misafirperver türkiye halkının linç etmek üzere köşeye kıstırdığı Suriyeli mülteci yüzler gözümün önünden gitmiyor. aralarında bacaklarına sarılmış, titreyen çocuklar var. dua ediyorlar ve gözleri öyle korkmuş öyle kocaman ki... bir siyaset, bir ideoloji, bir millete bir insan topluluğuna bu denli insanlığını unutturabiliyorsa yerin dibine batsın o. zavallı insanlar şimdi sokaklarda bu vahşi yığına kendilerini biraz olsun sevimli gösterebilmek için çiçek dağıtıyor. sırtlarında "teşekkürler türkiye" yazısıyla.
ne için teşekkür Türkiye'ye? açlıktan, ölümden, parça parça havaya savrulmaktan kaçarak geldiğiniz topraklarda her gün itin götüne sokulduğunuz, aşağılandığınız, hiçbir yerde istenmediğiniz, insan yerine koyulmadığınız, linç edilmeye çalışıldığınız için mi? sizi öldürmesinler, linç etmesinler, hiç değilse sokaklarda sürünmenize izin versinler diye mi? bu benim ülkem mi ya benim doğup büyüdüğüm ülkenin insanları mı bunlar?
bir savaşın tam ortasından kaçarak hiç bilmediğiniz topraklarda olanca masumiyetinizle köşeye kıstırılmış linç edilmeye çalışırken bulun kendinizi bir gün. bacaklarınıza çocuklar sarılmış olsun, onları da kendinizi de kollarınız bacaklarınız çekiştirile çekiştirile, beyninize tekmeler yiye yiye ölmekten nasıl kurtaracağınızı bilemeden korku içinde dualar mırıldanın elleriniz semada. her yere fazla gelin. hiç kimse hiçbir yere sığdırıp yakıştıramasın sizi. belki o zaman insanlığa dair biraz bir şeyler hatırlarsınız. amin.
tüm böcekler içinde en büyük beyin ağırlığına sahip hayvanlardır. akciğerleri yoktur. mideleri iki adettir. günde yedi saat uyuyan türleri vardır. ömürleri 45 ile 60 gün arasındadır. yani kendileri için çalışmazlar, tabiattaki görevlerini yerine getirirler. kraliçe karınca yıllarca yaşayabilir. koloni nüfusu yüz binleri bulabilir. her bir karıncanın görevi vardır. işçi karınca yiyecek bulduğunda özel bir koku salgılar, yuvanın diğer karıncaları kokuyu takip eder. karınca kendi ağırlığının 20 katını taşıyabilir. yeni bir yiyecek bulana kadar eski iz üzerinden giderler. karıncaların baş düşmanı insanlardır. insanlar yaşam alanlarında karınca görmek istemezler ve kimyasallar da doğadaki karıncaların yok olmasına sebep olmaktadır.
araştırmalara göre karınca türünün yok olması halinde yeryüzündeki hayat en fazla 10 yıl sürebilir. işte size öğrendiğinizde ufkunuzu iki katına çıkaracak birtakım şeyler ve bilgi içerikli bir entry. ne olacak? hiç. yolda karıncaları eze eze yürümeye, evde zehirleye zehirleye öldürmeye devam edeceksiniz. hatta birçoğunuz bunların canlı varlıklar olduğunun dahi farkında değil.
arada bir olur. o değil de, nasıl ciddi soru bekliyorum beni bi görseniz. "trolleri def edelim mi? yönetimden memnun musunuz? üyeliği zorlaştıralım mı? uludağ sözlük'ü nasıl buluyorsunuz? iki kez silik yiyen başka nickle de gelemesin mi?" vs. arttırabiliriz. bunun üzerine nick değişsin mi sorusunu görünce olsa da olur olmasa da olur diyor insan. sen bilirsin zall. sen bilirsin deyince kavga çıkmazmış.
tek sorudan oluşan tek bir ankette birden fazla sonuç beklendiğine delalet eden cümledir. sonuçlar ne olacak değil, sonuç ne olacak olmalıydı. çünkü, tek bir anket var. katılımcı sayısı birden fazla olsa da anket tek. üstelik ankette tek soru var. anlıyor musunuz? sonuçlar olabilmesi için birden fazla anketten bahsetmek gerekirdi. ama anket tek. soru da tek. yanlış bir ifade yani. tamam gidiyorum.
edit: tam anlamıyla benim arkadaşlar. problem ne anlayamadım. sahiden yanlış bir ifade bu. ciddiyetten patlamamız mı lazım ille?
hakkın rahmetine kavuşmuş olan sanatçı. sanatçı mıydı bilmem ama diye başlayan yorumlar yapıyorlar. üzülüyorum. murat Göğebakan sanatçı değildiyse, değilse kim sanatçı? hiç dinlediniz mi televizyonda, kral tv'de kulağınıza kulağınıza sokulan şarkılarından başkalarını? yorumuna kulak verdiniz mi sahiden? kalbinizle, hissetmek isteyerek. yani tarzı tarzın değilse bile etkiler o kadar söyleyeyim. ben otorite değilim ben sadece çocukluğundan beri murat Göğebakan'ı seven, dinleyen, anlayan biriyim. sesinde hayatını görüyorsun adamın. kalbini görüyorsun. yorumunda kendini görüyorsun. dinlerken yalnızca sana söylüyor sanki. ya da bana öyle geliyor, bana öyle geliyorsa da iyi ki öyle geliyor. kör öldü badem gözlü oldu değil. bu hep böyleydi. ölümü konduramadım ki hala zaten. alışamadım benimseyemedim ki. hakkın rahmetine kavuşmuş yazarken bile "hadi canım sen de." diyorum kendime. sanatçıydı evet. senin siyasi görüşün, onun partisi, bunun lider bildiği, ötekinin menfaati benim hiç umurumda değil. otorite değilim evet; ama müzikseverim. bilinçli, algısı açık, hissi kuvvetli, farkındalık sahibi müzikseverim hem de. murat Göğebakan için sanatçı mıydı bilmem ama diye başlayan cümleler kuramazsınız; çünkü adam sanatçıydı. çağrışa çağrışa'yı, ellerini çekip benden'i, kendim ettim kendim buldum'u alıp nerelere çıkardığını biliyor musunuz? dinlediniz mi? sanmıyorum. müzikler arası, tarzlar arası, kalpler arası geçişleri yakalayabiliyor musunuz? hayır. çünkü tek ilgilendiğiniz lanet olası siyasi görüşünüz. at gözlükleriniz. müzikle ilginiz yok ki sanatçıdan anlayasınız. müzikle olan ilginiz de siyasetiniz gibi kısır, yavan. tek taraflı, faşist. evet müziğiniz bile faşist. ayrımcı, ırkçı, sağcı ya da solcu. müziği ayrıştıracak kadar anlamıyorsunuz işte müzikten. sanatçı mıydı bilmem ama diye başlayan cümleler kuramazsınız sanatçıydı. çok iyi bir sanatçıydı hem de. çok özlediğim bir sanatçı. öldüğüne hala hala hala inanamadığım bir sanatçı. ben, hastaneden çıktığında acaba hangi türküye kanat takacak diye beklerken öldüğünü öğrendiğim bir sanatçı. gerçek bir sanatçı. gerçek bir müzisyen. yalnızca gerçek müzikseverlerin algılayabileceği bir yerde olan bir gönül insanı. gidin siyaseti siyasetçilerinizin ölüsünün başında, mezarında ya da kemiklerinin tam ortasında yapın. gidin bütün hayatını ayrıştırmak, ötekileştirmek için harcamış olanların etinden beslenin. müzikten uzak durun. anlamıyorsunuz çünkü. sanatçı mıydı bilmiyorsunuz ama maşallah diliniz pabuç kadar. bilmiyorsan sus o zaman. diyorum işte sanatçıydı sanatçı. siyasetçi değil. herkes gibi, senin gibi başkaları gibi bir şeylere inandı bir şeyleri savundu ve müzik hakkını kullandı. hiç kimseye sormasına kimseden icazet almasına gerek yoktu, neyse ki biliyordu bunu. üreten insanları hep tüketen yanınızla zaten öldürüyorsunuz. anca laf, anca tüketim, anca yıkım. sanatçıydı. sanatçı olduğunu bilerek anlayarak dinlemeyi dene. buyur buradan başla sanatçı murat Göğebakan'la tanışma faslına. https://www.youtube.com/w...=2&list=RDB4GJbsbTrsQ
"meclis kapalı olduğundan tüm bu konular konuşulamayacak; çünkü meclis kapalı." demiştir az evvel. bu adam konuşamıyor diyorum, kimseyi inandıramıyorum.
kendinize ait olanına uygulandığında dünyanın en keyifli meşgalesi. (imiş. daha yeni tecrübe ettim ve de anladım.) bilhassa kadın için ev ya da herhangi bir yeri temizlemekten çok daha kolay ve gerçekten eğlenceli. bir kere temizlenecek alan gün gibi ortada. ne kadar dip köşe yaparsan yap öyle ulaşılamayacak kadar can sıkıcı bir dip mevcut değil. dışarıda, uluorta müzik dinlemenin özgürlüğü var. sana ait olan hele de hayatında tam anlamıyla sana ait olan ilk değerli şeyle ilgilenmenin hazzı var. dünyanın en zengin bireyini düşün beni yanına koy, benim onunkinin yanında devede kulak kalacak olan aracımı yıkayıp paklarken aldığım keyif, onun servetiyle bütün hayatı boyunca alabileceği keyiften daha fazla, net. bu yüzden her şeye hatta birçok şeye kolayca ulaşmak can sıkıcı. anlamsız. zorluk çeke çeke, çetrefilli yollarda düşüp kalkarak, en olmayacak gibi göründüğü anda bile ona ulaşacağına dair inancını koruyarak elde ettiğinde, verdiği keyif de bir o kadar büyük oluyor çünkü.
o değil de, başlığa eklenen görselleri görünce şoka uğradım. ya arkadaş her haltı da kadın kalçasıyla memesiyle bağdaştırmayın allah aşkına. bak ben de kadınım. baya da bildiğin pasaklı, saçım başım köpük, yaz sıcağında kan ter içinde leş biçimde, eşofmanlı meşofmanlı yıkadım aracı. senin gibi, baban gibi, abin ablan gibi. köşedeki yıkamacı gibi filan. sözlükteki her başlıkta alakalı alakasız çıplak kadın görseli var lan. benimki de laf yani. fikirler ne ki zikirler ne olsun. yine de benden söylemesi, kimse don gömlek araba filan yıkamıyor. tabii niyeti cidden arabayı yıkamak olduğu zaman.
tesadüfen denk gelip seyrettiğim ve bittiğinde ciddi manada üzüldüğüm güzel film. bu filme bu kadar az yorum... pes doğrusu. keşke daha çok insan seyretse, keşke daha çok ders çıkarılabilse böyle filmlerden. herkes o kadar gerçek ki bir an film seyretmiyormuşum da kendi ailemin ya da çevremin yaşadığı bir şeylere tanık oluyormuşum gibi hissettim. Mazlum'un babasıyla hesaplaşmaya çalıştığı sahne başta olmak üzere birçok sahne insanı derin derin düşünmeye sevk ediyor. ve bir çocuk, Veysel. Avusturya'da Türkçe bir şiiri almanca ezberlemeye çalışan kürt bir çocuk. ne bileyim ya, uzun uzun yazmaya konuşmaya değer; ama uzun uzun yazsam yine de yeterince ifade edemeyeceğim. seyredin görün en iyisi. biterken üzüleceksiniz, canınız sıkılacak demedi demeyin.
romantik görünmeye çalışan öz hakiki sığır sahtekarlığıdır. "kadın bedeni bir sanat eseridir, benim için güzel bir kadın Tanrı'nın varlığının ispatıdır, hiçbir şey kadın vücudu kadar estetik değil." vesaire.
en entel görünümlüsünden en kırosuna kadar hepsinin paravanı bu. ne kadar küçük ne kadar basit bir sanat algısı baksana. dünyanın bizzat kendisi bir sanat eseri. tabiat sanat eseri. sayısız canlı türü sanat eseri. mevsimler, okyanuslar, çöller, hayatın ta kendisi eşsiz bir sanat eseri. ama bunların hiçbiri erkek adı verilen düz canlı için ne seyretmeye ne de hayran olmaya değer şeyler. iş kadın vücuduna gelince hepsi birer romantik olur ve başlar edebi edebi konuşmaya.
olayı kadın vücuduna tapınmaya götürecek kadar abartanları bile mevcut. ne mide bulandırıcı bir zevk düşkünlüğü, ne zavallıca bir farklı gösterme çabası.
gerçekten sanat eseri görmek istiyorsan gün doğumunu seyret. denizde taş sektir. taşın suya nasıl hevesle, istekle karıştığını ve sonsuzlukta yitip gittiğini gör. çiçek yetiştir çiçek. ulu bir çınar ağacı bul karşısına bir sandalye çek, hikayesini dinle. sanat eseri görmek istiyorsan insan vücudunun işleyişini öğren. her hücrenin, her dokunun nasıl bir ahenkle işlediğinden haberdar ol. vücudunda hiçbir sistemin bir diğerinden rol çalmadığına ve sadakatle vazifesini yerine getirdiğine şahit ol.
Tanrı'ya mı inanasın var? penguenlerin dansına bak kardeş. bacak kadar boyu, yavaştan da yavaş hızıyla yengeç denen canlının hangi rotayı takip ederek hangi izi sürerek çölü aşıp yumurtalarını bırakıp gerisin geri döndüğünü öğren. hiçbir denizin suyunun ötekine karışmayışını sorgula, ona şaşır. tüm gezegenlerin kendi yörüngesinde takılmasına hayran kal. dünyadaki her varlığın her canlının kendine özgü renklerde oluşunu beğen. sözün özü kanıt çok. hayran olunacak eser çok. bir tek kadın bedeni değil yani.
ille de onu beğeneceksen çakma romantik ayağına nafile ahkam kesme de alenen derdini söyle. daha samimi.
dershane kurucularıyla aynı zihniyete hamallık eden şahıs.
dershane kurucusu bakış açısı: "aman hocam 6.- 7.- 8. sınıflarla özel ilgilenelim. kurumumuzun olayı onlar zaten. 9. sınıf var, 10. sınıf var, 11. sınıf var, 12. sınıf var, üniversiteye giremeyip geri gelecek olanı var. aman hocam aman ha."
zall'ın bakış açısı: "liselilerle özel ilgilenelim. hoş tutalım onları. bunun seneye'si var, öbür seneye'si var, bir öteki seneye'si var, seneler seneler sonrası var. var oğlu var. sözlükte büyüsün ergenler. mis."
anlıyorum o çarklar da bir şekilde dönecek; ama ben bu kafadan nefret ediyorum ya. nefret ediyorum.
yazdıkları, söyledikleri kendi at gözlüklü bakış açılarına uyum sağlamayınca bazı kendini bilmezlerce eğitimci kişiliğine sözlü saldırıda bulunulmuş olan yazar. işte bunlar hep sözlük denen olayı hayatın kendisi zannetmekten. burada uyuyup burada uyanmaktan. ne oluyor yani iki satır okumakla karakter analizi mi yapılıyor? üstelik mesleğinde başarılı olup olmadığı konusunda ahkam kesecek kadar?
ben kendi adıma buradaki kalitesiz, ucuz, donanımsız, ağırlıklı olarak ruhen rahatsız kitleyi muhatap alıp öfkelenmemesini tercih ederim; ama bu derece cehalete, bu derece bağnazlığa sessiz kalamayışını da gayet güzel anlar ve hoşgörüyle karşılarım. eğitimci kimliğine gelince, her okulda her eğitim kurumunda onun gibi çok değil iki öğretmenimiz olsa, zaten bugün bu hallere düşmez, bunları konuşuyor olmazdık.
bir kapının gıcırdayarak, ağır ağır açılışını bile inanılmaz heyecanla seyrettirme ve o kapının açılmaya başladığı andan açıldığı ana kadar geçen zaman diliminde en bireysel hüzünden en toplumsal acıya kadar hayatı sorgulatma becerisine sahip, kelimenin tam anlamıyla bir değer olan başarılı yönetmen. onunla aynı yalnız ve güzel ülkeyi tutkuyla seviyor olmaktan gurur duyuyorum.
neden seyrettiğimi bilmeksizin 1'ini ve 2'sini izlediğim filmdir. neden seyrettiğime dair bazı düşüncelerim var elbette. öncelikle, filmin konusunu ve yasaklandığını öğrendiğimde iyi olmuş temalı düşüncelerim üzerinden topa tutulmam ve sonrasında da "ön yargılı mıyım ben yahu? dur bakalım, belki sahiden de ortada sağlam bir film vardır ve ben bunu ön yargılarım yüzünden kaçırıyorumdur." diye düşünmem. sonra da bu kadar gündemde olan, çoluk çocuğun bile hakkında görüş beyan ettiği, balon bir yönetmenin son işinin eleştirilecek ya da desteklenecek tarafları varsa bunları birinci gözden görüp birinci ağızdan nakletmek istemek.
çok acınası bir durumdayız ülke olarak yemin ederim. bunu gördüm bunu idrak ettim bir kez daha. bak bak bizim rulmana, hayvana haşerata, damacanaya hallenen egemen cinsiyetimiz sinema salonuna gidecek de oturup "hımm... bak sen... ne kadar da sanatsal." diye bu pornografik unsurlarla dopdolu filmi seyredip entel entel salonu terk edecek. adamlar bu konuda henüz kendini kandıramazken millete ahkam kesiyor "sanat filmi bu!" diye. sanat denen şeyi hep münasip yerinizle algılamayı tercih ettiğiniz ve her açıklık, müstehcenlik gördüğünüz yerde sanat olduğunu iddia ettiğiniz için bu kadar gerideyiz ne yazık ki.
bu kısım film hakkında görüşler içeriyor, bence hakikaten gereksiz; ama yine de izleyecek olanlar okumasın ki yedi ceddimize dua almayalım yok yere.
başroldeki kadına film boyunca "bağımlı" bir insan olarak baktım ki film bittiğinde olumlu ya da olumsuz görüşlerim kendi adıma inanılır olsun idi. ama bir noktada istesem de bağımlı olduğuna inanamadım. o da, kadının sübyancı olduğunu ortaya çıkardığı bir adama acıdığını söylediği kısımdı. diyor ki: "bu adam belki de bu fantezisini kendine bile itiraf edememiş. bastırmış. bugüne kadar hiçbir çocuğa zarar vermemiş. ne acılar çektiğini bir düşünsene. bence bu bir madalyayı hak ediyor." hasektör ama ya. "sapık olanlar tüm arzularına sapkın düşüncelerine karşı koyup kimseye zarar vermedikleri için madalya hak ediyormuş." bu mu sanat lan?
o zaman sen neden tabiatın akışı içinde normal olmadığını bal gibi bildiğin düşkünlüğüne karşı koymayı reddettin haspam? neden bu durumu kontrol altına almak adına bir araya gelen insanların içinde "pis ve aşağılık şehvetimi seviyorum." diye ahkam kestin? başta kendine sonra da topluma zarar verdiğin gerçeğini göz ardı edip arzularının peşinde helak oldun? saçma. saçma ötesi. sen de dürtülerini kontrol altına alıp bir madalya hak etseydin o zaman. sonra, film boyunca aseksüel bir bakir olduğunu düşündüğümüz adamın son sahnede aniden "zevk" denen şeyin bilincinde bir öküze dönüşmesi ne kadar mantıklı? hiç mantıklı değil tabii ki.
cinsellik öyle sandığınız gibi baskın, karşı koyulmaz, karanlık, bilinçaltı bir mesele değil. sadece hayatında bir sürü; ama bir sürü boşluk bulunan zavallılar bunu bu duruma getirdi ve böyleymiş gibi saçma bir algı oluştu herkeste. yani yemin ederim ki bütün ön yargılarımı kapıda bırakıp girdim filmin ambiyansına. filmin bizzat kendisi kapıdan alıp getirdi o ön yargıları, bıraktı omzuma. içinde bu derece müstehcenlik müstehcenlikten öte pornografik unsur bulunan bir film elbette kamuya çok olağan bir şeymiş gibi sunulamaz arkadaşlar. görüldüğü üzere seyretmek isteyen bal gibi de seyretti bu kenarın sanat filmini.
nerede seks orada sanat. yok böyle bir şey yahu, aşın artık aşın şu saçmalığı. akşama kadar manken, şarkıcı fotoğrafı kesip ona hallenen ve tek artısı ağzının iyi laf yapması olan vatandaş gelip burada sanat filmi diye ahkam kesmesin allah aşkına. adam bütüüüüünnn hayatını kitapla, bilgiyle, saygınlıkla bakir bakir geçirecek de sokakta bulduğu seks manyağına hallenecek kadar yoklukta kalmış gibi o yaşında tecavüze yeltenecek öyle mi?
içinde bulunduğunuz karanlık dünyaya meydan okuyun artık yapın bunu. insanız lan biz, insan. öyle sandığınız gibi dünyanın alayı içgüdüleriyle, dürtüleriyle yaşamıyor. cinsellik hayatın sadece küçük bir parçası. beden keza öyle. ruh var, düşünce var, inanç var, ideal var, bilgi var, saygınlık var, iyilik, sevgi, dostluk var. dünya zengin bir sofra, sen çeşit bilmiyorsun gidip gelip aynı yemeğe kaşık sallıyorsun sorunun ta kendisi bu işte.
memleketin yarısının 18'ine bastığının ertesi günü girip sürücü belgesi almaya hak kazanma yolunda ilerlediği, şahsımın da 27 yaşında biraz buruk biraz gecikmişlik hissiyle yarın 11'de gireceğim sınavdır efendim. eski siteme baktım da ona nazaran daha kolay bir düzen mevcut. trafik, ilk yardım, motor olmak üzere 3 ayrı sınav değil, hepsini içeren 50 soruluk tek bir sınav söz konusu. kursa, derslere de gittim; ama gittiğime bin pişman oldum. boş çene patlatan, milletle muhabbete gelmiş izlenimi veren eğitimciden çok kahveden ya da altın gününden arkadaşlara benzeyen tipler... ondan sonra vay efendim bu ülkede sürücüler neden bu kadar kötü... çünkü kursa kaydoluyor, gitse de gitmese de hasbelkader sınavdan 70 puan alan herkes direksiyondan da bir şekilde yırtıyor ve potansiyel trafik canavarımız belgeli sürücü oluyor...
bu ülkede aslında her şey çok kolay. aşırı kolay. bu yüzden de sonrası geri dönüşü olmayacak şekilde zor. ne kolaymış sürücü belgesi sahibi olmak diye düşünmeye başladım bazı şeyleri görüp duydukça. sekreter bile "bu kadar kafa yorma, iki satır okumadan bile halledersin. çok kolay." deyip durdu günlerce.
kafa yoruyorum; çünkü bu aşamayı mümkün olduğunca verimli geçirmek ve trafiğe bilinçli bir sürücü olarak çıkmak istiyorum. yani tek derdim o belgeye sahip olmak değil, ona sahip olmayı gerçekten hak edebilmek. keşke bunca insanın yarısı olsun bu kadarcık kafa yorsa...
kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızın göstergesi olan barajlardır. ülkenin başkenti de dahil olmak üzere bütün büyük şehirlere bakıyorsun, topu topu yarım saatlik yağış sonucu kara parçası olmaktan çıkıp okyanusa dönüşüyorlar.
ya barajları yanlış yere yapmışlar ya da şehirleri, onu bilir onu söylerim.
az uzun yazın arkadaş, o ne öyle. tam havaya giriyorum okurken, pat diye entry bitiyor. kendimi, fıkra anlatıp reaksiyon bekleyen birine "e sonra?" diye soran mal gibi hissediyorum. e sonra n'olmuş?
neyin sevinç neyin hüzün verdiğine dair ayrım yapmanıza yarayan tüm hislerinizin birbiriyle harmanlandığı anlamına gelir. eskide kalmış bir insan güruhunun payı yadırganamaz elbette bu durumda. aileden arkadaşa, yüreğinizi verdiğinizden konu komşuya kadar el birliğiyle neşelerinizi kursağınıza dizmiş, hüzünlerinizde sizden büyük sevinç gösterileri beklemişlerse, aslında mutluluğunu doyasıya yaşamanız gereken bir durum karşısında tek yapabildiğiniz düğüm düğüm olmuş boğazınız ve nemli gözlerinizle hayatınızı bir film şeridi haline getirmek ve başa sarıp seyretmek olur.
sevinmenin, hak edilmiş bir mutluluğun tadını çıkarmanın zevkini elinizden almalarına izin vermeyin. kendiniz için bir şiir yazın. bir şarkı söyleyin. bir çiçek alın. kek filan yapın. en olmadı uzanıp kendi yanaklarınızdan öpüverin kendinizi...
"Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
iyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum.
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum." Turgut uyar.
kimi işgüzarların durmaksızın laf soktuğu ve böyle yapmakla kaliteli bir yazar çizer olduğuna dair görüşler edineceğimize inandığı anlaşılan sözlük yazarlarının itirafları başlığını hem okuyucu hem yazar olarak sevme nedenleridir.
benim nedenlerimdir öncelikle. eskiden bu başlığa karşı nötrdüm. yazmazdım, belki de binde bir yazardım bilmiyorum. ama yazanlara karşı da hiçbir art niyetim olduğunu hatırlamıyorum. şimdiyse ara sıra açıp özellikle eskileri karıştırıp okumaktan bambaşka bir tat almaya başladım.
çünkü itiraflar başlığındaki "itiraflar" sadece bir sembol. aklına esince gelip format filan dinlemeden dökülüp saçılabileceğin, kahkahalara boğulabileceğin, hüzünlenebileceğin, başkalaşabileceğin ya da çırılçıplak sen kalabileceğin özgür bir alan. başkaldırmanın ortak dili. sonra şunu fark ettim ki her gün, sabahtan akşama kadar bıkıp usanmadan aynı şeyleri yazan aynı sıkıcı kişilerden başka yazarlar da var bu sözlükte. itirafları okuyun göreceksiniz. "vay nicke bak on numara, gece gece yazılacak şey mi bu dertlendik yine, ooo neşeliyiz alırım bi dal, aa sekizinci nesilmiş nasıl da fark etmedim..." vesaire diye içinizden içinizden bir sürü şey geçirebildiğiniz sürprizli bir gezinti.
ya da gecenin 3'ünde uykudan uyanmışsın yalnızlık diz boyu. öyle hiç kimsesiz, mantıklı bir yalnızlık da değil üstelik. içerideki odada annenler uyuyorsa bile, yanındaki yatakta ev arkadaşın, üç adım ötende hayat arkadaşınsa bile rüyaya dalmış olan... sen öyle veya böyle yalnızlığa boğulmuşsan sonuçta, sessiz bir kalabalığa karışıp herkesle kaybolmak istemişsen... seni hiç tanımayan ve belki de bu yüzden kendini en rahat en doğru tanıtabileceğin insanlara karışmak istemişsen... o aidiyet hissi hani başka hiçbir şeyin aynı tadı veremediği...
birbirine ırkı, dili, dini yüzünden hakaret edenlerin cirit attığı bir yerde yalnız orada gerçek insanlara ve gerçek duygulara rastlayabiliyorum. yalnız orada mantıksız gibi görünen yalnızlığımı atabiliyorum çoğu kez. aidiyet hissediyorum diğer herkes gibi. herkes çıplak sanki. örtüler yok maskeler yok boyalar yok. nefretten beslenen hasta ruhlar yok, beyniyle cinsel uzvu yer değiştirmiş küçük insanlar yok, insanı insan olarak görmeyi unutmuş parti holiganları yok, gerçek olamayacak kadar çirkin bilinçaltları yok... insanlar var. annesiyle babasının kavgalarından bıkıp içini döken, kardeşinin hasretini bize anlatan, yalnızlığını betimlemeye çalışan, ilk aşkının heyecanını mutluluğunu paylaşan, bazen sadece sıkkın, bazen sadece bitkin, bazen uçurumun kenarında aşağı düşecekken bazen uçurumun kenarından rengarenk çiçekler toplarken... hep kelimelerle, hep anlatarak...
ne zaman ortalığı aynı iğrenç koku kaplasa, ne zaman savaş çığlıkları yayılsa etrafa, birileri birilerine falanca ırktan olduğu için sövüp saysa, öteki berikine filanca partiyi tuttuğu için hakarete başlasa en eskilerinden açıp başlıyorum okumaya. illa ki gerçek bir insan çıkıyor karşıma orada. gerçek duygularıyla gerçek bir insan. gülümsetiyor hüznün bile en şekilli haliyle. acısı, öfkesi, nefreti bile asil. okunaklı okunaklı...
aldırmayın yazın. itiraf edecek bir şey olması şart değil. aşık olun yazın, nefret edin yazın, özleyin yazın, özlemeyin yazın. parasız kalın yazın, varlığa düşün yazın. neşelenin yazın kederlenin yazın. yüzleşin yazın kaçıp saklanın yazın. yazın işte. insanız ya insan gibi en hasından. günahıyla sevabıyla, doğrusuyla yanlışıyla; ama hep yürek denen denizden süzün kelimelerinizi. bir gün bir gece, günün en sağanak gecenin en zifiri saatinde, hiç tanımadığınız ve tanımayacağınız birilerine hüznünde ve neşesinde habersizce eşlik edin.
ebelik de sırayla. saklandığınız yerlere en olmadık anlarda sobelenebileceğinizi bilerek girin.
take the lead, antonio banderas'la sarı Kız'ın tangosudur zannımca. tabii sinema tarihinde çok da fazla dans sahnesine tanık olmadığımı hesaba katınız. pi 3 zaten.
olayın kahramanı hariç herkesin okuyup anlayabildiği sorudur. ne kadar mantıklı değil mi? gören herkes okuyup anlıyor kağıtta yazan şeyi, yalnız emekliliği yakın olan bankacı anlamıyor. zeka sorusunda zeka yok o derece.
aslında hiç kimse doğrulara pek de meraklı olmadığı içindir. herkes öyle söyler ama değil mi? "her zaman doğru bildiğimi yaparım. doğrularımın arkasında dururum. yalandan nefret ederim." vesaire. oysa doğru her zaman bir taneydi. hiç çoğalmadı. senin doğrun, benim doğrum, onun doğru bildiği, bunun doğru sandığı yok. "doğru" var.
her gün biraz daha yorgun başladığımı fark ediyorum. her gün doğrunun neresinden tutarsam tutayım elim biraz daha kayıyor, ayaklarım biraz daha boşluğa düşüyor. dünyayı sen mi kurtaracaksın, biraz kendini düşün, şu hayatta bencil olmak gerek, devir değişti cümlelerinin arasından sıyrılıp temiz havayı çekmek istiyorum içime. bunlardan kaçsam, kaçabilsem, bu sefer de doğrudan yana olduğum için beni samimiyetsizlikle, şov yapmakla itham eden başkaları kuşatıyor etrafımı. bıktım bu seslerden, bu çarpık doğru anlayışlarından, bu çıkarcı yoz sistemde tüketilmekten...
geçen iki dönem içinde ders isteğini geri çevirdiğim kaç veli oldu hatırlamıyorum bile. bir aile henüz 1., 2. sınıfa giden çocuğuna ders aldırmak istediğinde, notları zaten çok iyi olan çocuğuna destek olmamı istediğinde, hayattaki arzuları, idealleri bambaşka olan çocuğuna kendi tasarladığı geleceği dayatmak adına ders aldırmaya kalktığında tek yaptığım kibarca reddetmek oldu. çünkü bu doğru değil. çünkü bu yanlış. birilerinin doğru bildiğini savunduğu şey, kendi menfaatine olan şeyin ta kendisi. bu yüzden dünya yaşanır bir yer olmaktan çıktı. bu yüzden hep bir kavram kargaşası, bir iletişim kopukluğu, anlayışsızlık hakim hayatımıza. herkesin doğru bildiği bir şeyler var; ama kimse doğrunun bizzat kendisini bilip uygulamakla ilgilenmiyor.
taksiden indiğim sırada koltukta bulunan 20 liranın bana ait olmadığını biliyor oluşum doğru. kime ait olduğu bilinemese, bulunamasa da bana ait olmadığı doğru. onu bana uzatan taksiciye "bu parayı ben düşürmedim." demek doğru. sırf koşullar elveriyor diye üç kuruşa tamah edip sevinmek doğru değil ama. ya da kendi bildiği doğruyu değil de doğrunun kendisini yapan insana durmaksızın enayi demek. aptal demek. onu faydasız bir şov yapmakla suçlamak. onun doğruya olan saygısını zedelemek. zedelemek mi? düpedüz hırpalamak...
korkuyorum; çünkü diyorum ya günden güne zorlaşıyor herkesin kendi doğrularına sıkı sıkı yapıştığı ben merkezci düzenin göbeğinde kimsenin itibar etmediği o tek doğruları yapmak. enayi miyim ben diye bir ses işitir oldum beynimin derinlerinde. yemek buldu mu yiyen, dayak buldu mu kaçan, fırsat buldu mu çöken, nedense doğru bildiği hep kendi çıkarına yönelik olan insanlar gibi olmalıyım. dışlanıyorum. hor görülüyorum. doğruya sahip çıktığım için de hakikaten şimdiye dek kimse bana madalya vermedi...
biri bana günün birinde böyle şeyler yazacağımı söyleseydi ona inanamazdım. hayat bu işte. bir trajedi, bir dram, bir komedi sahnesi değil. akıp giden gerçekler bütünü. seçim yapmak zorunda kalabilir insan önünde sonunda. doğru bildiklerinin ölçü birimi para olan kalabalığa karışıp mutlu yaşamak ya da o rağbet görmeyen esas doğrunun peşine takılıp bir ömrü heba etmek. işin kötüsü seçim yapsan bile başaramamak var işin ucunda. karışmak isteyip karışamamak ve durmadan sırıtmak.
hep bu ikilemde yaşayıp hayatını böyle sona erdirmek de var sonra. doğruya sarılıp bu yaşa gelmişsin; ama yanlış yaptığını kabul etmek ağır geliyordur çünkü. hayatla sağlam bir fırtınada boğuşmadan meydan okumak kolay. gölgede yaşayıp güneşi sevmek kolay. gerçek insanın karşısına hep namüsait şartlarda çıkıyor.
artık ben de acaba diyorum. beni de kemiriyor şeytanın soruları. belki yıldızlı bir "doğru bildiklerinin peşinden giden" olamam; ama öyle olmak gerektiğini düşünmeye başladım bile. o çıkarcı, o yalancı insanlara galip gelmek bir yana, hep mağlup olmaktan yorulmuş, bitmek bilmeyen yaftalarından bıkmış usanmış... üstelik önüme ardıma, sağıma soluma bakınıyorum, hakikaten kimse bana bir madalya vermemiş...
iğrenç ötesi görüntü. insanlar kafayı yedi. ar, namus, edep, mahrem namına hiçbir şey kalmadı. cinsel ilişki sırasında fotoğraf çekeni mi dersin, işte bunun gibi kendi dışkısıyla poz vereni mi dersin, çırılçıplak poz verenini mi dersin, tuvaletteyken fotoğraf çekeni mi dersin... çekip bırakmıyor bir de böyle sanal ortamlarda ifşa ediyor utanmadan. kimse onaylamıyor baktığında. herkes rahatsız. halbuki el birliğiyle köpürttünüz bu amaçsız, faydasız siteleri, faaliyetleri. özgürlük özgürlük diye ayaklananların yarısından çoğu işte o özgürlüğü böyle münasip yeriyle algılıyor. bir kere bile bu saçmalıklara dahil olmadığım, bu ne işe yaradığı belirsiz sitelere katılmadığım için övündüm kendimle. yazık yakında dışkısını yemeye de başlar, onu da fotoğraflayıp paylaşır. gerçi bu haliyle gayet net ki bu arkadaş her ne ile besleniyorsa vücudu besindeki faydalı maddeleri tutamıyor. olduğu gibi dışarı atıyor. yeniden almasında fayda olabilir.
eski tasarıma şart olan buton. bir ara tüm içtenliğimle sırf bu güzellikten yararlanabilmek için yeni tasarımda yazmayı denedim; ama bir türlü alışamadım. kuzu kuzu eski tasarıma dönüp haliyle burada da o kabarık listedeki isimlerin hepsini teker teker görmeye başlayınca o listeye isim eklemenin zaman kaybından başka şey olmadığını anladım. eski tasarıma istiyoruz bu butonu. hem de en önce, kendini fasulye gibi nimetten sayanları gözden ırak eylemek için inşallah.
okumaya, takip etmeye değer görülen yazarın günde taş çatlasın 2 entry girmesi bazen de hiç girmemesidir. bir tek bana mı oluyor bilmiyorum, bunu nasıl yaptığımı da bilmiyorum; ama sonrasında, takibe başladığım yazarların ortak noktasının çok az yazmak olduğunu fark ediyorum. şurada iyi bir şeyler yazabilen, kendini okutabilen (bana göre) 3-5 insansınız siz de yazmıyorsunuz nasıl olacak bu iş...
türkan Şoray ile olan filmleri insanı başka dünyalara götüren aktör. neden kızıyorsunuz ki bu filmlere? gerçek yaşam çok mu farklı sanki? karısını sadece et olarak gören ve onun da duyguları olduğuna aldırış etmeyen ilgisiz, duyarsız, bencil kocalar... dengi dengine çalmayan davullar... yaşamaya mecbur bırakıldığı hayatın ortasında boğulmaya terk edilen; ama her ne hikmetse etraftaki bütün namussuzlukların nedeni ilan edilen çaresiz kadınlar... ve ne zaman, nerede, ne şekilde kapıyı çalacağı belli olmayan aşk. o filmlerin hepsinde duygu var, gerçeklik var, paylaşmak, karşılıklı sevmek, hissetmek var. hiç kimse, başkalarının onun rızasını almadan ayağına taktığı prangalarla yanındakine ya da yatağındakine bağlı değildir. insan sadece kalbiyle bağlandığına bağlıdır. o filmler de bunu anlatıyor işte.
hande Ataizi meselesine gelince, hiç inandırıcı bulmadığımı söylemem gerekir. cihan ünal ki hiçbir zaman sahnede rol arkadaşının orasını burasını elleyecek kadar abazan kalması mümkün olmayan adam. oynadığı filmleri izle zaten anlarsın. karizmatik, yetenekli, duygulu bir insan. hande Ataizi ise bugüne dek bu tür konularda çok da sınırları olmayan, yalnızca skandallarıyla gündeme gelmiş bir kadın. oyunculuk namına ilerleyememiş hatta pek de bir şey yapamamış onca zaman. nitekim çamur atıldı izi kaldı her zaman olduğu gibi...