kasa düşmanı, son overall bükücü şikecinin tillahı ajax'ın deplasmandaki son maçta, küme düşme hattındaki de graafschap ile berabere kalarak, şampiyonluğu psv'ye hediye ettiği maçtır.
1/0 2/0 0/0 oranlar ya çok çok azdı ya da kapalıydı. bu da iddaa tarihine geçsin.
--spoiler--
-melisandre nine jon snow'Un başında şemşiye açıp "darısı başıma, darısı başıma" diyeydi daha inandırıcı bir diriltme sahnesi olurdu. karı resmen felak-nas'la diriltti adamı
-bloodraven'ın bran'a geçmişi göstermesi güzel detay fakat ben geçmişi manipüle ederek göstermesini bekliyorum. birebir olanı değil de kendi işine gelecek şekilde gösterecek geleceği.
-geçen bölümdeki kadınların yükselişinden sonra, kadın bir veliahtı olan balon greyjoy'un da başına bir iş geleceği belliydi. yalnız ironborn'lar bu törelerle 1000 sene daha yıkılmaz.
-remzi yine remziliğini yaptı. sonu nasıl bitecek meraklar içindeyim. grr martin trolü bu piçi demir tahta bile oturtur amk.
-roose abimiz her ne kadar kendi canavarını dizginleyip eğitmeye çalışıyorduysa da başaramadı. hatta tywin'den boşalan bilge daşşaklı pozisyonunu bile doldurabilecek birisi iken sikinin derdine gitti. sen niye böyle önemli bir haberi remzi manyağının önünde duyuruyorsun ki?
-jon snow bence lady stone heart ya da mountain gibi bir zombi olmayacak. zira geçen bölümlerde sayısız kere ölümden diriltilen beric dondarrion var. kendisi gayet insan gibi komiklikler şakalar peşindeydi.
-jon snow ve nights watch'un içinde bulunduğu durum night's watch paradox. lord commander gerçekten nöbeti bitirmeye çalıştı. en azından yaptığı şey nöbeti anlamsız kıldı. çünkü o duvar en başta o sakallı hırtolar gelip kuzey topraklarını yağmalamasın diye yapıldı. ha şimdi ak gezenler gelecek götümüzü kesecek falan o ayrı dava. ama snow'un hareketi nöbeti boşa çıkarttı gerçekten.
--spoiler--
ama bu durum bana bir kavuk devrinden çok, bir kavuk vekili atamak gibi geliyor. zira kavuk münir özkul'da iken kavuklunun başına bir iş gelmesi durumunda, kavuğun kime verileceği konusunda vekil olan erol günaydın'dır.
ferhan şensoy değişik adamdır. acaba başına bir şey geleceğini hissetti de kavuğu vekiline devrediyor bilmiyorum. çünkü kendi saydığı kriterlerin hiç birine rasim öztekin uymuyor.
arapçada "g" harfi yoktur. farsçada üstü noktalı kef, mısır arapçasında da üstü üç noktalı vav ile kullanılsa da fasih arapçada g harfi yoktur. g harfi yerine c harfi kullanılır. mesela cebrail aslında gabrail-gabriel dir. arapçanın sesli harf de içermemesi ve türkçedeki bazı seslerin olmamasından dolayı, bugün kullandığımız sözcüker arasında böyle imla hatası sonucu olanlar vardır.
bu c-g değişmesi mantığıyla kendisinin soy adı çok değişik anlamlar ihtiva ediyor.
yazılanların aksine kendini mehdi değil, isa zanneden kişi.
dine olan bakış açısı, hristiyan ve müslümanları birleştirme yani dinler arası dialog hareketi, müslüman misyonerler olan müritlerinin yurtiçindeki abi-abla evlerinde, yurtdışında cemaat okullarındaki faaliyetleri, herkül isimli internet sitesi vs.
hareketinin her detayında ince ince işlediği bu "ben isayım" felsefesi var.
2002-2009 arası muhafazakar demokrat gömlekleri ile liberllare varana kadar halktan aldıkları destek ve dünyanın ekonomik olarak büyümesi sonucu göreceli bir büyüme. çünkü türkiye 2002 den beri süreçte ortaya bir dünya markası koymuş mu? tabii ki de hayır. üretim alanında bir gelişme var mı? taibi ki de hayır. demek ki türkiye dümnyaya bir pazar olmuş. dünya büyürken pazar da büyümek zorunda kalmış.
2009-2012 arasında liboşların ergenekon vs. davalar sonucunda cemaatin akp eliyle devlet içinde ne derece yapılandıklarını görüp, "lan biz ne bok yedik" demesi ile desteklerini çekmesi fakat ekonomik büyümenin devam etmesi nedeniyle, halkta akp muhalefetinin karşılık bulamaması.
2012-günümüz de ise hipnoz haline girmiş bir halkın kayıtsız şartsız desteği. zira artık türkiyede devlet yok anayasa yok üretim yok ekonomik ilerleme bir kenara gsmh da düşüş var. fakat katar ve suud fonlarının kendileri için çerez parası olan sıcak para destekleri ve ışid ile petrol ticaretleri ile bu açığı kapamalarınından dolayı desteği kesmemeleri, bahçelinin 7 haziran akşamı verdiği hayat öpücüğü ile akp'yi fetret devrinden çıkarması, yeni osmanlıcılık gibi temelsiz boş bir hayalin cahil kitlelere pompalanması, tek adam fantazileri ve en önemlisi havuz medyası ile her gün umarsızca, ahlaksızca ve utanmazca pompalanan akp propagandası.
kısaca ülkenin beyaz yakası olarak gerçek anlamda bir direnişe geçilmezse, eğitimli olduğunu, zeki ve üstün olduğunu her fırsatta savunan orta sınıfın, cahil maymunlar sürüsü tarafından esir alınıp, yok edilmesinin tarihini yaşayacağız.
"olağanüstü kongre asla olmayacak" diyen akp stepnesi. hukukun rafa kalktığı bugünlerde dediği şey olabilir. yani kayyum atandı evet ama bahçeli kongreyi engelleyebilir mi ya da kayyum işi savsaklarsa ne olur bilemiyorum.
lakin özellikle iç güvenlik yasasına gösterdiği direnişin ardından saray tarafından önemi farkedilerek kendisi ile anlaşma yoluna gidilmiş gibi görünüyor. adam sen 70 yaşındasın çoluğun yok çocuğun, malın mülkün maşallah. ee daha neyin peşindesin? neden ülkene bu kadar zarar vermenin peşindesin? yoksa sen de kripto x lerden misin?
olağanüstü kongre olursa utanmadan aday da olur bu.
şu an sinirden emineyi falan tokatlıyordur herhalde.
fekat kafamda deli sorular. lan irecep, bugüne kadar türkiye'de başına gelen bütün olaylardan bir şekilde ya sıyrıldın ya da ileri öteledin. eğer sam amca'dan da kaçmayı başarırsan ben de ustam der elini öperim. uzun'un oyunları yanında ali cengizinkiler oyuncak kaldı derim.
ulan 3 gündür düşünüyorum, neden durduk yerde bu herifler, ben gidersem devlet yıkılır, seferberlik, rte gitse bile fikirleri yaşayacak falan demeye başladı diye.
meğer kasaları 3 gündür abd de tutukluymuş...
bir şeyler dönüyor ama hayırlısı. hayırlara vesile olmasını istediğim haber.
fizikteki kaykaylı enerji sorusunun cevabı a değil d olması gereken sınav.
yani liseden mezun olalı 10 sene oldu ama şu formüle göre yüksekten bırakılan bir cismin hızı, kütlesine göre değil, bırakıldığı yüksekliğe göre değişmiyor mu?
m x g x h = 1/2 x m x v^2 değil mi. kütleler sadeleşince v^2= 2 x g x h kalmıyor mu? kütlenin hızla ne alakası var?
banulu matematik sorusunda da trende yolcuların istediği yere oturabildiğinin belirtilmesi lazım. trende nası bir oturma düzeni var bunun belirtilmesi lazım. ben 30 yaşındayım yeni öğrendim trende bir oturma düzeni olmayıp, tramvay gibi belediye otobüsü gibi serbest oturulduğunu, şehrinde tren-tramvay olmayan lise öğrencisi nereden bilsin ki? türkiyede kaç şehirde tren veya tramvay var?
"chp''nin ilk ambleminde 6 ok, güneş ışınlarını temsil eder durumda yukarıdan aşağıya doğru kullanılmıştır. örnek1. bu, atatürk ve 6 ilkesinin bir güneş gibi türkiye üzerine doğduğunu sembolize etmekteydi. örnek2 de de görüldüğü gibi 10. yıl nutku sırasında da atatürk'ün yakasında böyle kullanılmıştır. tam olarak şunu sembolize etmesi istenmektedir. bir diğer örnek.
görüldüğü üzere tek partili inönü döneminde de amblem yine yukarıdan aşağı şekildedir.
fakat 1960 darbesi ardından siyasi partiler kapatılınca amblem altı ok yukarı doğru olacak şekilde kullanılmaya başlanmış. halen zaman zaman aşağı bakacak şekilde kullanıldığını görüyorum fakat ilk halini bilen kalmadı gibi bir şey.
ne faiz lobisi, ne almanya ne de abd tarafından başlatılmış süreçtir. bu süreç bizzat akp'yi iktidar yapan güçler tarafından başlatılmıştır.
bu süreci anlamak için, biraz gerilere, abdullah gül'ün fazilet partisi içinde yenilikçi kanatın lideri olarak recai kutan'a daha doğrusu erbakan hoca'ya karşı ilk kez sistemli ve tabandan gelen bir muhalefet hareketinin lideri olarak, genel başkan adayı olduğu kongreye gidelim. bu kongrede recai kutan 633, gül ise 521 oy almıştı.
bu abdullah gül'ün ilk liderlik sınavıydı ve başarısız olmuştu. bülent arınç gibi gelenekçi bir isim bile kendisini desteklemesine rağmen, gül başkan seçilememişti. eğer abdullah gül o gün seçilseydi, recep tayyip erdoğan bugün, belki milletvekili bile seçilemeden hapisten çıktıktan sonra unutulup gitmiş birisi olacaktı. abdullah gül'ün bu yenilgisinin ardından, zaten pamuk ipliğiyle bağlı olan bağlar koptu ve yeni bir lider arayışı başladı.
o isim de zaten hazırdı. recep tayyip erdoğan. çünkü bülent arınç'ın, kendi deyimi ile hem o kadar parası yoktu, hem de kendisi bazı çevrelere hep sivri gelmişti. cemaat ve yenilikçiler ilk defa burada bir araya geldiler ve halk tarafından da sevilen, karizmatik, delikanlı imajı olan bir isim üzerinde kanaat getirerek, lider yaptılar. bu kişi, yani recep tayyip erdoğan, kitleleri sürükleyebilecek, hitabet yeteneği olan -güçlü demedim, olan dedim- ve gül'den daha çok cemaatin işine yarayacak bir isimdi.
ayrıca doğasında, amacına ulaşana kadar hep sakladığı bir çatışma ve kin vardı. o bir savaşçıydı. recep tayyip erdoğan'in geçmişteki bütün konuşmalarını inceleyin. insanlara saldırmadığı, aşağılamadığı, ötekileştirmediği tek bir konuşması yoktur. bu özellikleri onu bu savaşın komutanı yapmıştı. çünkü f tipi cemaat ve diğer islami cemaatlerin üzerinden bir 28 şubat dönemi geçmiş, hareket zayıflamıştı. cemaate katılım çok çok azalmıştı. artık cemaat radikal bir örgüt gibi görülüyordu. bütün o sevgi mesajları, cemaatin imajını kurtarmaya yetmedi. çünkü halkın daha çok gücendiği güç olan askeriye, bu adamlara karşıydı. bu durumda, cemaat için, davanın nihayete ermesi için askeri vesayetin bitirilmesi gerekiyordu.
f tipi cemaat her zaman için, erdoğan'in aksine ayrıştırıcı değil, birleştirici bir yapıydı. hocaefendi, barış manço ile de görüşebiliyordu, cem karaca ile de. bülent ecevit de kendisinden övgüyle bahsediyordu, alparslan türkeş de. partiler, ideolojiler üstü bir mesajlar bütün türkiye'yi kucaklayan bir anlayışla idare ediliyordu. buna rağmen, karşılarında kendilerini en büyük düşman olarak gören, cemaatin hep bir gizli ajandası olduğuna inanan, köklü bir askeri ve bürokratik vesayet vardı. cemaatin yetişmiş adamlarının devlet ve ordu içinde yükselmelerine fırsat vermeden kökten söküp atıyordu.
işte böyle bir ortamda bu canavarla baş edebilecek dirayette bir kişi savaşa başladı. cemaatin bütün yetişmiş insan gücü, savcısından hakimine, polisinden bürokratına hepsi bu savaşın kazanılması için erdoğan'in emrime verildi. 10 yılın sonunda da ergenekon, balyoz, amerikan keseri, 16-17 anahtar gibi darbe planları bahane edilerek aşamalı bir şekilde bu vesayet dönemi sona erdirildi.
fakat.
bu sırada cemaatin hiç istemeyeceği ya da öngöremediği bir şey oldu. recep tayyip erdoğan, hocaefendinin sevgi-barış-kardeşlik ekseninden gün geçtikçe çıkıyordu. her gün içindeki kin ve nefreti daha fazla açığa vurmaya, ülkeyi kamplaştırmaya, siz-biz ayrımı yapmaya başladı. bu durum cemaatin en tehlikeli ve istemediği duruma dönüştü. çünkü bir cemaat, örgüt, yapılanma vs. ne kadar maddi kaynakları olursa olsun, yeni jenerasyonu olmadan yaşamaya devam edemez. yani en önemli kaynağı, insan gücüdür, yeni nesildir.
tayyip erdoğan'in ötekileştirme politikaları yüzünden cemaate insan akışı, tıpkı 28 şubat döneminde olduğu gibi kesildi. çünkü bu sefer insanlar, cemaati, tayyip erdoğan'ın kişiliğinde, devleti yönetirken gördüler ve hiç istemedikleri bir savaşın tam ortasına düştüler. oysa bu kitlenin devletin düzeni ile ilgili bir sıkıntısı yoktu. lider olarak gördükleri kişi her gün, kendi ülkesinin insanları arasına düşmanlık tohumları atmak istedikçe, merkez sağ seçmende bir acaba sorusu belirdi. unutulmamalıdır ki bugün tayyip erdoğan'i iktidar yapan anap-dyp yani merkez sağ oylarıdır. bu kitle de asla ve asla şeriatçı değildir. evet muhafazakardır, dindar görünümlüdür ama asla şer'i bir düzen içinde yaşamak istemezler. bu kitlenin tek derdi, siyaset ile elde edecekleri çıkarlarıdır.
ne diyorduk. savaş. 2008 de cepheye taşınan bu savaş, 2013 yılında sona erdi. askeri vesayet bitti. türbanın hem kamuda hem de mecliste kabul görmesi de bu savaşın bittiğinin nişanesi oldu.
insan kaynaklarının kesilmesi, bütün türkiyeye mal olmak isterken tekrar öteki durumuna düşmesi vb. sorunlar cemaat tarafından bu savaş bitene kadar hasıraltı edildi. aslında ilk sinyaller hakan fidan'in ifadeye çağırılması ile veriliyordu ama çevresini göt kılları saran erdoğan bu sorunu görmedi ya da güç sarhoşluğundan görmek istemedi.
savaş kazanıldıktan ya da cemaat tarafından öyle nitelendirildikten sonra artık tayyip erdoğan, davaya yarardan çok zarar vermeye başladığı iyice açığa çıktı. çünkü artık savaş dönemi bitmiş, barış dönemi gelmişti. bu dönemde de her gün "acaba toplumla nasıl kavga edecek, hangi polemiği yaratacak" sorusunu sorduran bir lider yerine, daha ılımlı, ortamı soğutacak bir geçiş liderine ihtiyaç var. ve geçiş lideri kesinlikle recep tayyip erdoğan değil.
çünkü o bir savaşçı. kindar ve hırslı bir insan. asla ve asla kendine yapılan kötülüğü unutacak, bağışlayacak, toplumun hepsini kucaklayacak birisi değil. hani dünya lideri falan diyenler var... kardeşim o da bu tahtada bir taş sadece ve artık görevi bitti.
çevresini saran iktidar yandaşları ve dalkavukları yüzünden her gün gerçeklerden daha da uzaklaştı. bir yandan sağlık sorunları, bir yandan parti içi çekişmeler, bir yandan suriye meselesi derken hepten kayışı kopardı. bunun en büyük göstergesi de 11 yıllık iktidarı boyunca yedire yedire yaptığı şeyleri şimdi 1-2 sene içinde tepeden inme getirmeye çalışması. bu konuda hız kazanması. e bu durumda toplumdan aldığı tepki de aynı oranda katlanarak arttı. yani kaynayan kurbağa deneyinde, erdoğan suya bir anda öyle büyük bir ısı verdi ki kurbağa tencereden zıpladı.
artık hem parti içinde hem de okyanus ötesinden gelen tepkilerden de gördüğümüz kadarı ile türkiye'nin yeni döneminde kendisine yer yok. düşünün ki parti içi kongresinde yaptığı konuşma, iki milletvekili tarafından kaydedildiği için sonradan çıkıp yalanlayamadı. başdanışmanı bile yalanlamaya kalktı ama o bu istihbaratı aldığı için geri adım atmadı ve kazanının altına kendi elleriyle odun atmaya devam etti. o da bu iktidarı bırakıp gitmek istemiyor. düşman dışardan olsa, alt edilmesi çok kolay onun için. fakat bu sefer düşman içerde. yıllardır dost bildikleri, beraber yürüdükleri artık ona bırak git diyor.
bu süreç içinde siki tutan yine biz halk olacağız. ondan şüphe yok. ya bir ekonomik kriz patlayacak ya da başka bir şey olacak. ama her halükarda gaminzoyu yine biz avuçlayacağız. kesin bilgi yayalım. çünkü cemaatin ya da bu süreci başlatan kişilerin derdi, demokratik bir türkiye değil. iktidar savaşı. anlaşıldı ki onların planı daha uzun süreli ve artık ayaklarını biraz gazdan çekmeleri gerekiyor. eğer bu hızda ve erdoğanla devam ederlerse, duvara çarpmamaları imkansız. tırnakları ile kazıya kazıya kazandıkları zaferleri, tek bir adamın egosu uğruna heba etmek istemiyorlar. artık savaşın değil barışın, kin-nefretin değil sevginin, kamplaşmanın değil, birleşmenin olduğu yeni bir dönem istiyorlar.
yeni dönemin lideri de toplumda oluşan bu kamplaşmaları aşacak, insanları yaklaştıracak ve cemaatin tekrar sevimli görünmesini sağlayacak bir lider olacak. bunun için tayyip erdoğan'in tasviye süreci başladı. bu süreçte, cemaatin ilk hedefi hedefi istanbul'u akp'nin elinden almak. erdoğan'in karşı planı ne bilmiyorum. fakat bu savaşın en önemli kalesi istanbul. eğer mart 2014 seçimlerinde sarıgül istanbul'u alırsa, tasfiye süreci inanılmaz derecede hız kazanacaktır. dondurucuda tutulan merkez sağ liderlerine partiler kurdurulması muhtemel. hatta ve hatta sarıgül'ün bile chp'den ayrılıp cemaat destekli bir oluşuma gitmesi beni hiç şaşırtmaz. çünkü dediğim gibi akp'yi iktidar yapan merkez sağ, anap-dyp oyları. bu seçmen tipi de boğazına kadar makyevelist olduğundan çıkarı ne taraftaysa oraya oy verecektir. eğer erdoğan'in zayıflayıp, başka bir adayın yükseldiğini görürlerse direkt olarak oraya kayacaklardır. nazlı ılıcak, mehmet barlas gibi isimler durduk yere bu kadar açık saf değiştirmez. bu da başka bir gösterge.
sonuç olarak demem o ki, cemaat tarafından, daha ılımlı ve birleştirici bir liderin önünü açmak için başlatılan süreçtir. kemalist cumhuriyetin en büyük hatası sürekli kendine hayali düşmanlar üreterek, savaş ruhunu canlı tutması ve orduyu her daim güçlü kılması oldu. savaş olmadıkça da savaşçılara bu kadar güç vermenin anlamı yok. cemaat bunun farkında ve savaş zamanı savaş liderini, barış zamanı ise barış zamanı liderini sahaya sürmesi gerektiğini biliyor. savaş yoksa orduya ve saldırgan komutanlara da gerek yok. işte bu nedenlerden dolayı önümüzdeki günler ve yıllarda çok çok ilginç olaylar bizi bekliyor olacak. eğer sarıgül istanbul'u alabilirse asıl tantana o zaman başlayacak....
ama yine avuçlayan biz halk olacağız. ondan şüphe yok.
son yıllardaki "inşaat ya resulullah" rüzgarından aldığı gazla, arz-talep eğrisinde talep yönünde bükülmeler olan mühendisliktir. bir zamanlar da petrol-doğalgaz mühendisliği böyle gizli santrafordu. alttan alttan bayağı yükseltmişti taban puanlarını. lakin şimdi maden mühendisliği ile aynı seviyeye geldi. matematik mühendisliği de düşen değerler arasında.
temel mühendislik dalları içinde yani makine-elektrik-inşaat içinde böyle kötü durumlar yaşanmaz. yani kalkıp da harita mühendisliği, hiç bir zaman inşaatın taban puanını geçemez. fakat görülüyor ki inşaat, böyle giderse makineyi tahtından edecek ki zaten bazı okullarda etmiş bile. talep yönünde müthiş bir artış var. kontejyanlarda da aynı oranda bir artış. ben 2006 yılında 16bin küsürüncü olarak ilk yirminin içinde girmiştim. şimdi bakıyorum da ilk 100 de giremiyorum bölüme bu sıralama ile.
bunun nedeni de ali ağaoğlu-sinan çetin ikilisinin bok yemesi tabi. ayrıca sanırım bölüme giren genç arkadaşlar, mezun olduklarında über kurumsal yapılı türk inşaat firmalarında "müyendiz bey" olarak çalışacaklarını hayal ediyorlar. mutlu bir azınlık bu emeline ulaşacaktır mutlaka. geri kalan çoğunluk içinse kötü haberlerim var.
tünelin bu ucu bombok bir yere çıktı. bizim meslekte kurumsal yapı diye bir şey yok arkadaşlar. var ama yok. türk firmalarının bildiği tek kariyer sistemi, istifa edene kırmızı kalem çekmek, kalana da -özellikle şantiyeciye- ölene kadar mokoko. tabi bu ana taşeron-alt taşeron firmalar için geçerli. gerçekten ana firma rolünü üstlenen firmada ya da kontrol firmasında işler bambaşka. yurt içindeki firmalarda başat olanlar dışında hepsi zaten taşeron. işveren olsa bile taşeron. ruhlarına işlemiş. yurtdışında da ana taşeron ya da alt taşeronlar. ana firma olarak çalışan ben tek bir firma biliyorum. ona da girmek torpilin torpilini gerektiriyor. bu durumun sonucu olarak da kurumsal yapının k si olmuyor. bütün o chartlar, yönetim şemaları, titlelar falan hepsi yalan. gerçek olan şey ne kadar betonu ne kadar zamanda döktüğün ve proje yönetimi ile olan ilişkilerin.
bir acı gerçek de ofis-saha ayrımıdır. öncelikle, bizim mesleğin mutfağı çok önemlidir. büyük konuşuyorum, sahaya çıkmamış, götüne beton değmemiş adam inşaat mühendisi sayılmaz. çok etkili program kullanabilirsin, ordan burdan bir sürü sertifikan olabilir, maussuz excel de kullanabilirsin. ama sahaya adım atmadıysan, ekip yönetmediysen, adam dağıtmadıysan, "taylot" "pileymüt" "şefim" "bak teli" "10 luk çivi" "kalıp açtı" "pompa şapı" gibi kelimeleri duymadıysan, "vibratör" senin için hınzır bir oyuncaksa, "konfektör" ü görürsem bomba sanıp karakola götürürüm diyorsan kusura bakma kardeşim sen yarım bir inşaat mühendisisin.
fakat saha ve ofisin bu kadar keskin çizgilerle ayrıştığı başka bir sektör var mıdır bilmiyorum. sanırım da yoktur. bir sektör düşün ki, sahada çalışanı yeri geldi mi katillerle, en iyisi lise mezunu olan bir kitle ile, "bizim oğlan da bir baltaya sap olamadı biz de inşaata verdik çalışsın" mantığı ile işçi olmuş yığınlarla çalışırken, ofiste çalışanı genel müdürlerle toplantıya girsin, ceolara sunum yapsın, milyonluk hakedişlerle uğraşsın. yoktur galiba. benim işçilerim arasında adam vurup aşiretten kaçıp yurtdışında çalışan vardı. ordan biliyorum. adamın sallamadığını da google amca sağolsun söyledi. fakat gel gör ki adam "şefim" diyor başka bir şey demiyor. zerre saygısızlık yapmıyor. bu ayrı konu. olayın vehameti açısından anlattım.
sahanın bir kötü yanı da belki de en kötü yanı alışkanlık yapıyor amk. şefsin lan. altında emrine amade bir tabur adam var. 250 kişilik ordum vardı bildiğin. hepsinin elinde keser-pense vur de vuralım öl de ölelim şefim modundalar. şurayı yapın diyorsun, bir bakıyorsun 6-7 saate orda bir şey oluşmuş. sıfırdan. vincler, jcbler, bobcatler falan da cabası. bildiğin büyük büyük oyuncaklarla yok olan bir projeyi sıfırdan var ediyorsun.
saha demek beton demek. beton döktüğün kadar iyisin. ama gel gör ki sahanın yani şantiyeciliğin bir sonu yok. aylık geliri 40.000 dolar olan 65 yaşındaki proje müdürü de sen de sabah 5 te fırıncı gibi kalkıp 6 da mesaiye başlıyorsunuz. ben olsam "götüme mi sokayım 65 yaşımda o kadar parayı amk." derim. ama onlar demiyor. ayrıca "65 yaşıma gelmişim niye sabah 5 te kalkıyorum? daha kaç sene yaşiycam ki" gibi soruları kendilerine sormuyor managerlar. hayatları iş olmuş. insanlıktan çıkmışlar. başka bir açıklaması yok. "ölecem lan ölecem kaç yaşına geldim" demiyorlar. ölseler cenazeleri pompa başından kalkacak. çünkü hayatları boyunca böyle çalışmış ve o makinenin bir çarkı olmuşlar. şantiye dışında bir hayatları yok. zaten günde 14-15 saatini harcıyorsun şantiye için. 12 saat iş, 1 saat işe geliş, 1 saat eve dönüş. 7-8 saat de uyusan sana kalıyor 1 saat. 1 saat lan... 1 saatte ne yapabilirsin ki. "hayatın iş oldu uyan hemşehrim" diyecek fırsatın bile olmuyor kendine. yanlış anlaşılmasın bu şartlar gece vardiyası olduğu durumdadır. eğer gece vardiyası yoksa, yani işi gece devredeceğin ekip yoksa, mesain 15-16 saate de uzayabilir.
"adam ölür beton durmaz" diye bir laf var ve doğru. adam öldü beton durmadı. adamın ölüm sebebi de aylık maliyeti 1000 dolar olan bir çözümdü. neyse. ama o çözümü yönetime anlatamıyorsun. çünkü sahada kaldıkça git gide o beğenmediğin kalfalara benzemeye başlıyorsun. şantiyedeki iş zaten maksimum 6 ayda öğrenilir. geri kalan hep aynı. kalıbı çak, demiri bağla, kalıbı kapat, beton dök. sana bundan fazla sunacağı bir teknik gelişme yok. yeni mezun mühendisler de bu iş için yani üniversite mezunu formen olmak için biçilmiş kaftan.
güzide türk firmalarımızın hiçbiri de sana elle tutulur bir kariyer fırsatı sunmuyor. yani adamın olduğu ölçüde ilerliyorsun ya da olduğun yerde kalıyorsun. vallahi söylüyorum, seni 20 sene sahada tutar sen istedikten sonra. hiç de bir şey demez ki "ya evladım senin başka kariyer hedefin var mı?" ya da" bak seni bu şantiyede kısım şefi yaptım bi dahaki şantiyeye de kısım şefi olarak gelebilirsin." demezler ki "bak seni izledim senin aslında şu alanda daha çok yeteneğin var oraya geç" hiç umutlanmayın. bütün rütbeler, terfiler, iltifatlar geçici. bir sonraki şantiyeye saha mühendisi olarak da gidebilirsin. çünkü yeni mezun çok. adamın sana ihtiyacı yok. genç yeni mezun taş gibi delikanlılar-kızlar var. şantiyeye geldiğinde de en fazla 1-2 aya verimli çalışmaya başlar zaten. bunu bildikleri için türk inşaat firmaları "100 kişi getiririm 5 tanesini kazansam bana yeter" düşüncesindeler.
peki kurumsal yapı neden bu kadar önemli? neden onsuz olmuyor? anlatayım.
saha ofisimde yan masamda oturan mühendis arkadaş amerikan menşeili bir firmada çalışıyordu. ilk etapta aklıma gelen artılarını sayayım:
-her şeyden önce kendi kurumsal yapıları içinde ilk 5 yılda kendi isteği doğrultusunda saha-ofis arası rotasyon imkanı. yani sen kalite kontrol mühendisi olarak mı geldin, bir sene, 8 ay neyse artık çalış, sonra seni başka bir departmana da alırız, orayı da görür öğrenirsin mantığı. kısaca "adam yetiştirme". işte bu bizim firmalarımızda ucuz mühendis iş gücü nedeni ile olmayan bir şey. şu anki bütün firmalar mc donalds gibi kullan-at tarzı mühendis çalıştırıyor.
-kurumun sunduğu online eğitimlerdeki başarılara göre yıl içinde ingiltere ve/veya amerika'da bir haftalık eğitimler. bütün masraflar karşılanıyor tabii ki.
-haftada 1 gün tatil ki ben iki haftada bir yapıyordum. biz iki haftada bir izne çıktığımız için onlar da biz çalışırken işe gelmek isterlerse o geldikleri tatil günü için dönemlik -----dönemlik izin -dönemlik diyorum az sonra anlatıcam- dışında extra izin hakkı.
-4 ayda 20 gün izin. bizde 6 ayda 15 gün, o da verirlerse. "aman döşemeler başladı" "aman ince başladı gitme" "vay iş bu durumdayken izin mi olur" şeklinde bir sürü safsata ile uğraşmaca. adamlara desen ki "abi kanser oldum kemoterapiye gitmem lazım" "son iki döşeme kaldı onları da dök öyle git" diyecekler neredeyse. neyse. diğer izin hakları ile de birleşince 4 ayda 26 gün izin hakkı.
-yılda 6000 dolar daha fazla maaş. birim saate vurduğunda tablo daha da üzücü bir durum alıyor. sen ayda 340 saat çalışarak 500 dolar daha az alıyorsun hesap et artık...
-en önemlisi de kendini kullanılıp atılacak bir çöp gibi değil, hedefleri yolu olan önünü gören bir yönetici adayı olarak görüyorsun. bir title'ı aldın mı onu bırakman kolay değil. önünü görebilmek kadar insana güven veren bir şey yok meslek hayatında. kurumsal yapı olmayan yerde mevsimlik işçi gibi şantiyeden şantiyeye sürükleniyorsun.
-kurumsal yapı olduğu zaman yöneticilerin de kaliteli oluyor. türk inşaat projeleri doğal bir elek. idealist, genç mühendisler "vay ananı skiim nereye düştüm" deyip kendini kısa zamanda sahadan sıyırıyor. doğal seçilim gereği de sahada kalanlar genel olarak -zorunluluktan kalanları tenzih ediyorum- aslında işe zarar veren, başkasına iş kitlemeyi iş yapmak sanan, şark kurnazı, egoist, işten zerre haberi olmayan, yarrak kürek adamlar oluyor. yani adamın yönetici olmasını sağlayan tek özelliği 82843923 senedir sahada olması. kurumsal yapıda belli şartları sağlamadıktan sonra 76985698689 sene de sahada olsan yönetici olamazsın.
bu acı örnekleri daha da çoğaltabiliriz. benim genç mühendis arkadaşlara geleceğe yönelik tavsiyem kesinlikle ofis. diyeceksin ki "ofisçi neden iyi"
-ne demiştim az önce. adam ölür beton durmaz. bayramda seyranda ofis tatil yapar, sahacı yapamaz. ofisçinin tatili tatil başlamadan 5 gün önce peşinen ilan edilir. ofisçi güzel rezervasyonunu yapar, biletini ucuzdan ayarlar tatiline gider gelir. sahacıya da tatil verilecekse son gün mesai bitmeden 15 dakika önce duyurulur ki bir yere gidemesin, tatil dönüşü yorgun olmasın aynı tempo devam etsin.
-ofiste mesai 8 de başlar ama 8:20 den önce gelen pek bulunmaz. işte çayıydı kahvesiydi, poğaçasıydı derken 9 olur. e tabi bi sigara içilir. 9:30 olur. saat 10 gibi maillere bakılır. gerekli mailler gerekli yerlere fyi, fya acil gibi kodlarla yollanır, saat 11 olur öğle yemeği moduna girilir... sahacının ise gece 4 te başlayan ve sabah devralması gereken betonu vardır. kahvaltı bile etmeden, işi dağıtmaya fırsat olmadan geceden kalma pompa eline verilir devam et denir. öğle arası beton devam ederse, yemeğini betonun başında yer. geç kalma gibi bir lüksü yoktur.
-her fırsatta 3. sınıf adam muamalesi görür sahacı. aldığı maaşın senin döktüğün betondan geldiğini idrak dahi edemeyen bir sürü andavalın saçma salvolarını elbette savuşturursun fakat moral bozar.
-proje müdürleri bundan 20 sene öncede kalmışlardır. hepsi çok değerli çok kıymetli tecrübeli insanlardır. fakat geneli yeni inşaat sistemindeki ofis-saha koordinasyonunu bilmez. onun bildiği tek iş sahaya basmaktır. ofise baskı yapamaz çünkü o işi bilmediğinden, bilmediği bir konuda kimseyle tartışmaya girip otoritesini sarsmak istemez. her koşulda günah keçisi, saha ve sahacıdır.
-sahada yapılan imalattaki hata kalıp açılır açılmaz göründüğünden fırça yeme süreci daha hızlı ve kesindir.
-sorumlu olduğun yüzlerce adam senin yumuşak karnındır. "sikerim böyle işi" der gidemezsin. akşam her biri otobüsüne binip kampına gitmeden sen sahadan çıkamazken, ofisçi 1 saat de erken gider 2 saat de...
-yani kötünün iyisi. yine seni kazanmak gibi bir dert yok fakat bu sistem içinde kafayı yemeden, motoru aşındırmadan barınabileceğin ve daha mutlu olabileceğin bir alan.
evet... bu ahval ve şerait içinde dahi vazifesi beton dökmek olan sahacının yukarda da saydığım gibi ne kariyer açısından ne de bir süre sonra mesleki tatmin açısından çıkar yolu yoktur. lanet olsun ki emir vermek ve "şef" olmak bağımlılık yapar. bu yüzden insanlar sahadan kopamaz. bir de şanslı iseniz yani kalfalarınız iyiyse ve proje çok "bas bas bas" biri tarafından yönetilmiyorsa daha rahat çalışırsın. ama sonuçta yine sahadasın ve olaya çok dar bir açıdan bakmaktasın. oysa ilerde proje müdürü olmak istiyorsan, satınalmadan, şantiye kampının kurulumuna kadar hakim olman en azından bir fikrin olması lazım. saha seni sadece köreltir. bakış açını daraltır. beton dökmek değil olay. o beton bir şekilde dökülür. önemli olan işi almak, ihaleye girmek, teklifleri hazırlamak. savaşacak asker her zaman bulunur. önemli olan savaşacak yeri belirlemek, doğru ekipmanları ve stratejiyi belirlemek...
biz çılgın türklerin bir özelliği de -ki bu özelliğimiz nedeni ile inşaat sektörünün lokomotifi olmuşuz- işi babamızın işi gibi sahiplenmemiz. duygusal çalışmamız. işe duygusal bağ kurup, işi varlık nedemiz olarak görmemiz. böyle olunca da işimize laf edildiğinde anamıza bacımıza sövülmüş gibi hissediyoruz. oysa bu profesyonel anlamda çalışmak değildir. biz türkler çalışmayı bilmiyoruz. kısa vadelerde verimli çalışıyoruz sonra pertimiz çıkıyor. işe başladığımız ilk 4-5 ay deli gibi yardırıyorsun da sonraki 7 ay grafik devamlı düşüyor. yani arabayı sürekli yüksek devirde kullanıp vites büyütmüyoruz. noluyor böyle olunca. motorun amısını sikiyoruz. çarkların dişlilerin amcuğuna koyuyoruz en güzel tabiri ile. oysa o bu motor bize bir projelik ya da bir dönemlik değil, bir ömür boyu lazım. bunu unutmadan, gerektiği yerde gaza gerektiği yerde frene basıp, gerektiği yerde vites büyütüp öyle çalışmak lazım. sen bize lazımsın şefim unutma... neyse...
bu kadar yazdın da ne demek istiyorsun dersen... en az 1 en fazla 3 şantiye sahada çalışmalısın dostum. çalışmaktan kastım da projeyi tamamlamak. mobilizasyondan, demobilizasyona uzanan süreçlerin görebildiğin kadarını görmelisin. fakat sahacılığa alışmamalısın. sahada yani mutfakta işin temelini aldıktan sonra, organizasyon, insan ilişkileri, şov -ki inşaatta en önemli şey şovdur-, öğrendikten sonra deneyimlerini teklif, maliyet kontrol, planlama vb. alanlara aktarıp klimalı ortamda kahveni yudumlarken sahada beton döken şantiyeciye bakıp "hayırlı betonlar şefim" demelisin. bu sırada götündeki beton izleri sızlayabilir. fakat onlara inanma. sahada kaldığın müddetçe yarrak kürek bir insan olma yolunda ilerlersin. on numara muhabbetin olur, çevren geniştir falan filan. ama bunlar hep aldatmaca hep o dünyanın tatlı yanıdır. sahaya her zaman adam bulunur fakat iyi yetişmiş bir ofisçinin yeri kolay dolmaz. unutma. tekrarlıyorum. önce mutlaka saha, sonra mutlaka ofis.
comsume-obey-die çerçevesinde geçen anlamsız hayatlarımıza, occupy-resist-die ile anlam katan kişi. kendisine teşekkürü borç bilirim. son 15 günde yeniden kendimi bir insan, bir birey gibi hissediyorum. işe yaradığımı iyiyi güzeli savunduğum için vicdanımın arındığını hissediyorum.
teşekkürler büyük usta. sen olmasaydın daha eksik bir insan olacaktım. direniş, dayanışma, öfke benim için hep havada kalacaktı. artık hepsinin yeri, anlamı var. uzun bir aradan sonra ilk defa kendimi 26 yaşında hayatı kaçırmış birisi gibi değil de, hakkını sonuna kadar savunmasını bilen bir birey, fikri hür vicdanı hür bir insan olarak görüyorum...