yaşayan yaşlanır, yaşamayan eskir, sözüyle tanımlanabilecek, günümüz yaşantısının insanı sevkettiği bir tür öznesizlik, olarak tanımlanabilecek durumdur.
Oldukça ufuk açıcı haberlerdir. "burası Türkiye" dedirten çeşitlilikte ve renklilikte haberlerdir. örnek: Ak parti izmir milletvekili rıfat sait'in facebook hesabını ele geçiren kişiler rıfat sait'in arkadaşlarından kontör istemişler. Arkadaşları "milletvekili maaşı yetmiyor mu, niçin kontör istiyorsun" diye şaka yapınca durum ortaya çıkmış.(ntv haber)
Gözün,görülmenin günlük yaşantıda bir tahakküm yarattığı durumun sonucunda söylenmiş sözdür. Görülmemenin tek yolu görmemek. ya da hep meşgul olmak. hiç fotoğraf vermemecesine bir meşgale içinde olmak.
evde olup olmama durumlarına göre haftasonunuzu nerede geçireceğinize karar vermenize neden olan, dışarda yaşayan insanlardır. genelde sigara ,içmeye derken çıkarlar balkona ve orda kalırlar, uzun yaz geceleri boyunca... bütün hayat hikayelerini öğrendiğiniz komşularınızdır. bir de sürekli kavga eden ve bağıran insanlarsa haftasonu mesaisine çağırılmalarını canı gönülden istersiniz...
her gün çocuğunun kreşini ya da okulunu ararlar. ne yiyip içiyor,ne yaptı. şu öğretmen nasıl,bu öğretmen nasıl. özgeçmişini soygeçmişini araştırırlar öğretmenlerin. yetmedi günde iki kez öğretmeni cebinden ararlar. müthiş doğum günü organizasyonları... "sınıfında herkesi geç, performans ödevin hepsininkinden iyi olsun... " diye nasihatlar verirler....hep endişe ve kaygı içindeki genelde çalışan annelerdir. üzüldüğüm anne babalardır. çocuklara büyük sorumluluk yüklemiş olurlar. dünyanın en önemli kişisi olmak ağır bir yüktür.
bazen insanı kulak kanseri edecek kadar uzunca anlatır anlatırlar yeni kredi kartının nimetlerini. ballandırır, ballandırır, ballandırırlar... meğer ben neymişim... dedirtirler insana... ama, gerçeği değiştirmeleri pek mümkün değil. başkaca banklar hep daha önce hayal çıtalarını kurmuş ve çoktan tek tek gün peteğimizi doldurmuş olurlar... her gün nerede ne yapacağımızın hesabı vardır. ne yediğimizin belki de... ne markalar giydiğimizin... tc numaramız bütün bankalara kapımızı açan bir anahtardır... kimi zaman bir türlü gitmek bilmeyen...
amaçsız hareket etmek, yani ortaya bir iş çıkarmaksızın yorulmak, bizim kültürümüzde olmadığı için,zorlandığımız mekanlardır. Belki de zeytin toplamaya gitmeli...
Pek burada değilim hep burada olduğum için…
Bu gün bana araba çarptı ve kimse dönüp bakmadı. izmir, metropol, bu gün bana araba çarptı, şoför arkasını dönüp bakmadı. Yalnızca bej burnunu hatırlıyorum arabasının. Hızla omzuma çarpan, ayağımın üstüden geçen iç organlarımı üzüm cingiliymiş gibi asılı oldukları yerden bir iki sallayan, ağzımda metalik bir tat bırakan bej bir burun. Hızlı bir burundu, nefes alıp vermekte güçlük çekiyorum. Dalgındım, evet. Şehrin her geçen gün artan kirli gürültüsünü duymamak için kulağımda kulaklıkla karşıya geçiyordum. Dalgındım, duymuyordum, evet suçluydum. Kafamı karıştıran yalnızca bir araç kullanıcısının bir insana çarpıp çarpmadığını hissedip hissetmediği. Hissetse dönüp bakardı. Tuhaf olanın birazı da şu: peki ben oturup ağladığımda niçin karşıdan baktılar o adamlar da gelip iyi misin demediler. Belki baktılar da görmediler. Giderek görmeyen, duymayan bir toplum oluyoruz… Sabah mahmurluğu diyorlar… Ne bitmek tükenmek bilmez sabah mahmurluğu… Eskimiş günaydınlarla yıkanan yüz örtüsü sabahlar, öğleye kadar ayılamadığımız sabahlar… toplu taşıma araçlarında üst üste, yığın yığına… Henüz birbirimize ayrılamadığımız sabahlar… uykumsu bir loşlukla başlayıp devam ediyor. Sonra uykuların organik anahtarları kahveler, klavyeler, frenler, kahveler, haberler, frenler, klavyeler, sigaralar… Büyük bir dalgınlığın battaniyesi altında iç üşümelerimiz. Belki de durmadan kelimeler giydiriyoruz sözcüklere ihtiyaç duymayan rol kabuklarımıza… rol kabuklarımız; yaya, sürücü…
Hep başka bir şey aklımızda ama hep buradayız. Şimdi şimdi anlıyorum dijital yaşantıların nasıl somut mekânlarda bir karmaşa yarattığını. Daha çok düşüncelerin uzamlarındaki mekânlarda yaşayan insanlarsanız, internette mekân duygusu veren sosyal ağlar zararlı. Bütün olmakları birbirine karıştırıyor. Müzikse başlı başına sevimli bir hayalete çevirebilir sizi ve somut dünyanın zaman zaman hoyratlaşan kuralları değişmez.
insan çarpmalar karşısında kalp olarak kırılır, beden olarak patlar, ruh olarak taşar…
Sürücü çarptı ve kaçtı. Neyi sürüyordu acaba… Belki de ümitsizliğinin izini sürüyordu… Ümitsizliğin izini sürmek. Kendini bırakmak. Kendini salmakla bırakmak arasındaki kararsız ayrım… Salmak olumlu gevşeme, salmak, çok fazla düşünmemek, rahatlamak… Bırakmak olumsuz gevşeme… Bırakmak, kendinden gideni önemsememek… Yere bırakılmış bir makara gibi ufuk çizgisinden kaybolup giden güneş gibi tükenişini izlemek çarpıp kaçtığın kişinin… tek fark o güneş ertesi sabah doğmayacak olabilir… Dalgınlık ve dal kırmak…
Trafik kazaları; iki insan arasına; sürücü ve yaya; giren metal yığınları taşıtlar. Duyarlılıkların metallerde iletkenlik özelliği yok mudur nedir, unutuyor çoğu zaman araçtaki kişi çarpıp kaçtığını…
Bu gün bana araba çarptı ve şoför dönüp bakmadı. Pek orada değildim hep orada olduğum için. Bir gün önceden bu çarpmayı önsezileten yegâne cümlem bu oldu. Düşünüyorum da trafik kazalarının çoğunun nedenini özetleyen bir cümle bu: “pek burada değilim, hep burada olduğum için” Her gün gelip gittiğimiz yollardır bize güven veren, hep orada olduğumuz yollar… Bu yüzden arada bir pek orada olmadığımızı önemsemeyiz bu güven duygusuyla… Ya da işte her neyse… Tek bildiğim duyarlılık konusunda artık insan için kullanılmayacak bir sözcük kullanmak istediğim: Yalıtkanlık! Duyarlılık yalıtkanlığımız giderek azalmış. Ses geçirmez odalarına gömülmüşüz içimizin. Hem yayalar, hem sürücüler. Kimse o bizim dışımızdaki karelerdekiler, bütün kötü şeyler onlara oluyor nasılsa, bizden uzakta. Dünyanın en korkunç ölümü bu olsa gerek; yaşayan bir varlık olan kendi bedenine gömülmek! Mezarlıkta gezmekten daha korkutucu olan bu işte; mezarlarıyla gezenler arasında yürümek!
Sussam iyi olacak diyorum ama bir tuhaflık var. Örselendim. Her şey sabah vapuru kaçırmam yüzünden başladı. Bütün büyük gemi kazaları bir yana, insanı en incitmeden gideceği yere götüren taşıt, vapur diye düşünüyorum. Nazlı nazlı gidersin denizin üstünde… Dalgınlığın dalgalarda güvendedir; düşlerin güvertede… Şiir de yazdıysan, vapur iskeleye yaklaşırken, loğusa narinliğinde mim sessizlik eşiğinde şafak gözleriyle oynaşırsın küçülüp cebine giren güneşceğizin… Düşünce dizgeni bozmaz hiçbir martı, balık… Bütün bir sabahla başlarsın güne… Kırpılmamış, yollarda savrulup atılmamış…
Bütün trafik kazalarından sonra savaşları düşünüyorum. insanın aynı zamanda ruhsal bir varlık olduğunun ayırtına varmayan o büyük savaşları… Bir savaşın ortasında örneğin, kimse çantasından bir ayna çıkarıp kaz ayakları için krem sürmez… Oysa yaşlanmak en insani yanıdır yaşamanın. Ve savaşlar olmazsa yaşlanabiliriz... Trafik ölümlerinin de dahil olduğu savaşlar… Çünkü en ilkin, şimdi giderken, diyorum bunu, insan kendine olan küskünlüğüne bir dur demesini bilmezse… işte ilk çıtırtı burada. Savaşları başlatan… Mutsuz bir insan. Kin tıkar bütün sevecen gözenekleri… Büyüklük, bizden geleceğe kalmasını dilediğimiz büyüklük su gibi duru olması kendimizle aramızın… Aramızdan su sızmaması… Çünkü diğerlerine yansıyacak olan da bu barışıklık duygusu…
her türlü şeyi, hiç alakaları bulunmayan şeyleri dahi merak eden kişilerin muzdarip olduğu hastalıktır. sonunda biriktirdikleri bunca kişisel ötesi, bilgi çöplüğü ile ne yapacaklarını bilemez, dedikodu yaparak boşalırlar...belki de yeni merak iştahlarına yer açmak için... kim bilir...
posta kutusuna tünemiş bir güvercin görmüşsünüz gibi mutlu eden insandır. duygu ve düşünce yoğunluğunun yarattığı dolaşıklığı ancak kağıdın ve kalemin samimiyeti ile tarayabilen insandır.
yağmur duumuna göre delikleri irileşip küçülebilen fantastik bir şemsiyedir. yağmurda ıslanmayı sevenler, ancak toplumsal baskı yüzünden şemsiyesiz gezemeyenler için tasarlanması önerilir.