türk futbolu bugün itibariyle götü kalkmış bir genç yeteneğe sahip olmuştur. hayırlı olsun.
yıllardır söylüyorum, bu sercan halı saha topçusu. anca görsel show. icraat 0!
dizinin hangi kısmında gülüneceğine, ağlanacağına, kıçın altına kaçan patlamış mısırın çıkarılacağına karar verirler. evet abi, bildiğin karar verirler.
sitcom senaristinin, yapımcısının, yönetmeninin bana verdiği yetkiye dayanarak size emrediyorum: gülünn!! birileri böyle diyor sanki. ve o iğrenç gülme efekti bir kasede kayıtlı. çaaat, basıyor düğmeye; o kahkaha küçük odamızı şenlendiriyor.(siktir)
adamın/bayanın biri türk dizi tarihinde en az elli kez söylenmiş bir repliği bir kez daha söyler; birinin yüzüne anlamlı anlamlı bakar, mal gibi güler veya duyma eşiğini zorlamak suretiyle osurur. hemen peşine gülme sesi gelir.(o ne illet, ne şirret bi sestir ki şu anda bile kulağımda çınlıyor hamna keym.) bu gelen gülme sesi bu noktada gülmek zorunda olduğunuzu, herkesin gülerken siz gülmediğiniz takdirde psikolojik ya da zihinsel sorunlarınız olabileceğini söyler. kalabalık bir grupla sitcom izlediyseniz bir düşünün. hiç de komik olmayan bir sahnede gülme efektinin ardından, ortamda ansızın kopan kahkaha tufanından etkilenip de gülmediniz mi? güldünüz, güldük, güldüler.
bu gülme mevzusundaki asıl sıkıntılı noktaysa, günümüzde neredeyse tüm sitcomların yapımcısının ve senaristinin birol güven oluşudur. çok açık söylüyorum dostoyevskim, "birol güven bizim çocukluğumuza/gençliğimize vurulmuş büyük bir darbedir" sana yemin ederim, iki gözüm önüme aksın ki bu adama ne kadar sövsem de rahatlayamam oğlum. adamın bütün dizilerinden illa ki en az üç dört bölüm izlemişimdir. ooğlum bu herif senin, benim üzerimizden dünyaları kazandı ama her dizisinde aynı repliklerle, aynı surat ifadeleriyle kazandı. la o yayvan kıçının üstünde bir saat daha fazla oturaydın da yeni şeyler yazaydın bari. bi kere lan, bi kere yapaydın.
aklıma geldikçe sinirlemiyom amına koyim. bi insan 10 replik, 5 mimikle 89 dizi senaryosu yazar mı?
*adamın biri uyuyor. iğrenç bir rüya görüyor, ağzını bütün bir kavunu yutacak kadar açarak "haaaağğğğyııııır" diye bağırarak uyanıyor. kaç kere yedirdin bunu bize birol can? ben diyim 50, sen de 60.
*ailelerin ve çocuklarının hayatlarını sosyolojik saptamalarınla aydınlatmak için bir dizi bölümünün son 20 dakikasını kaç kere bok ettin? valla sayamadım.
*birinin nefret ettiği bi olay olur. sonra o olay ona büyük bir korkuyla anlatılır. adam "hee tağam" der, yürümeye başlar. sonra kafasına dank eder. neeeeeeğğy? diyerek mendebur komşu hayriye kılığında hesap sorar. peki bu, bu kaç kere oldu?
****
siz şimdi birol güven'i siktir edin. vazgeçtim ben. beni asıl sikerten mevzu birol güven değil, bu gülme efektinin her dizide aynı olmasıymış. demin 1414143553764869'uncu kez duyduğum gülme efektinden sonra buna karar verdim. evet birazzcık geç oldu bunu fark etmem, takdirimi bu yönde belirtmem.
-ömer abi, bu gülme şeysi neden bütün dizilerde aynı?
+yurdum sitcom larına dünya üzerinde gülen sadece bir kişi var da ondan evlat.
****
şahan gökbakar'ın bir tiplemesinin imitasyonu şafak sezer'e selamlar. güya yıllarını sinemaya tiyatroya vermişmiş, saygın oyuncuymuşmuş. siktirin lan, daha dünkü çocuğu taklit ediyor basbayağı. hem de gözümüzün içine baka baka...
****
bu entry türk malı dizisindeki bitmek bilmeyen gülme efektlerinin odamda beni rahatsız etmesi üzerine yazılmıştır. imza toplayalım, dizi grevine girip dizi izlemeyelim. ne yapalım, edelim; şu gülme olayına bi son verelim, istirham ediyorum aziz sözlükçü...
bilimum battal gazi filmleri: ilim, doğudan batıya yıllar sonra geçmiştir. (battal gazi, surdan sura atlarken arkadan geçen arabalar ve battal gazi'nin kolundaki 5 liralık çin malı casio, bu tezimi doğrulamaktadır.)
-çoook kolay sınav, 86 senedir elime kağıt kalem almadığım halde 86 net yaptım.
-sınava, öss'yi kazandıktan yıllar sonra taşşağına girdim, vallahi çok kolaydı.
böyle diyordu kıytırık bir üniversitenin kıytırık bir bölümünde okuyup öylesine sınava giren, bulunduğu üniversitenin demirbaşı olmayı başarmış bir güruhun interaktif sözlük sözcüleri.
istisnasız bütün öğrencileri, dersaneleri ters köşe yapmış sınavdır 2010 ygs. tarihte isyan sorusuyla, coğrafya'da boğaz sorusuyla, matematik'te mantık sorusuyla dumura uğratan enteresan bir sınavdı. gözlerim uzunca bir süre senenin başından beri tek adamakıllı çalıştığım geometri sorularını aradı. bulamadı.
sınavın en talihsiz kişisi sanırım bendim. sınava üç-dört gün kala dünya üzerindeki önemli dağlara, volkanik alanlara, ülkelerin geçim kaynaklarına detaylı bir şekilde baktım ama "çıkmaz olm boğaz, göl filan. siktir et, kafanı doldurma boş şeylerle" diyerek es geçtiğim yerden bi soru kıçımda patladı. matematik bölümünde anlamadığım tek konu olan olasılık'ı ygs sonrasına bırakmıştım. zaten soru çıkmaz, çıksa da çok kolay çıkar diye düşündüm. kaldı ki girdiğim tüm ygs denemelerinde karşılaştığım olasılık sorularını rahatlıkla çözmüştüm. o da patladı. analitik geometriye gelecek olursak, açıkçası analitik geometri'ye de pek çalışmadım. "ilkokuldan kalma bilgilerinizle dahi yapabileceğiniz, basit "noktanın analitiği" soruları gelir, siz de rahatlıkla yaparsınız" diyen dersane hocalarımın lafına aldandım. zaten, analitik'e hiç çalışmamış olmama rağmen, girdiğim tüm ygs denemelerindeki analitik sorularını çözmüştüm. geometride aylarca çalıştığım üçgen konularından, kareden, yamuktan hiçbir soru gelmemesi benim şanssızlığım mı, bizim şanssızlığımız mı bilemiyorum. kısacası, dersane hocalarının o konudan soru çıkmaz, çıksa da zor soru çıkmaz dediği tüm sorularda patladım.
piyasanın en zor, öss'ye en yakın kaynaklarını sayın desem eminim herkes fem, güvender, fen bilimleri, final, uğur, esen falan der. bu kaynakların her birinin en az iki denemesini çözmüş olan ve hepsinde de bir eşit ağırlıkçı olarak 440'ın üzerinde puan yapan biri olarak bu sınavda çok fena dağıldım. lisenin ilk üç senesini hepiniz gibi ben de taşşaklarımı halıya sererek geçirmiştim. lisenin 6 döneminde sadece iki kez teşekkür alma başarısını gösterdim bu seneye kadar. ama bu sene dersane başladığında girdiğim sınav bile bu sınavımdan çok daha iyi geçmişti.
soruların sağ gösterip sol vurması sendelememe sebep olsa da, nakavt olmamın asıl sebebi sürenin yetmeyişiydi. dersanede girdiğim tüm denemelerde bir kez sigara molası vermeme rağmen en az yirmi dakika vaktim kalırdı. üstelik fen sorularının tümüne de bakmış olurdum. deneme sınavının ortasında sıçmaya gittiğim bile olurdu.(çok ciddiyim.) türkçem maksimum otuz beş dakika, sosyalim de yirmi beş dakika sürerdi. ama bu sınavda türkçem bir saat on dakika(!), sosyalim de kırk beş dakika sürdü. üç kere işemeye gittiğimi de düşünürsek matematik'e sanırım 40 dakika civarında bir zaman ayırabildim.
hülasa, benim için kabus gibi bir sınavdı. ygs 5 puanım 405-420 arası değişecek ve bu, hedeflediğim yer için sanırım yeterli bir puan olmayacak. gerçi, her şeyi son seneye bırakmış bir öğrenciyim ben. üstelik bu son senemi de çok verimli geçirdiğim söylenemez. zaten bu şartlar altında, böylesine bilgi ağırlıklı bir sınavın sonunda arzu ettiğim puanı almayı beklemem hayalperestlik olur.
bu sene, kendimi kasmadan lys çalışmayı düşünüyorum. n'apalım, bir sene daha buradayız.
siz mayıs'a kadar evde tırnaklarınızı kemirip sonucu bekleyin. benim sonucum açıklandı: birey haftaiçini kazandım.
sen... ya sen hangi dersaneyi kazandın kader ortağım?
"Bir yerlerden başlamalıyım ve bir şekilde tutunmalıyım hayata. Şimdi bana yarası ağır bir yürek lazım. Türlü acıları vücudunda toplamış ve bunlara tek başına göğüs geremeyen bir yürek... Sarıldığımızda tüm acılarımız birleşmeli ve beraber dindirmeliyiz hepsini. Yani şimdi bana terk edilmeye mahkûm bir yürek lazım. Kırmalıyım zincirlerini ve hiç bırakmayacakmışçasına sarmalıyım. Onu aşka mahkûm bir yüreği olduğuna inandırmalıyım. Uyuduğunda bile en güzel cümlelerimi fısıldamalıyım kulağına. Kimine göre imkânsız olsa da, imkânsızı başarmak için henüz zamanım var. Sonuçta hayatım, virgüllerle dolu olsa da, noktası konmamış bir cümle..." Bu haftaki yazısını böyle bitirmişti. Yerinden doğruldu, bir bardak su almak için mutfağa geçti. Tekrar oturacakken, müsvedde kağıtlarıyla kısa olan bacağını tamamladığı, büyük masasına çarptı. Yaşama amacının, yazdıklarının, sağa sola fütursuzca dağılışını izledi bir süre. Sonra hepsini topladı. Yegane mal varlığını dikkatlice, düzenleyerek yerine koydu.
Saate baktı. Güneş doğmak üzereydi. Gecenin ayazında camda beliriveren su buharları, su damlaları halinde gruplaştıktan sonra camda kendi yörüngesini çizerek ilerliyordu. Çocukluğunda camın buğusunu anlamlandırdığı geldi aklına. Annesinden işiteceği binbir türlü azarı göze alıp ismini cama yazışı... Cama yazı yazarken camdan çıkan o ses hala kulağını okşuyordu. Çocukluğu çok uzağa gitmiş olamazdı zira, o her şeyi hatırlıyordu. Ama takvim... Takvim, sen artık yalnız, işe yaramaz bir ihtiyarsın diyordu.
Hay aksi! Yine yazısını basıma vermek için çok az vakti kalmıştı. Öyküsünü bir kez daha gözden geçirdi, dosyasına yerleştirdi; siyah, uzun pardesüsünü askılıktan aldı. Pardesünün kemerini iyice sıktı, bu şekilde daha genç göründüğünü düşünüyordu. Aynaya uzun uzun baktı. "Neyse ki düzeltmek için uğraşacağım bir saçım yok. Yoksa basıma zor yetişirdi bu öykü." Diye geçirdi içinden. Pardesünün yakalarını düzeltti. Aynanın sağ üst köşesindeki siyah-beyaz fotoğrafına baktı, gülümsedi ve evden ağır adımlarla çıktı. Koşacak takati ve taksiye verecek parası olmayan bir ihtiyara göre fazla rahattı. Bu da çocukluktan kalma bir alışkanlığıydı, tıpkı sigara gibi...
Yürürken düşünmeyi çok seviyordu. Yürürken düşündüğünde yorgun bacaklarındaki yükün hafiflediğini hissediyordu. Kaldırım taşlarındaki çizgilere basamıyordu hala. Yolu ezberlediği için artık yola bakma ihtiyacı hissetmiyordu. Zaten uzun bir zamandır gittiği tek yer dergi binasıydı.
ilkokul yıllarını, lise yıllarını, ilk aşkını, son aşkını, doğup büyüdüğü varoş mahallesini her şeyi ama her şeyi hatırlıyordu ve bu yüzden her zaman dalıp gideceği, düşüneceği çok fazla şeyi oluyordu. Düşündükleri, özledikleri sık sık değişse de temaları hiç değişmiyordu: hayal kırıklığı ve başarısızlık. Sigarasından okkalı bir nefes çekti.
Fren sesiyle korna sesi çok yakından geliyordu. O kadar yakından geliyordu ki sanki her şey kulağının dibinde olup bitiyordu. Gözü kararmaya başladı. Midesi bulanıyordu ve kalbinde tarifsiz bir his oluşmuştu. Nefes almakta zorlandığını hissediyordu. Bir şeyi daha hissediyordu. Türlü duyguyu bir bünyede harmanlamıştı, hepsinin tadına bakmıştı ama bu başka bir şeydi. Çok başka... Yutkundu. Gözünü açtığında çevresinde büyük bir kalabalık gördü. Herkes büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordu. Biri, arabanın kenarına çökmüş, elleriyle yüzünü kapatarak: "ne yaptım ben?" diye boğazı yırtılacakmışçasına bağırıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Konuşacak gücü, kendinde zor buluyordu. "Kağıtlarım... Kağıtlarım nerde?" dedi. Kalabalığın içinden kısa boylu, afacan bir çocuk: "Buyur amca. Demin yere düşünce düştü elinden." Dedi. Gitgide kızaran ve rengini kaybeden gözleriyle çocuğa baktı. Gülümseyerek çocuğun yüzünü okşadı ve "teşekkür ederim çocuk." Dedi. Olanca gücüyle bağırdı: "Bu öykümü dergiye yetiştirebilecek olan var mı? Küçük çocuk direk atladı. "Ben götürürüm, nereye gidecek?" Yolu tarif etti ve cebindeki son parasını çocuğun eline verdi. "Hadi göreyim seni çocuk, herkese bu mahallede senden daha hızlı koşanın olmadığını göster."
Gözlerini açamıyordu. Gözlerini açamamasının güneşten olduğuna kendini tam inandıracaktı ki, nefes almanın da onun için ne kadar zor olduğunu anladı. Her nefes almaya çalıştığında boğazına bir şey düğümleniyordu. Ölümü hissetmek böyle bir şeydi. Hissederek yaşamıştı, hissederek ölüyordu. Hem de iliklerine kadar... Çevresindekiler için sadece sıradan bir ihtiyar can çekişiyordu. Ama onun tarafından bakıldığında dünya yıkılıyordu. Evler, arabalar, yollar, insanlar, her şey yok oluyordu. Her şey anlamsızlaşıyordu.
Yarım saat sonra gelen ambulans, onu sedyeye koydu. Kol saati, tam kırk yıldır boynundan çıkarmadığı yarım kalpli kolyesi ve ikinci sigarasını yakmak için eline aldığı çakmağı ayrı yerlere savrulmuştu. Yüzü ve saçları toz içindeydi. Rüzgarda uçuşan pardesüsü onu bırakmamakta kararlıydı.
Dergiye yazılarını bırakması için gönderdiği çocuk, heyecanla ve nefes nefese kalmış bir şekilde geldi. "Yazıyı dergiye bıraktım" diye bağırıyordu bir yandan. Çocuğa baktı ve "aferin çocuk. Şimdi bir kez daha koş. Ama bu kez koşacak zamanın ve gücün varken zamanı geldiğinde hareketsiz bedeninin başında ağlayan birkaç kişi edinmek için demin koştuğundan daha hızlı, çok daha hızlı koş. Hayatın, henüz noktası konmamış bir cümleyken en sevdiklerinin yanına koş."
Çocuk, anladım dercesine kafa salladı. "iyi uykular amca." Diyerek koşmaya, en sevdiklerinin yanına doğru koşmaya devam etti. Arkasında nedensizce kanının ısındığı, uyuduğunu sandığı yabancı ama sevecen bir amcayı bırakarak...
micheal lowery'nin koray candemir'in şarkısıyla aynı ismi taşıyan şiirini "mich-low yayıncılık" gururla, pardon utançla sunar. (cebren ve hileyle yaptırıyor bunu bize.)
ben belki bir gün
ay'ın yalancı ışığının
denize bakan kısmına
yakın bir yerde
sırtımı yıkık bir harabenin
köhne duvarının
denize bakan kısmına
yakın bir yere dayayıp
mutlu mesut uyuyabilirim
ben belki bir gün
akça fırat sokağı'nın
senin evine bakan kısmına
yakın bir yerde
ıslığımı sabaha gebe gecenin
karanlık durağının
senin evine bakan kısmına
yakın bir yere dayayıp
saatlerce seni izleyebilirim
ben belki bir gün
en güzel rüyamın
sabaha bakan kısmına
yakın bir yerde
uyanmaya tövbeliyken
seni görüp
senle kalabilirim
geçen gece, sanki başka hiç uğraşım yokmuş gibi bu interaktif sözlüklerin vaziyeti üzerine bir süre kafa patlattım. birkaç senedir sözlükleri takip eden ve sanal ortamın imkan verdiği ölçüde kendince yazarlık yapan biri olarak bu konuyu kendi içimde tartışmamı bayağı garipsedim. şimdi de bu konu üzerinde neden daha önce kafa patlatmadığım üzerine kafa patlatıyorum. bu, daha da ilginç...
hiç üşenmedim dostlarım, tarayıcımda yeni bir sekme açtım ve wikipedia dan tanımın tanımını buldum. wikipedia, bu konuya şöyle açıklık getiriyor: "Bir kavramın niteliklerini eksiksiz olarak belirten veya açıklayan cümle, tarif." şimdi, sözlüğün kuruluş yılından sonra yapılan tanımların kaçı bu tanıma uyuyor? sanırım hiçbiri. kaldı ki, tanımlanması gereken kavramlar zamanında bu sözlükte ve diğer sözlüklerde tanımlanmış. ben tanımı olmayan herhangi bir kelimeye ne bu sözlükte ne de diğer önde gelen sözlüklerde rastlamadım. yani, biz burada tanım yaptık diye aslında kendimizi kandırıyoruz. bir olayı, bir haberi, bir kişiyi tanımlamaya çalışıyoruz ve saçmalıyoruz.
sözlük alemi olarak ciddi anlamda bir kavram kargaşası yaşamaktayız. sonuna "-dır" ekini getirdiğimiz her cümleyi tanım sayıyoruz; bu da yetmezmiş gibi başından geçen herhangi bir olayı biraz abartarak, biraz süsleyerek veya tamamen hayal gücüne dayanarak yazan insandan hiç utanmadan tanım yapmasını istiyoruz. anının, hikayenin, ünlü veya sıradan birisinin tanımı mı olur be safım? yapma allasen... bir mekanı, bir kişiyi tanımlayamayız; ancak ve ancak betimleriz.
mantığımızın temelinde bir sorun var. diplomatik bir dil kullandığımız takdirde kendimizi bloglardan, forumlardan ayrı bir noktada konumlandırabileceğimize inanıyor ve bu doğrultuda kurallarımızı oluşturup, sözlüğün işlerliğini sağlamaya çalışıyoruz. sözlük formatındaki herhangi bir kuralda bile resmi bir üslup kullanıyoruz. misalen, "forum-chat tarzı entry ler silinir." bu aynen şuna benziyor: akademik alanda uzmanlaşmış bir adam, bir seminer veriyor. bahsettiği konu gerçekten çok önemli ve orada bulunan insanları çok yakından ilgilendiriyor. ama bu amcamızın fermuarı açık. söylesenize, orada bulunan kalabalığın yüzde kaçı adamın söylediklerine yoğunlaşabilir?
"forum-chat tarzı entry" nedir yahu, öncelikle bana bunu açıklayın. bu cümleden kastınız yazım ve imlanın önemsenmediği kepaze sözcük yığınlarıysa, orada bir durun. kendimden yola çıkacak olursam, ben gerek msn'de biriyle yazışırken, gerekse forumlarda mesaj gönderirken, konu açarken yazım ve imlaya son derece dikkat eden bir insanım. ne yani, benim bütün entry'lerimi silecek misiniz şimdi?
lafı, "sözlük denen şey, forumlardan, bloglardan ve bilumum sosyal paylaşım sitelerinden daha farklı, daha nitelikli bir oluşumdur" demeye getiriyorsun. seni de anlıyorum ancak sözlük tüzüğüne böylesine saçma bir kural konmaz.
başladığım konudan biraz sapacağım şimdi zira aklıma şu "swh", "lmwh" ve bunların türevi olan gizli bakınızcıklar geldi. bu bakınızları veren sözlük yazarlarına cidden acıyorum. yazık lan, bu kişi entry ine ağız tadıyla bir "smiley" konduramayacak mı yazarlık ömrü boyunca? şekilden şekle giriyor yazarcağız. ne yani, gizli bakınız şeklinde "swh" yazdığında biz çok marjinal bir topluluk mu oluyoruz? smiley olayının önüne geçtiniz diye forum-chat tarzı entry lere mahal vermemiş mücahit bir sözlük komutanı muamelesi yapmam hiçbirinize, kusura bakmayın. entry in herhangi bir yerine koyulmuş smiley, bu sözlüğün değerini ne artırır ne de azaltır. şu sefil sözlükte düştüğümüz komik durumun biraz olsun önüne geçer sadece.
ben demiyorum ki, sözlük formatı diye bir şey olmasın. ben istiyorum ki, sadece bu sözlük fikrini ilk olarak ortaya atan kişinin sözlük adına oluşturduğu kurallara kayıtsız şartsız biat edilmesin. tanım zorunluluğunu kaldır misal. veya heyecanlı yazarın smiley kullanmasına müsaade et. "swh" gibi mide bulandıran iğrenç bakınızlar vermesine engel olmuş ol.
yok, ben bildiğimi okurum. kurulan ilk sözlüğün kuruluş aşamasındaki kurallarını buraya aktarmaya inatla devam ettireceğim. sözlük yazarlarının üzerinde dravdan bir otorite kuracağım dersen de, bir şey diyemem tabi. ama o zaman da, "sözlük klonu" lafı ağrına gitmeyecek abicim. zira, sen böyle yaptıkça sözlüğüne daha çoook klon diyen çıkar. hatta sana bile klon derler. ssg'nin klonu...
kral; anadan üryan dolanıyor ortalıkta. sizse "bayım, takım elbiseniz gerçekten çok hoş" diyorsunuz. yapmayın be oğlum, dönün bir daha bakın. daha iyi bakın. kral harbiden çıplak!
bu link, önceki entry lerin birinde verilmiş. ters ayaklı iblisler gece önümü kessin ki abazan duygularla tıklamadım linke. kimmiş bu taş hatun, belki hayırlı bir kısmet bulur da, bu bataklıktan kurtarırım diye baktım. lakin, şu anda midem bulanıyor, bööööğğğk..
nabıyonuz siz aslanlar? fotoğrafın altında istismar bildir diye bir şey vardı. direk tıkladım amına koyim. cinsel dürtülerimi istismar ediyorsunuz.
horoz, hayata küstü; kalkmıyor ama midem çok fena kalktı. mutlu musunuz ibneler? ühühü..
erol evgin'den ben imkansız aşklar için yaratılmışım'ı, tarkan'dan unutmamalı'yı ve badem'den bir an için'i peş peşe dinleyen dertli micheal'in yazdığı, bi boka benzemesi olasılık dahilinde olmayan garip bir şiir.
tamı tamına iki kişiydik
bu tiyatro hiç bu kadar kalabalık olmamıştı!
ve ortamı saran buğulu sessizlik
hiç bu kadar ürkütücü olmamıştı!
anlattığın o masal hala kulağımı okşuyor
fısıltın sırdaşım...
yüzünü okşayan soğuk el, artık sana yabancı
anlık mutluluklarımızsa mutsuzluğun tanımı
şu sıralar mutluyuz, hem de hiç olmadığımız kadar!
ıslık çalmayı unutmuşuz bu kargaşada
ayak seslerimiz, yol arkadaşımız...
önümüzde uzunca, çetrefilli bir yol
suratımıza çarpılan son kapı,
saçma sapan gururumuzun adı.
yürüdükçe yaklaşıyoruz sona
yaklaştıkça hızlanıyoruz
ve son perdeyi oynuyoruz bu salaş tiyatroda,
oyunun adı: mutsuzluğun tanımı
önce tanımı yapıyorum, sığ ve uzun cümlelerle
bakışlarım son defa gözlerini deliyor
acıklı sonu zorunlu karşılıyoruz
umursamaz insan kılığında...
ve iniyor perde,
kulağımızı tırmalayan bir sesle ve yavaşça
sen perdenin bir tarafında kalıyorsun,
bense diğer tarafında...
sonra karanlık oluyor her yer
sesin uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor usul usul
bir yarım hala sende olsa da bakmıyorum ardından
veda perdesi kapandı korkudan
öncelikle başlık yanlış hacı abi. başlık şu olmalıydı: "gheorghe hagi'yi george hagi zannetmek" bunu bi düzeltelim de, gerisi kolay.
şimdi, iddia makamını dinledik dersek yalan olur. şöyle bi göz attık diyelim. bu adam belli ki, yeni bir hesap açmış troll bozuntusu. yazarlık hususunda sikimden daha vasıflı olduğunu iddia eden, okurluğu bi zahmet bıraksın. yazarlığa devam edebilir.
iddia makamının iddialarından biri: birinci sınıf takımlarda tutunamadı, üçüncü sınıf takıma geldi.
evet tutunamadı, bu konuda hemfikiriz. ama neden tutunamadı sorusuna sanırım farklı cevaplar veriyoruz. sence kötü futbolcu olduğu için. benceyse, sinirlerine hakim olamayan, dünyayı sikine takmayan bir serseri olduğu için.
bak güzel kardeşim, şu video ya iyi bak. tutunamadı dediğin adam, o bahsettiğin büyük takımlardan birinin efsane sol bekinin televizyon başındaki babaannesini bile nasıl hüngür hüngür ağlatacak cinsten bir çalım atıyor. oynat uğurcum:
bu da hagi mix:
siz şimdi uzun entry leri okumuyorsunuz ya, uzun video ları da izlemezsiniz. iyisi mi size hagi'yi 10 saniyede tanıtayım:
sence aynı hagi'den mi bahsediyoruz? hiiç sanmıyorum.
***
la olm biliyorum, yegane amacı dikkat çekmek bu herifin. yegane vasfı da sinir bozmak. asosyal ve boş zamanlarında çavuşu tokatlamaktan bitap düşmüş bir zavallı. hatta ve hatta, gündüzleri kalabalık caddelerde gördüğü kısa etekli hatunları belleğine kaydedip gece mala kayıyor. ben de bu herifin bi şekilde istediğini yapıyorum şu anda. tanınırlığına ufak da olsa katkıda bulunuyorum, biliyorum, evet biliyorum. ama n'apim be abi. kutsalıma dokunulunca sinirlerim bozuluyor, elim ayağım boşalıyor.