Sarı saçlı bir kadın geçiyordu yoldan, hızlıydı adımları... saçları uzun, benimki gibi. yüzü yoktu, arkası dönük. yüzüne tanıdığım tüm yüzleri yerleştirdim...oysa ben sadece bir kadın tanıyordum saçları sarı. o da şimdi yok artık...
sonra bir çocuk geçiyordu özgürdü adımları. nereden diyeceksiniz, nasıl belli olur ki özgürlük; salkım saçaktı üstü başı, umarsız dünyaya meydan okuyordu duruşları...insan kendinde tutsak olmamalı...
sonra bir kedi geçti, bir köpek sonra. uzandı kaldırım taşlarına... bakışlarını dikmekle dikmemek arasında kararsız, ve gözlerini açmakta.. korkusuz yanından gelip geçenlerden...
tüm olanları izleyen bilincim yerinden oynamıs dakikalar önce...yerle yeksan sözcüklerin zelzelesinden... ve bir masa bulabilmişim alal acele.. akşamın ışıklarını devirmişim bir birrr, devrilen kalbime denk... kıpırtısız bakmışım pencereden, bir damla süzülüyor gözümün önünden; yağmur mu yağıyor ne! yok gözyaşlarım değil bunlar.. ıslaklık değil yüzüme düşen... kuru, kuru bir kırıklık olsa olsa yüzümün çizgilerine üşüşen...
her dakikaya bir sigara sığdırsam iki saatte ne eder? kaç duman havalanır ve ben kaç nefes çekerim o-nu her sayıklayışımda... off ne saçma, matematiğin bir önemi yok oysa... dalgın-dargın denizler gibi gözlerim camın buğusuna yapışmış. taşıyamadığım başımı cama yaslamışım.. sigaraya bulaşmış parmaklarım halsiz, bedenim bir anda yorgun düşmüş ama birden... evet, kelimelerde devirirmiş insanı...
yağmur yağıyormu anlamıyorum... ben şu masayı anlamıyorum, sandalyeyi de... garsonu da anlamıyorum, oysa kibar. küllüğümü boşaltıp, çay getiriyor... şimdi gece gece uçan şu kuşları da anlamıyorum... ben o-nu anlamıyorum asıl... anladığımı sanıp yanılmışım...her şey böyle kalsın...
şimdi cümleler ordu gibi, kaleme uzanıp bitirmem lazım içimdekileri... iyi ki beyaz bir kağıdım var, aklamam lazım aklımdakileri...
sonra yitip giden her şey gibi, bu zamanın dilimlerini bir bir harcamam gerek...
biliyorum nasılsa bu da geçecek...
insanlar hala yürüyorlar cadde kenarında... ve şehrin ışıkları yanıyor ve kapanıyor bazı kepenkler...
şimdi gitme vakti...
gitmişlerimden, gittiklerimden, gideceklerimden...
açılan başlığın anlamını sorgulamaktan ziyade, göze çarpan çukulata ve çay mevzusuna istinaden : ikisinin de birbirini çağrıştıran renklerden oluşması ile bilinçaltında açığa çıkan çukulata yeme isteğinin baskın çıkması...
hani : şahsen ben her ikisine de dayanamam, ayıramam. bir kavanoz çukulata ile yanında bir fincan çay *keyfine diyecek laf bulamam...
saçmalamak için seçilmiş sözlük önerisi...
saçmalanmış başlıkları gördükçe, bunlar nasıl gelir akla hayale diye düşündüren başlıklardır.
saçmalanmış başlıkları ard arda sıralamak...
tercih saçmalamak olmasaydı keşke...
saçmalamak da iyidir de, mtemadiyen değil canım...
yazdıkça saçmalıyorum sanırım...
bu ne saçmalık..................
35' ine yaklaşırken aynada gördüğü çizgilerle dehşete kapıldığı an-dır. Hele ki o yaşına kadar her şeyi bomboş hissettiği, zamanın eksik ve anlamadan geçip gittiğine inandığı an-ise...
nerelisin?
-dünyalıyım kardeşim
dünyanın her yerinden
kah yeryüzü, kah gökyüzü
her-yer-liyim...
ayazlar da sıcak ateş
yalnızların gölgesi
acizlerin yanındayım
bir deniz mavisine
yollar giderim
bir kuş olur kanat çırpar
bazen bir balık
oltasız sularda
bir yeşil renk uğruna
gece gündüz
bir sevda uğruna
seneler deviren-im...
dünyalıyım kardeşim
dünyanın her yerinden
kah yeryüzü, kah gökyüzü
çok yer-de-yim..
lazın, çerkezin, kürdün çingenenin
afrikada yunanda
uzak doğu
yakın batı
kuzey güney fark etmez
ben güneşin doğduğu
insanın var olduğu
çok yer-de-yim
sevgiye kapıları kapanmamış
çula çaputa kanmamış
mutluluğu çığlık çığlık kutlamışta
hüznün kıymetini atlamamış
değerleri bitmemiş
savaş sevmemiş beyinlerin
içindeyim...
nerelisin ?
dünyalıyım kardeşim..
şu kısa ömrün dergahında
bir minderlik yerim var
bir de etten kemikten
bir ben-im
benliğine sarmalanmış
kah gülmüş
kah ağlamış
insanlığın yitmediği
her-yer-liyim...
gözlerinde gecelerin esrarı
birde su katılmamış efkarı var
sen uykusuz!
kaç mevsim geçti bilir misin
kaç çiçek soldu ve tekrar can buldu
sen yokken
sabahları hatırlar mısın
saat kaçtı daldığın sıralar
ve sen ne kadar dalgındın
zamanı hep es geçtin
ruhun öyle yerlerdeydi ki
yaşamın anlamını kavrayamadın
sonsuz bir uykunun koynuna doğru uyumayı gözledin
ve göze aldın beklemeyi
ve zaman geçti..
söyle uykusuz!
saat kaçtı
gece nöbetlerini kıyasıya tutarken
kaç şiire boyadın gözlerini
ve kalbin sevginin aç yollarında
kaç bin kere daha dolandı
kaç bin kere eridin güneş görmeden
saymadığın fakat çokca sayıkladığın
gecelerin içinden
hangi zaman sıyrılacak
sebepsiz yüklerinden
ne vakit kurtulacaksın
kaçtığın dalgınlığın
kaç yerde bulacak seni
ve yakalanacak mısın yine
yenecek misin bu sefer
düşünce müptelası beyninin zaaflarını
gözlerinin altında sakladığın
uykuya hasret torbalarını
dağıtabilecek misin
ve sen bilebilecek misin
hayatı beklemenin faydasız
bekletmenin anlamsız olduğunu
her şey gibi geçecek olan gecelerin
ve gündüzlerin
bir daha aynı gece ve aynı gündüz olmayacağını...
hey uykusuz!
artık uyan bu uykusuzluktan
ayır gözlerini d(k)aldığı yerden
su serp gözbebeklerine
aklının oyunlarını bırak
bilmelisin ki hayat
sana sormadan
hiç oyalanmadan
öylesine yanından
sen nöbetlere kalsanda
sana umursamadan
geçer, gider....
değişim, süre gelen zaman içerisinde yaptığı şeyleri artık yapmamak, yapmadıklarını yapmak, zaten oluşmuş bir kişiliğin dışına çıkabilmektir.
değişmek, düzen denen zorlu oyuna adapte olabilmek için oynanan iyi yada kötü oyunlardır. siz değişmek ister yada istemezsiniz. çoğu siz farkında olmadan oluşur, değişen zamana karşın uyum için,kendimizce içinde olduğumuz durumdur...
biz bu siyahın içinde beyaz çiçekler aramıştık
kenarı sarı
ve hüznün damgasını yemiştik daha en baştan
bu yollar bizim değil demiştik evvela
sonra çıkılmamış yol bizim hiç değil deyip
kaptırdık kendimizi bildik yada bilinmedik
bir yörüngeye
şaşkın bakışlarımızın arasında sıkışıp kalmış
bir hengameye...
yolumuza çıkan her neyse biz ona takıldık
engellerine çarptığımız kendimizdik aslında
duygu sağanağının altında bilincimizi yitirdiğimiz
kendimiz
hep çıkmakta olan kuyularımızın duvarlarına tutunmaya çalışırken
incindi bileklerimiz...
"yaşanmamış şeylere kırılır insan" diyordu şair
biz yaşayamadıklarımızı büyüttük hep içimizde
yaşayamadıklarımızın hesabını sorduğumuz kimselerden
almak istedik intikamımızı
yaşamadıkça yaşamı bekler olduk
yaşayamadıkça küser olduk herkese
olur olmaz düşler
olur olmaz ülkeler
olur olmaz hüzünler yarattık
çok değil az kalan ömrümüzün günlerini
bir hiç uğruna savurduk
çok değil az kalan zamanlarımızın en güzel anlarını
tozlu raflara kaldırdık
ertelenmiş her şeyi bir başka bahara sarmalayıp sakladık
biz sakladıkça saklandık...
artık görünmez bedenlerimizle dolaşırken
bir değil, bir çok şehrin birbirine benzeyen yanlarında
hep aynı hikayeleri yarattık
bir kenara yazılmış gözden kaçırılmış
aslında görmezden geldiğimiz duyguları anlatan sözcükleri
hep müsvette yaptık...
biz yol deyip çıktığımız yolculuklarda
adını bilmediğimiz duraklar aradık
aradıkça çıkmaz yollar, çıkmaz sokaklar
biz hep birilerini ararken
kendimize çarptık
bu çarpmalar rastgele kazalardı
çok yara bere aldık
şimdi mevsim gece
şimdi penrecelerde çiçeksiz saksılar
çünkü mevsim kış
biriktirdiğimiz tohumlara gebe susmuş topraklar
çünkü gece
adı gece
adımız gece
siyahın içinde bir sarı alev
yüzümüz gibi...
haydi yak ışıkları sönsün
nasılsa yüzümüzde
hep o sisli
hüzünlü gölge...
en derin dargınlıklardır... su' dan sebeple başlar her şey ve bir çığ gibi büyür. birisi sorsa "neden dargınsınız" diye; anlatılacak, kaleme alınacak geçerli bir sebep çıkmaz açığa... yanlış anlaşılmaların, ihmallerin, çözülmeyen dillerin belki "iyiliğin içindi" denen tüm kelimelerin gazabına uğramıştır yürek. ve anlamsız bulunup çözülmemiştir düğüm. çözülmemiş, es geçilmiş her şey gibi biriktirilip, onarılamayacak dargınlıklara, kabullenilebilir kayıplara yol açmıştır.
insan an-ı çabuk unutur. ama yüreği kabuk bağlasa da unutmaz, bir fırsat bulup açığa çıkaracak ve hiç umulmadık bir anda yanardağ gibi patlayıverecektir. siz tüm yaşananların başrol oyuncusu olduğunuz halde, aslında senaryoyu bilmemişsinizdir.
bu durumda iletişim gerçekten çok önemli. karşınızdaki insanı dinlemek, anlamak, empati kurmak, saygı duymak... sizin önemsiz gördüğünüz bir şeye, karşınızdaki hayati önem verebilir.
En büyük savaşlar anlamsız bir sebep yüzünden çıkmıştır, en büyük aşklar yanlış anlaşılmalardan bitmiştir, en büyük dostlukları kökten yıkan da budur. Çocukların yüreği hiç tahmin etmediğiniz bir sebepten kırılabilir...
"anlamsız dargınlıklar" dediğimiz küçük sorunların altında karşınızdaki kişinin gözüyle pek büyük sebepler yaratılabilir...
bekaretle ilgili görülen bir başlıktan sonra, çağrışan düşüncelerle birlikte açılan başlıklar dizisi...
erkek egemen bir toplumda yaşanabilecek durumlardan biridir. ülkemizdeki bu durum şartlanmış bir düşünce yapısından ileri gelmektedir. öyle ki her şeyin hesabını soran, her şeyin altında bir bit yeniği arayan, "kız" lafı geçtiğinde direkt beyin zarından önce, kızlık zarı arayan anlayışın eseridir.
haziran'da
bir güneşin gözleriyle doğmuşsun
o yüzdendir ki
güneş koymuşlar adını
ve ne zaman aylardan haziran olsa
gökyüzünün aydınlık havasına şaşırıyorum
bir gülüşte kaybolabilecek insanların ülkesinden
geliyorum
bir gamzeye sığdırılmış dünyaların
diyarından
ve ne zaman haziran olsa
ben kalbimdeki ülkeye daha bir bağlanıyorum...
iyiliklerin kaybolmadığı, değerlerin yitirilmediği
bir yer var
o arayışlarda henüz kaybolmamış seyyahların
adımlarıyla geliyorum...
aylardan haziran
ve ne zaman haziran olsa
ben gamzelerine karşın
gamzelerimle gülümsüyorum...
yorgunluğa, uykusuzluğa, ayrılığa, hasrete, üşümelere, kaybetmelere, kimi kalabalık, kimi yalnızlıklara, tüm zorluklara katlanmaktır...
"her şey daha güzel olacak" demek için...
ama hayat kök söktürür insan, pes etmemek cesaret ve güç ister. güç ise bazen kalkanlarını takıp yeryüzüne inmektir. yok kalkan değil de bir kanat takıyorsanız eğer çabuk kırılırsınız. yara bere almakta hiç zorlanmazsınız ineceğiniz yeri kestiremediğinizde...
bir ülkücü ile tartışmak kolay değildir.direkt yüksek ses tonu ile ve ileri giderseniz meşhur kavgasıyla bastırmaya çalışacaktır sizi... sürekli tarihten okuduğu iki bilgiyi kullanır ki bilgiler nedense kimsenin bilmediği bilgilerdir ama onlar bilirler. tarihte hangi dönem kaçtı gözümden diye bakınıp, anlattıklarını büyük şaşkınlıkla dinleyip, karşınızdaki gösteriyi bir süre daha izledikten sonra dayanamayıp tekrar konuya dahil olursunuz... aaa öyle mi elini kolunu savura savura anlattıklarını daha da savunur... sizin anlattıklarınız, savunduklarınız yersizdir. yaptıklarınızı içi boş şeyler gibi görürler.. kendileri ne yaptılarsa ülkeleri için yapmışlardır...
evet bir ülke için çok şey yapılabilir. fakat çok az insan yada lider o ülkenin içinde bir halkın yaşadığını düşünür... unutulan kimliklerin hükmünü, kaybedişlerin bedelini o halk öder...
sadece kendi çıkarlarını düşünen insan çeşididir, yüze yumuşak görünürler.. gözbebeklerine dikkatlice baktığınızda anlayabilirsiniz aslında; o yüzün ardında ki duruşu, sahteliği gözbebeklerinden algılayabilirsiniz dikkali bakarsanız.
her işte onlar vardır. kendi işleri olana kadar bir eğrilir bir doğrulurlar, anlayamazsınız. işleri istedikleri gibi gittiğinde ve elde ettiklerinde, yüzlerindeki maskeyi düşürüp asıl kimlikleriyle kendi alanlarına aldıkları kişileri ez zayıf yönlerinden vurmaya başlarlar...
gidilen şehir mi sana aittir, yoksa geride bıraktığın şehir mi senin, bilinmez... yollar uzaklıklar hep bir umudun peşisıra gitmektir sonundaki bilmediğin ışığa doğru uzanmak... şehrin ışıklarıdır gördüğün, ne kadar gidilse hep başka bir ışık çıkar karşına... yollar uzadıkça şehirler kısalır, küçülür evler.. geceler uzar, gündüzler kesilir adeta....
şehirler çağırır insanı (kalbinin sesini dinlemek bu olsa gerek)öyle çok çağırır ki buruk ayrıldığın bir şehirden, gittiğin başka bir hüzünlü şehir kucaklar seni... sen hiç bir zaman sana ait olmayan, aitliğini hissetmediğin bir yerin içinden sıyrılıp yerini aramaya gidersin; gitsem dersin, daha çok gitsem... kendimi bulsam, ruhumu arındırsam yollarda, şehirler bir bardak su verse bana yeter... oysa yanılır insan.. şehirlerin suları kesiktir, aç bırakır bazen... ve kalabalık dersin; kalabalık ruhunu alır götürür zannedersin ama yalnızdır şehirler ve daha çok terk edilmiş hissedersin...
zamanın olta atıp durduğu, saatlerin sıra sıra geçtiği dilimler arası yolculuklarda molaları bile çok görürsün kendine, telaşlı bir hal vardır üzerinde hep biryerlere yetişmek istersin, oysa yetişmek istediğin kendin, yakalamak istediğin kaybetmiş yıllarındır...ne kendinden kaçabilirsin, ne de kaçırdıklarını yakalayabilirsin...
her şey bir oyalanmadır, dönüp dolaşıp karşısına çıktığın kendin...
bir şehir kurulurken, bir şehir yıkılır... ve hep topladığın enkazdır... toz toprak gezersin... gezdiğin yerlerde, gördüğün yüzlerde hep bir sen vardır... daha çok bakmak istersin ama yüzler o yüzler değildir... yüzünü düşürür gidersin...
yine bir şehir çıkar karşına yok bu sefer gidip döneceğim dersin, gittiğin her yerde aklın kalır, her yerde kalbin... geri dönüp bıraktığın kalbinden damlayanları toplamak yerine, damladıkları yerde kurumasını yeğlersin...gidilen şehir mi senin, yoksa ardında bıraktığın şehirde mi yaşarsın, bilemezsin... aklın sorular sorarken sana, sen planlamadığın adımlarının peşinden gölge olur yine gidersin...