Türkçeye leman sevda darıcıoğlu ve pınar büyüktaş tarafından “straight düşünce” olarak çevrilen ve ilk olarak ingilizce’de 1992 yılında yayınlanan monique wittig kitabı. 2001’de ise wittig hayattayken fransa’nın Önemli queer teorisyenlerinden marie-helene bourcier tarafından fransızcaya çevrilmiş wittig’in çeviri kontrolleriyle. Kitap sel yayıncılık’tan “queer düş’ün serisi”nin ikinci kitabı olarak 2013 yılında çıktı. “Hetero zihniyet” veyahut “hetero zihin” kitabın adının çevirisinde içeriğiyle de uyumlu olarak daha mâkul olurmuş gibi geliyor bana. “Straight düşünce” yeterli gelmiyor pek.
kitabın içeriğine gelecek olursak, wittig’in politik deneme metinlerinden oluşuyor kitap. adından da anlaşılacağı üzere feminizmin içinden heteronormativiteyi ve kadın’ı sorunsallaştırıyor wittig. Ve bunu bir hayli kışkırtıcı bir biçimde yapıyor. “toplumsal sözleşme”ye ikinci bir sözleşme olarak “heteroseksüel sözleşme”yi de dahil ediyor ve bu kavramı literatüre kazandırıyor.
“cinsiyet kategorisi” başlıklı metninden:
“Cinsiyet farklılığı ideolojisi, bizim kültürümüzde erkekler ve kadınlar arasındaki toplumsal karşıtlığı doğa bahanesiyle örten bir sansür gibi işler. eril/dişil, erkek/dişi kategorileri, toplumsal farklılıkların daima ekonomik, politik ve ideolojik bir düzene bağlı olduğu gerçeğini gizlemeye hizmet eder. bütün tahakküm sistemleri maddi ve ekonomik düzeyde bölünmeler oluşturular. dahası bölünmeler, efendiler tarafından ve sonrasında köleler başkaldırıp mücadele etmeye başladıkları zaman soyutlanmış ve kavramsallaştırılmıştır. efendiler oluşturdukları bölünmeleri doğal farklılıklar olarak açıklar ve doğrularlar. köleler başkaldırıp mücadele etmeye başladıkları zaman toplumsal karşıtlıkları bu sözde doğal farklılıklar üzerinden okurlar.”
“Kadın doğulmaz” başlıklı metninden:
Bedensel ve düşünsel olarak, bizim için tesis edilen doğa fikrine kelimesi kelimesine uymaya mecbur bırakıldık. öylesine çarpıtıldık ki, bozulmuş bedenlerimize ‘doğal’ deniyor ve baskıdan önce de bu halde olduğu varsayılıyor. öyle çarpıtıldık ki, doğa sadece bir fikir olduğu halde, eninde sonunda baskı bizdeki bu doğanın bir Sonucuymuş gibi gözüküyor. materyalist bir analizin muhakemeyle yaptığını lezbiyen toplum uygulamada gerçekleştirir: biz lezbiyenlerin canlı kanıtı olduğu gibi, ‘kadınlar’ diye doğal bir grup yoktur. ve aynı zamanda bireyler olarak, Simone de beauvoir için olduğu gibi bizim için de bir mitten başka bir şey olmayan ‘kadın’ı yeniden sorunsallaştırıyoruz: ‘kadın doğulmaz, kadın olunur. Hiçbir biyolojik, psişik, ekonomik yazgı toplumda dişi, insanın tasvirini tanımlamaz; hadım ile eril adasındaki dişil diye nitelenen bu ürünü hazırlayan uygarlığın bütünüdür.’
...
Eğer biz erkek ve kadın arasında ‘doğal’ bir ayrımın olduğunu kabul edersek tarihi doğallaştırır, erkek ve kadın sanki her zaman var olmuşlar ve sanki hep var olacaklar gibi yaparız. ve tarihi doğallaştırmanın yanı sıra, bundan dolayı baskıyı Açığa vuran toplumsal fenomenleri de doğallaştırırız ve bu, tüm değişmeleri imkansız kılar. mesela çocuk yapmanın zorunlu bir üretimden geldiğini hesaba katmak yerine toplumlarımızda doğumların demografik olarak planlanmış olduğunu, bizlerin bir nevi ölüm tehlikesi taşıyan ‘savaş dışındaki’ tek toplumsal faaliyet, yani çocuk üretmek için programlandığımızı unutarak doğurmaya ‘doğal’, biyolojik bir süreç gibi bakıyor oluruz.
...
Bir sınıf olmak, Bir sınıf bilincine sahip olmak için ilk olarak en baştan çıkarıcı yönleri de dahil olmak üzere kadın mitini öldürmemiz gereklidir; Virginia woolf bir kadın yazarın ilk ödevinin yuvanın meleğini öldürmek olduğunu söylüyordu. ama bir sınıf oluşturmak için kendimizi birey olarak yok etmemizi gerektirmiyor. tarihimizin bireysel özneleri olarak kendimizi oluşturmanın tarihsel gerekliliğiyle de yüzleştik. sanırım bu kadın’ı ‘yeniden’ tanımlama girişimlerinin bugün neden çoğaldığını açıklıyor. söz konusu olan, bir sınıf tanımı olduğu kadar bir birey tanımıdır ve bu şüpesiz ki sadece kadınlar için geçerli değildir. zira ezilişimizin bilincine vardığımızda, kendimizi ezilişin nesnesinin aksine, özne olarak kurabileceğimizi, ezilişe rağmen birisi olabileceğimizi bilmeye ve deneyimlemeye ihtiyaç duyarız.”
Gerek edebi gerek kuramsal kışkırtıcı eserleriyle, gerek de aktivistliğiyle yirminci yüzyılın ikinci yarısında feminizm hareketinde ve literatüründe önemli bir yere sahip lezbiyen feminist yazar. kendisini kadın olarak tanımlamaz, zira ona göre “lezbiyenler kadın değildir”, lezbiyenler bu cinsiyet sınıfının dışında kalır. Çünkü “kadın” daima heteroseksüel ilişkisellik içinde tanımlanır.
üç drag queen'in hayatını anlatan 1994 yapımı oldukça güzel ve keyifli bir stephan elliott filmi. türkiye'de "priscilla çöller kraliçesi" adıyla gösterime girmiş.
bir sahne şovu için uzak bir yola çıkmak zorunda kalan drag queen'lerimizin avustralya çöllerinde günlerce bir karavanla yol teperken başlarından geçenleri aktarır film. felicia'nın eğlenceli kişiliği filmi daha da güzel kılar. bernadette ise kalıplaşmış transeksüel kadın algısının dışında harikulade bir zariflik sunar filmde. drag queen'lerimizin, bir hayli yaygın olan transfobiye inat neşelerini korumaları, hayatlarına sahip çıkmaları da ayrı bir güzeldir.
filmde özellikle sevdiğim iki sahne vardır ki bunlardan ilki şudur: çölde karavanları bozulur ve bernadette günlük kıyafetleriyle bir yürüyüşe çıkıp onlara yardım edecek birilerini bulmaya çalışır. ve yoldan geçmekte olan yaşlı bir çift görür, onları durdurur. sonrasındaysa onları kendilerine yardım etmesi için ikna eder. karavanın yanlarına vardıkları vakitteyse mitzi yeşil bir drag queen kıyafetiyledir. yaşlı çift bunu görünce onların ne olduklarını anlar. bernadette arabadan iner inmez gaza basıp kaçarlar. bunun ardından ise mitzi'ye dönüp, kaç kere dedim sana, der felicia.(burada biraz duraklama vardır, seyirci bir düşünceye doğru sevk edilir, ki o düşünce de mitzi'ye bu kıyafeti o an için giymemesi gerektiğini söyleyeceğidir) ardından, yeşil sana gitmiyor, diye devam eder.
epey gülümsemiştim bu sahnede.
bir diğer sahne ise felicia'nın çocuklukta yaşadığı bir cinsel istismar anısını dramatize etmek(izleyicinin beklediği) yerine bunu tersine çevirip bu anıyı bir güldürü halinde sunmasıdır.
ilk olarak 2011 yılında yayınlanan renata salecl kitabı. türkçeye barış engin aksoy çevirisiyle metis tarafından "seçme ikilemi" adıyla ilk basımı 2014 yılında yayınlandı. tyranny ingilizcede zulüm, gaddarlık anlamına geliyor. bunu da göz önünde bulundurmakta fayda var. kitap sosyoloji ve psikanalizin bir bileşeni halindedir daha çok.
"gelişmiş dünyada yaşamlarımızı kişiselleştirip kusursuzlaştırmamızı sağlaması gereken bu seçenek artışı, nasıl olup da daha çok doyum yerine daha büyük bir kaygı, daha büyük bir yetersizlik ve suçluluk duygusu doğuruyor? ve insanlar niye bu kaygıyı hafifletmek için pazarlamacılardan ya da yıldız fallarından rasgele tavsiyeler almaya, kozmetik endüstrisinden güzellik tüyoları almaya, mali danışmanların ekonomi tahminleriyle yön bulmaya ve kişisel gelişim yazarlarının ilişki tavsiyelerine uymaya razı oluyor? her geçen gün daha fazla insanın bu sözde uzmanlara riayet ettiği göz önüne alındığında, aslında bu seçme yükünden kurtulmaya git gide daha hevesli oluyormuşuz gibi görünüyor."
bireyin kendi kendisinin yaratıcısı olduğu fikrinin ön plana çıktığı neoliberalizmin hüküm sürmeye başladığı dünyada, bu fikrin ne kadar yanıltıcı olabileceğinin ifşasını yapar salecl kitapta.
"bu kitap, esenliğinin ve yaşamının gidişatının tek efendisinin kendisi olduğu fikrini bireyin sırtına yükleyen seçim ideolojisinin ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve bu ideolojinin, bir bütün olarak toplum örgütlenmesinde olası bir değişime ne kadar az katkısı olduğunu gösterecek. birey için rasyonel seçimin mümkün olduğu anlar olduğu gibi, yaptığımız seçimlerin irrasyonel ve bazen zararlı olduğu anlar da vardır. seçme mekanizması insanların elindeki güçlü bir mekanizmadır; her tür politik angajmanın ve bir bütün olarak politik sürecin zeminidir ne de olsa. ancak seçme mefhumu insanların özel yaşamlarının şekillendirmesini sağlayan nihai araç olarak göklere çıkarıldığında, toplumsal eleştiriye pek yer kalmaz. bireysel seçimlerimizi takıntı haline getirirken, bu seçimlerin hiç de bireysel olmadığını, aslında içinde yaşadığımız toplumdan fazlasıyla etkilendiğini göremeyebiliriz çoğu zaman."
ayrıca, kitabı okuduktan sonra salecl'in "our unhealthy obsession with choice" başlıklı bir ted konuşmasına denk geldim. türkçe altyazılısı da mevcut. "seçme ikilemi"nde bahsettiği şeylerin genel bir özeti halinde diyebilirim herhalde konuşma için. altyazılı izlemek isteyenler için konuşma linkini şöyle bırakayım:
şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, zizek'e özgü olduğunu düşündüğüm biraz kulak tırmalayıcı olan zizek ingilizcesinin hiç de zizek'e özgü olmadığını anladım salecl'i dinledikten sonra.
ilk olarak 2004 yılında yayınlanan muazzam bir renata salecl kitabı. türkçeye barış engin aksoy çevirisiyle metis tarafından ilk basımı "kaygı üzerine" adıyla 2013 yılında yayınlandı. kitapta lacan etkisi bir hayli ağır basar.
kitabın girişinde şöyle yazar salecl:
"bu kitabın temel doğrultusu, kaygının tekil öznenin bölünmüşlüğüyle (yani tutarsızlığıyla) ve topluma özgü antagonizmalarla başa çıkma şekliyle ne gibi bir bağlantısı olduğuna bakmak olacak. günümüz toplumunda, kaygıya bir deva bulmak için, kaygı doğurabilecek rahatsız edici nesneleri sürekli teşhir etmeye yönelik bir çaba varmış gibi görünüyor (çağdaş sanatlarda bile, mesela kadavraları teşhir ederek ölümde neyin kaygı uyandırdığını anlamaya uğraşıyoruz). günümüzde kaygıların sürekli çoğalışı, bizi kaygıdan kurtulmuş bir topluma daha fazla yaklaştıracak çabuk bir çözüm(mesela ilaçlar) arzusunu da uyandırıyor.
kaygı günümüzde kontrol edilebilir olması gereken ve uzun vadede kurtulabileceğimiz bir şey -kısaca, öznenin mutluluğunun önündeki nihai bir engel- olarak algılanıyor. felsefe ve psikanalizin kaygıyı temel bir insanlık hali, sadece felç edici etkileri olan bir fenomen değil insanların dünyayla ilişki kurmalarını sağlayan koşulun ta kendisi olarak tartışmış olduğu ise neredeyse unutulup gitmiş durumda."
savaş, kapitalizm, aşk, annelik gibi çeşitli konularda kaygının nasıl işlediğini bölümler halinde salecl. özellikle "savaş zamanlarında kaygı" bölümü harikuladedir.
Ljubljana Üniversitesi ekolünden slovenyalı 1962 doğumlu filozof, sosyolog, teorisyen. etkilendiği önemli isimler olarak lacan, freud ve foucault sayılabilir. türkçeye çevrilen kitaplarında bilhassa lacan etkisi ön plana çıkar.
bir magazinel bilgi olarak da henüz öğrendiğim kadarıyla bir zamanlar zizek ile evli imiş kendileri.
Melanie klein’la birlikte ingiliz psikanaliz geleneğinin öncülerindendir. Zamanında ingiliz psikanaliz cemiyeti’nin başkanlığını da yapmıştır. “geçiş nesneleri” ve “oyun” kuramıyla psikanaliz literatürüne önemli kazanımlar getirmiştir. Ve Türkçeye pek çok kitabı çevrilmiştir. Bunlardan biri için:
ilk olarak 1971 yılında yayınlanan, yirminci yüzyıl psikanalisti ve kuramcısı winnicott’un kitabı. Türkçeye metis tarafından “oyun ve gerçeklik” adıyla çevrildi.
oyun’un iç ve dış gerçeklik arasında bir ara deneyim bölgesi olarak işlediğini çeşitli klinik veriler aracılığıyla aktarır winnicott.
“insanın deneyimsel varoluşunun tamamı oyun oynama temeli üzerinde inşa edilir. Orada artık ya içedönük ya da dışadönük olma durumunda değilizdir. Hayatı geçiş olguları alanında, öznellik ile nesnel gözlemin kesiştiği heyecan verici noktada, bireyin iç gerçekliği ile bireylerin dışında kalan ortak gerçeklik arasındaki bir ara bölgede yaşarız.”
oyun oynamanın kendisi yalnızca iç ve dış gerçeklik arasında ara bir bölge olarak değil, aynı zamanda gerçekliğin kendisiyle baş etme yöntemi olarak da işler. Oyun oynama yalnızca çocuklukta değil, yetişkinlikte de biçim değiştirerek farklı şekillerde devam eder. Ve bireyin çocuklukta edindiği oyun oynayabilme kapasitesi, yaşamının sonraki sürecinde büyük bir öneme sahip olur. Çünkü oyun oynamanın kendisi yaratıcılığın, kendini keşfetmenin imkanını sunar winnicott’a göre.
“Bir çocuk ya da yetişkin ancak oyun oynarken ve sadece oynarken yaratıcı olabilir ve bütün kişiliğini kullanabilir; birey de kendini ancak yaratıcı olduğunda keşfedebilecektir.”
“Heteroseksüellik anlatısının ideal eşleşme olarak sürekli tekrar edilmesinin birikmiş bir etkisi diye tanımlanan zorunlu heteroseksüelliğin, bedenlerin ne olabileceklerini içermemekle birlikte, bedenlerin ne yapabileceklerini şekillendirdiğini gözetmek önemlidir. Bedenler, sürekli ve zor kullanarak tekrarlanan normların şeklini alır. Tekrarlama işi, çabanın doğa göstergesi altında gizlenmesini içerir.
...
Zorunlu heteroseksüellik, bir bedenin farklılık fantezisiyle ideal olarak güvence altına alınmış nesnelerden bazılarına yönelmesinin ve bazılarına yönelmemesinin bir ‘zorunluluk olduğu’ varsayımıyla bedenleri şekillendirir. Yani zorunlu heteroseksüellik kişinin hangi bedenlere meşru bir şekilde potansiyel sevgili olarak ‘yaklaşabileceğini’ ve hangilerine yaklaşamayacağını belirler. Zorunlu heteroseksüellik, kişinin ötekilere yaklaşımını şekillendirirken, geçmiş yakınlaşmaların kabuklaşmış bir tarihi olarak, kişinin kendi bedenini de şekillendirir. Öyleyse cinsel yönelim, sanki bu eğilim yaptığımız başka şeyleri etkilemeyecekmiş gibi, sadece kişinin bir arzu nesnesi olarak hangi eğilimi gösterdiğiyle ilgili değildir. Cinsel yönelim bedenlerin dünyalara sızmasını içerir; bedenin bazılarına doğru yönelmesi bazılarından uzaklaşması demektir, ki bu da ise bedenleri aynı yere yönlendirmese bile kişinin farklı tür (bazı bedenleri, bazı eğilimleri, bazı sevme ve yaşama şekillerini kabul eden) sosyal alanlara girme şeklini etkiler. Basit ama önemli bir nokta: yönelimler bedenlerin ne yapabileceğine tesir eder.”
sara ahmed’in ilk olarak 2004 yılında yayınlanan kitabı. Türkçeye sel yayıncılık tarafından “queer düş’ün serisi”nin beşinci kitabı olarak “duyguların kültürel politikası” adıyla 2015 yılında çevrildi.
kitabın girişinde, “hislerle yolunu bulmak” isimli bölümde kitapta yapacağı şeyi anlatır sara ahmed:
“Duyguların kültürel politikası’nda, bireysel ve kolektif bedenlerin ‘dış yüzeyinin’ şekillendirilmesinde duyguların nasıl işlediğini soruşturacağım. Bedenler, nesnelerle ve ötekilerle kurdukları ilişkinin ta kendisinin şeklini alır. Analizimde, kamusal alanda dolaşan ‘ötekileri’ hislerimizin ‘kaynağı’ kabul ederek özneleri kolektiflerle eşleştiren metinlerin okumasını yapacağım.”
bireysel olarak addedilen duygulara psikanaliz aracılığıyla makro bir bakış açısı sunuyor sara ahmed. sevgi, nefret, korku, iğrenme, utanç, acı duygularının kamusal alanda nasıl politikleştirildiği, özellikle milliyetçilikte özneler üzerinde bu duyguların nasıl işlediğini iyi bir biçimde açıklıyor.
“Duygular, ötekilere yakınlaşma ya da onlardan uzaklaşma yönelimlerinin yanı sıra, zaman içinde eylemlerin tekrarıyla şekillenen bedenlerin yüzeylerinin kendilerini değiştirir. Hatta duyguları incelemek, bize tüm eylemlerin aslında tepkiler olduğunu gösterebilir, çünkü yaptıklarımız ötekilerle olan temaslarımızla şekillenir. Spinoza’nın deyişiyle ‘beden üzerindeki eylemin gücünün artması ya da azalmasıyla bedende meydana gelen değişiklikler’ olarak duygular, bedenlerin neler yapabileceğini şekillendirir.”
ayrıca kitapta “queer hisler” ve “feminist bağlılıklar” adıyla iki bölüm daha vardır, bu bölümler de oldukça güzeldir.
Psikanaliz tarihinin en önemli kuramcılarından biri olarak literatürde yerini alan Melanie klein’ın ilk olarak 1957 yılında yayımlanan kitabı. Türkçeye Metis tarafından ilk kez 1999 yılında “haset ve Şükran” adıyla çevrildi.
Haset ve şükran’ın Benliğin oluşumunda bebeklikten itibaren (hatta Doğumdan öncesine, bebeğin anne rahmindeki durumuna kadar götürür bu süreci Melanie klein) önemini vurgular ve bu sürecin nasıl geliştiğini kavramsallaştırır Melanie klein kitapta. Öyle ki, klein’a göre bebeğin annenin memesiyle(ilksel nesne) kurduğu ilişki sonraki yaşamının da temelini oluşturan bir çiftedeğerlilik olarak karşımıza çıkar.
“ilksel iyi nesneyi görece güvenli bir biçimde kurabilmiş olan kişiler, nesnenin kusurlarını görseler de ona duydukları sevgiyi sürdürebilirler; bunu yapamamış olanların aşk ve arkadaşlık ilişkilerindeyse sürekli bir idealleştirme ihtiyacı görülür. idealleştirmeye dayanan ilişki çökmeye yatkındır; sevilen nesnenin yerine sık sık bir başkasını geçirme zorunluluğu doğar; çünkü hiçbiri beklentileri tam karşılayamıyordur. Eskiden idealleştirilen kişi zulmedici bir figür olarak görülmeye başlanır (bu da idealleştirmenin temelde zulmedilme kaygısının karşılığı olduğunu ortaya koyar) ve öznenin hasetli ve eleştirici düşünceleri bu kişiye yansıtılır. Çok önemli bir nokta da şudur: benzer süreçler kişinin iç dünyasında da işliyordur; çok tehlikeli nesnelerle dolmuştur iç dünya. Bütün bunlar kişinin dış ilişkilerinde bir dengesizliğe yol açar. Daha önce ayrımsız özdeşleşme bağlamında söz ettiğimiz zayıf benin bir özelliği de budur.”
ilk olarak 1955 yılında yayımlanan, Türkçeye ise Cemal süreya tarafından çevirisi gerçekleştirilen simone de beauvoir’nın marquis de sade üzerine yazdığı deneme. Kitap Türkçede yky tarafından “sade’ı yakmalı mı?” adıyla yayımlanmış.
“Sade erotizmi seçerken düşçül olanı da seçmektedir; başarısızlığını, kırıklığını tehlikeye sokmadan kendini güvenle yerleştireceği tek sığınak düşçül edimlerdir çünkü. bütün yapıtlarında bunu tekrarlar sade: ‘duyguların zevklenmeye bitişik bütün yönleri düşler üstünde tünemektedir. kişioğlu mutluluğu ancak düş gücünün isterlerini, keyiflerini yerine getirirken yakalayabilir.’ kişioğlu, zamandan, yerden, polisten, mahpustan, yokluğun boşluğundan, donuk durumlardan, varlığın çözülmez işlerinden, ölümden, hayattan ve bütün uyumsuzluklardan yalnız onunla kaçacak, kurtulacaktır. ve sade’ın erotizmi kıyıcılıkla, öldürücülükle değil, başka bir şeyle bütünlenecektir: edebiyatla.”
ilk olarak 2003 yılında yayınlanan ve tam adı "solitary sex - a cultural history of masturbation" olan, tarihçi thomas w. laqueur kitabı. türkçeye literatür yayıncılık tarafından 2007 yılında "tek kişilik seks - mastürbasyonun kültürel tarihi" olarak çevrilmiş.
bir hayli hacimli olan bu muazzam kitap bu konudaki en kapsamlı araştırmayı içeriyor. antikiteden bugüne değin pek çok farklı dilde(latince, yunanca, fransızca, ingilizce, almanca vs) ve pek çok farklı alanda(tıp, felsefe, edebiyat, teoloji vs) yazılmış onlarca metnin incelemesini barındırıyor kitap. aristoteles, platon, rousseau, dickens, walt whitman, voltaire, kant, freud, foucault gibi pek çok önemli insanın bu konuya dair yazdıkları, aynı zamanda mastürbasyon ediminin algılanışının, toplum arasındaki yerinin yüzyıllar öncesinden bugüne değin kültürel olarak geçirdiği dönüşüm kitapta ayrıntılarıyla oldukça iyi bir biçimde aktarılıyor. Yalnızca yazılı değil, On sekiz ve on dokuzuncu yüzyılda görsel kaynaklarda mastürbasyon ediminin tasavvur edildiği kaynakları da aktarır kitapta. araştırmanın bu denli kapsamlı oluşuna hayret etmemek elde değil. sen bu kadar metni nasıl inceledin de bu kitabı yazdın yahu? zaten araştırmayı gerçekleştirirken pek çok insanın yardımı dokunmuş kendisine. zira tek başına böyle kapsamlı bir araştırma yapabilmek pek de kolay şey değil.
bu "herkesin yaptığı ama hiç kimsenin yapmadığı" şeyin tarihinin ne olduğu benim için merak konusuydu. bugüne özel sandığımız şeylerin köklerinin aslında yüzyıllar öncesine dayandığını görmek benim için aydınlatıcıydı. sayfalar ilerlerken küçük küçük aydınlanmalar yaşamadım değil.
ayrıca, mastürbasyona dair oldukça iyi bir tanım geçer kitapta. onu da şöyle bırakayım:
“Modern kültür, bireyciliği, hür iradeyi teşvik eder ve tekbencilikle toplumsal düzensizliğin tehdidi altındadır. bireyleri sahip olduklarından daha fazlasını arzulamaya ve gerçeğin çok daha ötesini hayal etmeye davet eder; aynı zamanda da onlardan, kendi kendilerine, arzularını ılımlılaştırmayı ve hayal güçlerini sınırlamayı öğrenmelerini ister. gerçeklik ilkesi öte dünyadan, hatta doğrudan bu dünyadan değil, kendi içimizden gelmektedir. Benliğin fevkalade cinselliği olan mastürbasyon, bu mücadelelerin ilk büyük ruhsal savaş alanıdır.”
feminizm tarafından literatüre kazandırılan kavram. ve aynı zamanda üstü örtük, çoğu kadının(kadına yüklenen bir yükümlülüktür bu daha çok) farkında dahi olmadığı fakat psikolojik olarak ağır olan bir yükümlülüktür.
bilhassa ev içindeki yaşamda yaşanır bu yükümlülük. kadın-erkek evliliğinde(başka türlüsü de olabilir) ev içi işlerin gerçekleşmesinde kadın daha büyük bir sorumluluk alıyor erkek ev içi iş yapsa dahi. erkek daima bir yönlendirme bekliyor kadından işleri yapma konusunda. bulaşıklar makineden çıkarılıp mutfak dolabına mı koyulacak? bunu erkek yapacak olsa da kadın söylemek zorunda. çamaşırlar makinede mi duruyor? bunu erkeğe kadın söylemek zorunda. erkek yapacak olsa dahi bunu ancak kadın söylediğinde gerçekleştiriliyor. bunu söylemesinin, düşünmesinin yükümlülüğü yine kadına yükleniliyor. sıvı sabunluğun içindeki sıvı sabun mu bitmiş? bunu düşünmesi gereken yine kadın. ve daha saymadığım pek çok şey. hayatınızda bunun örneklerini görebilirsiniz.
yapılması gereken daha pek çok ev işi kadın tarafından söylenmediğinde, hatırlatılmadığında ise kadına söylenen şu oluyor: "niye söylemedin? niye hatırlatmadın?" bir şeyleri sürekli düşünmesi, organize etmesi gereken kişi yine kadın oluyor erkek her ne kadar ev içi işe dahil olsa da. ve birtakım feministler de çoğu insanın farkında dahi olmadığı bu yükümlülüğe "zihinsel çalışma yükümlülüğü" adını vermiş.
bunun örneklerini çevremdeki kadınlardan çok kez görüyorum, işitiyorum.
çok küçük şeyler gibi gözükse de ev işlerinin tümünü göz önüne aldığımızda tüm bunların zihinsel tasarımı, düşünme işi bir hayli yorucu oluyor.
8 mart dünya emekçi kadınlar günü kapsamında, türkiye'de ilk kez bu sene gerçekleştirilecek ve dokuz gün sürecek olan festival. oldukça iyi isimler var, güzel olacağa benziyor.
ilgilileri için etkinlik tanıtımı ve programı:
"Türkiye’nin ilk kez Kadın Yazısı Festivali düzenlenecek. 9-18 Mart 2018 tarihleri arasında dört farklı mekânda yapılacak olan festivalde 10 panel, 6 okuma/söyleşi, 3 yuvarlak masa, 3 forum, 4 atölye, 2 performans ve 1 sergi yer alıyor. isveç'ten ve Türkiye'den yaklaşık 100 katılımcıyı bir araya getiren festivalde 10 gün boyunca "kadın yazısı" başlığı altında edebiyat ve toplumsal cinsiyet farklı yönleriyle ele alınacak, atölyelerde yeni eserler yaratılacak. Festival boyunca bütün etkinlikler herkese açık ve ücretsiz olacak. Festival isveç Başkonsolosluğu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi ile Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'nın işbirliğiyle gerçekleştiriliyor.
Etkinlik programı şöyle:
9 MART 2018 CUMA - MSGSÜ Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu, Fındıklı
15.00 – 15.30 / Açılış Konuşmaları
16.00 – 18.00 / Panel: Çağdaş Türkiye ve isveç Kadın Yazını - Moderatör: Çimen Günay-Erkol; Konuşmacılar: Jale Parla, Hanna Hallgren, Sibel Irzık
18.15 – 19.00 / Açılış Okuması: Latife Tekin
19.00 – 20.00 Kokteyl
10 MART 2018 CUMARTESi - MSGSÜ Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu
12 MART 2018 PAZARTESI - MSGSÜ Bomonti Konferans Salonu
18.00 - 19.45 / Panel: Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet - Moderatör: Zarife Biliz; Konuşmacılar: Fatih Erdoğan, Melek Özlem Sezer, Sassa Buregren, Süleyman Bulut, Zarife Biliz
20.00 - 21.00 / Forum: Peki Kendine Ait Odanın Dışında Neler Oluyor? - Moderatör: Ayşe Düzkan; Söyleşi Ortağı: Marjaneh Bakhtiari
13 MART 2018 SALI - Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı
meltem ahıska'nın 2006 yılında feminist politika ve teori dergisi olan amargi'de yayımlanan harikulade metninin adı. böylesi kısa bir metinde böylesine fazla şey anlatmak takdire şayandır benim nazarımda. metin hem cumartesi anneleri için hem de feminist yazın için önemli bir yer teşkil eder fikrimce. annelik meselesine dair oldukça önemli şeyler söyler meltem ahıska.
metnin girişini aktarıyorum:
"Annelik, şiddet ve politika üzerine yazmaya başlarken, aklıma, özellikle dil üzerine deneysel yazıları ve kitaplarıyla bilinen Fransız yazar Nathalie Sarraute’un bir denemesi geliyor.Almanca “ich sterbe” başlığını taşıyan bu denemede Sarraute, Rus yazar Çehov’un Almanya’da bir hastanede ölüm döşeğindeki bir anını anlatır. Kendisi de doktor olan Çehov, öleceğini anladığı sırada doğrularak Alman doktora, kendi dilinde değil, Almanca olarak “Ich sterbe” der, yani, “ölüyorum”.
Sarraute’e göre bu jestin anlamı kendi ölümüne bütün ağırlığıyla sahip çıkmaya çalışmaktır. Yanındaki Rus karısına, Rusça ölüyorum deseydi, herşey nasıl da hafifleşecekti. Gündelik dilde ne çok kullanırız bu sözcüğü. Gülmekten öldüm, yorgunluktan öldüm...Ay, ölüyorum. Oysa Çehov, bir doktor olarak, karşısındaki doktorun dilinde bu anı bütün dehşetiyle karşılamaya ve son iradesiyle bu dehşeti sözcüklere dökmeye çalışmıştır.
Kendine karşı acımasız, bir o kadar nafile ama anlaşılır bir çaba. Modern toplumda hastane köşelerine itilen, kendi ritüellerinden uzaklaşan ölüm nasıl çoğu kez dilsiz kalıyor ve teknikleşiyorsa, sembolik düzeni parçalayan şiddet de bir toplumsal olgu olarak sözün sınırlarında duruyor."
çehov'un bu hikayesini okuduğumda bir hayli etkilenmiştim.
hannah arendt'in 1943 yılında "the menorah journal"da yayımlanan yazısının adı. ve türkçeye "biz mülteciler" olarak çevrildi. oldukça yıkıcı bir metindir.
aynı zamanda agamben'in aradan elli yıl geçtikten sonra yine aynı isimle hannah arendt'in metninden hareketle yazdığı bir metni daha vardır. bu iki metin de mülteciliğe dair oldukça iyi metinlerdir. ve bugün hala yaşanmakta olan mülteci sorunundan dolayı geçerliliklerini korur.
hannah arendt'in we refugees'ından:
"Geceleri rüyalarımızda hangi anılar ve hangi düşünceler barınmakta bilemiyorum. Ben de oldukça iyimser olduğumdan, öğrenmek için sormaya cüret etmiyorum. Ancak bazen en azından geceleri ölümümüzü düşündüğümüzü ya da bir zamanlar sevmiş olduğumuz şiirleri hatırladığımızı hayal ediyorum. Hatta sokağa çıkma yasağı sırasında Batı kıyısındaki arkadaşlarımızın nasıl olup da bizim sadece “saygıdeğer yurttaşlar” olmayıp aynı zamanda “düşman yabancılar” olduğumuza dair ilginç fikirlere sahip olduklarını anlayabiliyorum. Gündelik yaşamda tabii ki sadece “teknik olarak” düşman yabancıyız, bütün mülteciler bilir bunu. Ancak karanlık saatlerde teknik sebepler evinizden çıkmanızı engellediğinde, teknik ile gerçeklik arasındaki ilişkiye dair karanlık spekülasyonlar yapmanın önüne geçmek kesinlikle kolay olmuyordu.
Hayır, bizim iyimserliğimizde bir yanlışlık var. Bir sürü iyimser konuşma yapıp eve giden ve gazı açan ya da bir gökdeleni oldukça beklenmedik bir şekilde kullanan tuhaf iyimserler mevcut aramızda. ilan etmiş olduğumuz neşenin temelinde, ölüme tehlikeli biçimde hazır olmamızın yattığını kanıtlamış gibiler. Yaşamın en yüksek iyilik ve ölümün en büyük ümitsizlik olduğuna inançla, ölümden daha beter dehşetlerin tanığı ve kurbanı olduk –yaşamdan daha yüksek bir ideal keşfetme imkanına sahip olamadan. Böylece ölüm bizim için dehşetini kaybetmiş olsa da bir amaç için yaşamlarımızı riske atmayı ne istedik ne de becerebildik. Mülteciler savaşmak –ya da nasıl yeniden savaşır hale gelinebileceği üzerine düşünmek– yerine arkadaşlarına ya da akrabalarına ölüm dilemeye alıştılar; biri öldüğünde içinden geçtiği bütün sıkıntılardan kurtulduğunu neşeyle hayal ederiz. Sonuç olarak çoğumuz bizim de sıkıntılarımızdan kurtulmamızı ve buna uygun hareket etmemizi dileyerek bitirir."
agamben'in we refugees'ının girişi:
"1943 yılında, Hannah Arendt ingilizce yayın yapan küçük bir Yahudi mecmuası
olan Menorah Journa'da "Biz Mülteciler" başlıklı bir makale yayımladı. Bu kısa
fakat önemli makalenin sonunda Arendt, asirnilasyon ile yüzde yüz elli Alman,
yüzde yüz elli Viyanalı, yüzde yüz elli Fransız olduktan sonra, en sonunda acı bir
şekilde "on ne parvient pas deux fois" gerçeğini fark etmesi gerekecek olan
Cohn'un tartışmalı bir portresini çizmesinin akabinde, kendinin de içinde
yaşadığı vatansız mültecilik durumunu, mülteciliği yeni bir tarihsel bilincin
paradigması olarak sunmak üzere tersine çevirecektir. Bütün haklarını kaybetmiş
olsa bile kendi durumunu fasih bir biçimde sürdürme isteğiyle ne pahasına
olursa olsun yeni bir milli kimliğe asimile olmaktan geri duran mülteci, yitirmek
durumunda bırakıldığı makbullüğü karşılığında çok kıymetli bir avantaj elde
edecektir: "Onun için tarih artık kapalı bir kitap değildir ve siyasetin Jantillere ait
bir ayrıcalık olma durumu sona ermiştir. Bilir ki Yahudilerin Avrupa'dan
sürülmesini birçok Avrupa halkının sürülmesi izlemiştir. Bir ülkeden diğerine
sürülen mülteciler kendi halklarının öncü kolunu temsil etmektedir".'
Üzerinden tam elli yıl geçtikten sonra, bugün bile güncelliğinden hiçbir şey
yitirmemiş bu analizin anlamı üzerinde bir miktar düşünmeye değer. Durum,
problemin o zamanki aciliyetini Avrupa içinde ve dışında aynı şekilde koruyor
olmasından ibaret değildir. Bu durum aynı zamanda, ulus-devletin içinde olduğu
çökme süreci ve geleneksel siyasal-hukuki kategorilerin genelolarak aşınması
göz önünde bulundurulursa, mültecinin günümüz halkları için belki de tek
düşünülebilir figür olmasıyla ve de bugün, en azından ulus-devletin ve
egemenliğinin çözülüş süreci tamamlanana kadar, gelecek [to come] bir siyasal
toplumun biçim ve sınırlarını görebildiğimiz yegane kategori olmasıyla ilgilidir.
Esasında, yüz yüze geldiğimiz bu tamamıyla yeni görevlerin üstesinden gelmek
istiyorsak, hiçbir kuşkuya kapılmadan ve çekinmeksizin şu ana kadar siyasi
özneyi temsil etmek için kullandığımız temel kavramlardan (insan, vatandaş ve
hakları kadar egemen halk, işçi kavramlarından da) vazgeçmemiz ve siyasal
felsefemizi bu biricik mülteci figüründen başlayarak yeniden inşa etmemiz
gerekecektir."
pierre bourdieu'nün hayatının bir bölümünü anlatan harikulade güzellikte 2001 yapımı belgesel film.
belgesele bourdieu'nün sözü olan "sosyoloji bir dövüş sporudur." adı verilmiş.
bourdieu'nün katıldığı söyleşilerden, konferanslardan, radyo programlarından ya da verdiği derslerden oluşuyor belgesel çoğunlukla. bu yüzden not alınabilecek epey şey geçiyor. izlerken not almak için defter ve kalem bulundurmakta fayda var.
ayrıca belgeselin bir yerinde bourdieu'ye godard'dan bir mektup gelir, birkaç görsel ve birkaç da açıklama. fakat godard'ın anlatmak istediği şeyin ne olduğunu anlayamadığını itiraf eder bourdieu. ne güzel şeydir buna tanık olmak.
izlemek isteyenler için türkçe altyazılısını şöyle bırakıyorum:
sinema yönetmeni godard'ın çocuklar için söylediği meşhur söz.
öylesine haklıdır ki bu sözü söylerken. çocuk önce ailede, sonra okulda bir baskıya maruz kalır sürekli. devletin, ailenin hegemonyası altındadır hep. sürekli bir iktidar ilişkileri bağlamında devletin ya da ailenin kendi ideolojisinin nesnesi haline getirilmeye çalışılır eğitim kurumlarıyla. ders kitaplarıyla, öğretmenler aracılığıyla. kendi olmasına izin verilmez. atasözleri bile çocuğa biçilen rolün ne olduğunu gayet iyi anlatır: "sus küçüğün, söz büyüğün." çocuksan fikirlerinin bir önemi yok. "uslu" çocuk olup büyüklerinin sözünü dinlemen gerekir hep. aksi gerçekleştiğinde "yaramaz" olursun. ya da "kötü" çocuk. "hayırlı" evlat, "hayırlı" vatandaş, ülkesine, milletine bağlı vatandaş olman beklenir senden. bunu gerçekleştirmediğinde, sana çizilen sınırın dışına çıktığında ise çok geçmeden damgayı yersin, dışlanırsın.
deleuze'ün, godard'ın bu sözünden hareketle yazdığı bir denemesi var. denemeden bir alıntıya denk gelmiştim, şöyle diyordu:
“Okulda öğretmenin bir işlemi açıklarken ya da yazım kurallarını öğretirken enformasyon ilettiği şüphelidir; emreder, daha ziyade buyruk tümceleri söyler. Godard'ın sözünü kelimesi kelimesine anlamak gerekiyor: Çocuklar siyasi tutuklulardır. Dil bir enformasyon aracı değil; bir buyruklar sistemidir.”
"denetim toplumları" başlıklı yazısında ise birey'i ele alışı, çocuğun da bugün denetim toplumlarındaki "siyasi tutukluluk" konumunu gayet iyi anlatır:
"birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekanından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul ("artık ailende değilsin"); ardından kışla ("artık okulda değilsin"); en sonunda fabrika; arasıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği."
foucault da sanki godard'ın bu sözünü doğrularmışcasına bir konuşmasında çocuğun aile içindeki konumu hakkında şöyle der:
"bana kalırsa anne babalar, çocuklarını bilgiye yönelik büyük bir endişe içine sokuyor. o sürece gösterdikleri ilgi yoluyla hatta. çünkü bu sürece kendi itibarlarını, fedakarlıklarını, kendi gelecek planlarını, kendi rövanş duygularını boca ediyorlar. bana kalırsa, anne babaların çocuk üzerinde kurduğu baskı endişe yüklü. ve çocuklar da genellikle bu endişeyi hissediyorlar."
tam da godard'ın bize söylediği şekilde, ailesi tarafından tutuklu değil midir çocuk bu durumda?
sürekli bir yerden bir yere koşturuluyor çocuklar. sürekli bir şeylere maruz kalıyorlar. ailesi tarafından, eğitim kurumları, devlet tarafından. küçücük yaşlardan itibaren bir ideolojiinin nesnesi haline getiriliyorlar.
çocukların bu hallerini gördükçe yazık diyorum.
"Bir şey sizi ele geçirir: nereden gelir o şey? Ne anlamı vardır? Böyle anlarda bizi kendi efendimiz olmaktan alıkoyacak denli üzerimizde hak iddia eden şey nedir? Neye bağlıyız? Bizi gasp eden şey nedir? Freud bize birisini kaybettiğimizde o kişideki neyin yitiririldiğini her zaman bilmediğimizi hatırlattı. Öyleyse insan kaybettiğinde esrarımız bir şeyle de karşı karşıya kalır: kayıpta bir şeyler saklanmaktadır, kaybın kuytularında kaybolan bir şey vardır. Yas neyi kaybettiğini bilmeyi gerektiriyorsa (ki melankolinin ilk baştaki anlamı bir ölçüde bilememekti), demek ki esrarengiz boyutu sayesinde, tam akıl erdiremediğimiz bir şeyi yitirmenin kışkırttığı bilmeme deneyimi sayesinde sürdürülmektedir.
Kimi insanları kaybettiğimizde veya bir mekandan ya da cemaatten yoksun kaldığımızda basitçe katlandığımız şeyin geçici olduğunu, yasın biteceğini ve önceki düzenin bir şekilde yeniden kurulacağını düşünebiliriz. Ama belki de, katlandığımız şeye katlandığımızda kim olduğumuza dair bir şey ortaya çıkar, başkalarıyla bağlarımızın hatlarını çizen, bizi oluşturanın o bağlar olduğunu bize gösteren, bizi meydana getiren bağları ya da ilişkileri bize gösteren bir şey. Burada bağımsızca varolan bir "ben" varmış da sonradan basitçe oradaki "sen"i kaybetmiş değildir, özellikle de "sana" olan bağımlılığım beni "ben" yapanın bir parçasıysa. Bu koşullarda seni kaybedersem, kaybımın yasını tutmanın yanı sıra kendime karşı anlaşılmaz oluveririm. Sensiz ben kimim? Bizi oluşturan bağların bazılarını kaybettiğimizde kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemeyiz. Bir düzeyde "sen"i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde "ben"im de kaybolduğumu keşfederim. Bir başka düzeyde, belki de "sende" kaybettiğim, hakkında hali hazırda kelime dağarcığım olmayan şey, münhasıran ne benden ne de senden oluşan, ama bu terimleri farklılaştıran ve ilişkilendiren bağ olarak kavranması gereken ilişkiselliktir."
....
"Çünkü eğer senin tarafından alllak bullak edildiysem, demek ki sen zaten bendensin ve ben sensiz hiçbir yerdeyim. Önce tercüme etmeye kalkışıp sonra seni tanıyabilmem için kendi dilimin kırılıp boyun eğmesi gerektiğini görerek "sana" nasıl bir tarzda bağlı olduğumu bulmadan "bizi" bir araya getiremem. Sen benim bu yön şaşkınlığı ve kayıp üzerinden kazandığım şeysin. insan tekrar tekrar böyle varlık bulur işte, henüz tanımadığımız şey olarak."
Deleuze ve felix guattari tarafından yazılan, Fransa'da 1975 yılında yayınlanan, türkçeye ise 2015 yılında çevrilen ve dedalus kitap tarafından yayınlanan kitap.
Kafka üzerinden minör edebiyatın oluş'unu anlatıyor kitap daha çok. Ve pek tabii Kafka üzerine pek çok anekdot içeriyor.
Kafka üzerine doğru bildiğimizi sandığımız şeyleri sorgulatacak, hatta yıkacak türde şeyleri de içinde barındırıyor kitap.
"Kafka'yı benimsemenin yalnızca iki ilkesi vardır: bir tuzak ya da bir sirk gibi öne sürdüğü soytarıca bildirilerine rağmen ve bu bildiriler dolayısıyla, derin bir neşeyle, bir yaşama sevinciyle dolu, güleç bir yazardır Kafka. Baştan aşağı siyasal bir yazardır, gelecekteki dünyanın kâhinidir, çünkü yepyeni bir düzenlenme içinde birleştirebileceği iki kutba sahip gibidir: odasına çekilmiş bir yazar olmadığı gibi, odası onun için bir tür çifte akım kaynağı işlevi de görmektedir: Oluşmakta olan gerçek düzenlemelere bağlanmış, gelecek vaat eden bir bürokrat akımı; ve sosyalizme, anarşizme, toplumsal hareketlere bağlanmış, günün havasına en uygun tarzda bir kaçış içinde olan bir göçebe akımı. Kafka'da yazı, yazının önceliği tek bir şeyi gösterir: kesinlikle edebiyatı değil; yasaların, devletlerin, rejimlerin üstünde, sözcelemin arzuyla bir olduğunu gösterir. Oysa sözcelemin kendisi her zaman tarihseldir, siyasal ve toplumsaldır. Bütün mercileri sorgulayan bir mikro-siyaset, bir arzu siyaseti. Arzu açısından bakıldığında, kafka'dan daha gülünç, daha neşeli bir yazar bulmak olanaksızdır; sözce açısından bakıldığında, ondan daha siyasal, daha toplumsal bir yazarın olmadığı görülür. Dava'dan başlayarak, her şey kahkahadır. Felice'ye Mektuplar'dan başlayarak, her şey siyasaldır."
" 'Metaforlar beni edebiyatta umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri.'
Kafka, her türlü metaforu, simgeciliği ve anlamlandırmayı da, her türlü adlandırma gibi, bilinçli olarak öldürür. Metamorfoz(dönüşüm), metaforun karşıtıdır. Artık ne gerçek anlam ne de mecazi anlam vardır, yalnızca sözcük yelpazesinde hallerin dağılımı vardır. Şey ve diğer şeyler, yalnızca kendilerine ait kaçış çizgisini izleyerek yersizyurtsuzlaşmış olan ses ya da sözcüklerin kat ettikleri yoğunluklardır artık. Bir hayvanın davranışıyla, insan davranışı arasında var olan benzerlik değildir söz konusu olan, hele sözcük oyunu hiç değildir. Artık ne insan ne de hayvan vardır; çünkü her biri, diğerini, akımların birleşmesiyle, tersine çevrilebilir yoğunluklar sürekliliği içinde yersizyurtsuzlaştırır."
Fatih'in edirnekapı semtinde bulunan mezarlıktır. içerisinde şehitlik de mevcuttur.
öyle bir yer ki burası, sanki istanbul'un içinde farklı bir evrene giriş yapıyorsunuz burada. Şehrin hengâmesi nüfuz etmiyor buraya. alabildiğine sükûnet. ölüm düşüncesi korku vermiyor, aksine, bir huzur kaplıyor sanki içinizi burada dolaşırken.
mezarlıkların, ağaçların üzerinde kargalar, uçuşuyor. kimisi de öylece duruyor bir mezar taşının üstünde. Karga sesleri ürkütmüyor sizi. öylece Seyir ediyorsunuz.
ölümün sessizliğini duyumsuyorsunuz sanki, içerisinde dolaşırken.
gösterişli mermer taşları, bir yapıtı andıran. uzun uzun ünvanlar.
oğuz atay'ı ziyarete gitmiştim. gerçi hoş, bulamadım da mezarını, içerisinde o kadar dolaşmama rağmen.
Ev içi emek, kısaca bahsini edecek olursak, kadının ev içinde harcadığı(ütü yapmak, yemek pişirmek, evi temizlemek, çocuklara bakmak vb.) emek türüdür. Sanayi ile birlikte gelişen kapitalizm sonrası daha da yaygınlaşan ev kadınlığı ev içi emeğin boyutunu artırmış ve yaygınlaştırmıştır. Ve de bu emeğin işlevlerini farklı boyuta taşımıştır.
Ev içi emek, pek çok sosyal bilimci ve feminist oluşum tarafından görünmeyen, saklı emek olarak tanımlanmıştır. Bunun temel nedenlerini ise basit olarak üçe ayırabiliriz. Bu nedenlerden ilki, bu emeğin toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde kadının doğal bir emeği olarak görülmesidir. Yani kadının bu emeği cinsiyetten kaynaklı sebeplerden dolayı yapması gereken işler olarak görülmesidir. ikinci neden ise, harcanan bu ev içi emeğin bir miktarının olmaması, emeğin harcandığı belirli bir zaman aralığı olmaksızın günün her saatinde kullanılıyor olması ve bu emeğin nesneleşmemiş olmasıdır. Üçüncü önemli neden ise bu emeğin kullanım değeri mevcut iken değişim değerinin olmamasıdır. Tüm bu bahsini ettiğimiz nedenler çerçevesinde kadının harcadığı ev içi emek ücretli emeğin karşısında değersiz kılınarak, görünmeyen bir emek biçimine dönüşür.
Bu emeğin işlevi ise gelişen sanayi ile birlikte kapitalizmin yeniden üretimine önemli bir kaynak oluşturan bir emek biçimine dönüşmüştür. “Eğer kadın evde çalışmasa, yemek pişirip ütü yapmasa, evi temizlemese, çocuklara ve yaşlılara bakmasa, erkek bu hizmetleri “ailenin reisi” olarak ev dışından para ile temin etmek zorunda kalacaktı. O zaman da erkeğin ücretinin daha yüksek olması gerekecekti. işte kadının evde “karşılık almadan” yaptığı bütün bu işler, kocanın daha az ücret alabilmesini ve ailesinin bununla geçindirebilmesini, işverenin de daha çok kar edebilmesini sağlıyordu."
Ve bununla birlikte kadının eşini psikolojik(moral vb), sağlıksal(yeme-içme, dinlenme) olarak işe hazırlaması, aynı zamanda fabrikalar için gerekli olan iş gücünü sağlamak amacıyla yeni bireyler yetiştirmesi kadının ev içi emeğini kapitalizmin yeniden üretimi için işlevsel bir hale dönüşmüştür.
tam adı "türkiye'de kadın sığınma evleri erkek şiddetinden uzak yaşama açılan kapılar mı?" olan, songül sallan gül kitabı. türkiye'deki büyük illerde bulunan kadın sığınmaevlerinde gerçekleştirilen saha araştırmasını da içeriyor.
kitap dokuz ana bölüm ve bu bölümlerde yer alan alt bölümlerden oluşmakta.
-KADINA YÖNELiK ŞiDDET YAZININDA ŞiDDETi AÇIKLAYAN KURAM VE YAKLAŞIMLAR
-DÜNYADA KADINA YÖNELiK ŞiDDETiN BOYUTLARI, ŞiDDETLE MÜCADELEDE KAZANIMLAR VE BAŞARILI ÜLKE DENEYiMLERi
-TÜRKiYE'DE KADINA YÖNELiK AiLEiÇi ŞiDDETLE MÜCADELE: SÜREÇ VE DiNAMiKLER
-TÜRKiYE'DE SIĞINMAEVLERiNiN DURUMU VE YÖNETSEL YETERLiLiKLERi ÜZERiNE BiR DEĞERLENDiRME
-SIĞINMAEVi KADINLARI: BiR ALAN ARAŞTIRMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERi
-KADINLARIN SIĞINMAEVi DENEYiMLERi
-TÜRKiYE'DE AiLEiÇi ŞiDDETLE MÜCADELEDE KORUYUCU-ÖNLEYiCi KURUMLARIN VE PAYDAŞLARIN ROLÜ
-SIĞINMAEVLERiNi SORULAR IŞIĞINDA YENiDEN DÜŞÜNMEK
-SONUÇ VE ÖNERiLER
sığınmaevlerindeki kadınlarla yapılan röportajların yer aldığı bölümde şiddet gören kadınların anlattıkları oldukça iç acıtır.
firdevs gümüşoğlu'nun tarihçi kitabevi'nden çıkan kitabı. ilk olarak 1996 yılında "ders kitaplarında cinsiyetçilik" adıyla yayınlanan kitap daha sonrasında "ders kitaplarında toplumsal cinsiyet" adıyla yayınlanmaya başlıyor.
kitap 1928'den günümüze kadar olan ders kitaplarında yazılı, görsel anlatımla gerçekleşen toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, bu eşitsizliğin çok küçük yaşlardan çocuklara nasıl aşılandığını gözler önüne seriyor görsel materyallerle. aynı zamanda ders kitaplarının toplumsal cinsiyet konusunda daha eşitlikçi olması için yapılan çalışmalar da kitabın içinde yer alıyor. aynı zamanda kitabın sonraki baskılarında, aradan geçen yıllar neticesinde kat edilen yollar, gelişmeler de kitaba ekleniyor.