birkaç saat sonra resmen tedavim başlamış olacak. her şey geçecek diyorum, ama emin değilim.
yani bok da çıkabilir güvenmiyorum.
kafamın içinde bir şeyler ölüyor.
fonda etta james çalıyor. içim eriyor...
bu yumurta kırıldı artık. ben gidiyorum.
kelebek olarak geri dönerim belki.
bilmiyorum.
kimse bilmiyor.
yine de pes etmiyorum...
yapraklar sonbaharda dökülür. ben daha baharın ortasındayım, yazı bile görmedim henüz.
hadi öyleyse, operasyon başlasın. oynatalım uğurcum...
nefesi ensemde bu ara. kokusunu alabiliyorum artık iyice.
canımın acısı geçer mi kollarına atılsam?
sevgili gibi bir şey bu ölüm dedikleri;
üzerine gidiyorum, kaçıyor.
kaçıyorum, sürekli peşimden geliyor...
bıraksa ya peşimi?
canım acıyor benim. hem korkuyorum da zaten.
nasıl ölmüştü dedem? -gülmekten-.
kocaman elleri var bu ölümün, ve kocaman ayakları.
oysa kendisine çok beden küçük gelirim ben. biraz daha zaman verse? büyüsem?
"Hep kendimi dünyanın en garip insanı olarak düşünürdüm.
Fakat sonra dünyada ne kadar çok insan olduğunu düşünmeye başladım.
Bu kadar çok insan arasında elbet benim gibi biri olmalıydı,
kendini benzer yönlerden tuhaf ve kusurlu hisseden.
Sonra onu hayal etmeye başladım. Bir yerlerde oturmuş onun da beni düşünüyor olduğunu hayal ettim.
Yani eğer bir yerlerdeysen ve bunu okuyorsan ve bunu biliyorsan,
evet, bu doğru ben buradayım ve en az senin kadar garibim."
ağrıyla uyandım. yine.
canım çok acıyor...
fakat sesimi bastırıyorum bak bu kez. dün geceki halin hafızamdan silinmiyor çünkü.
çünkü biliyorum ki yoruldun. ve bil ki ben de yoruldum...
bunun senin için ne kadar zor olduğunu görebiliyorum. benim için de ne kadar zor olduğunu bir bilsen. bilseniz...
bu yüzden istememiştim ya zaten yanımda olmanızı. bu süreç yeterince yıpratıcıyken bir de sizin kahrolmanızı kaldıramıyorum işte.
bu daha da zorlaştırıyor her şeyi. gerçekten..
geçmedi. geçmiyor hiçbir şey. daha da kötüye gidiyor.
iyiyim desem de iyiye gitmiyor. gücüm ve umudum tükeniyor. zayıfladığımı hissediyorum.
başımın ağrısı dinmiyor. kusmalarım gittikçe şiddetini arttırıyor.
kafamın içinde bir şeyler ölüyor.
içim ölüyor baba.
korkuyorum...
bana masal anlatsana. uykum var.
uyumaya ihtiyacım var...
çarşamba ameliyat olacağım. burnumdan gireceklermiş. nereden çıkacaklarını düşünmek istemiyorum.
tümör alacaklar, sonra ilaç falan...
amma isyankar beynim varmış bu arada.
korkuyorum. ölür müyüm ki acaba?
"daha erken. bence ölmezsin." dedi doktor ama insan bi kötü oluyor yine de.
ben oluyorum yani en azından. açıp baktım yazılanlara, millet en fazla 2 yıl yaşamış, sonra herkes ölmüş.
daha mı korkmayayım ulan!?
bu arada kanalları zaplıyordum az önce, reis-i cumhur hazretlerini gördüm.
bakın bu adam büyük baskı altında. çünkü bir ülkenin .mına koymak her baba yiğidin harcı değil öyle.
stresten kalp krizi geçirebilir, verem olur, kanser olur...
ölür bir şekilde. ölmeli yani bence.
şimdi bu adam tüm bunlara rağmen ölmedi ya, ben ölürsem çok üzülürüm lan.
hiç adil değil yani. ben ölmeyeyim. o ölsün.
neyse...
bugünlerde hiç konuşmadığım kadar ölüm konuşuyorum.
çok şiddetli saçmalama atakları geçiriyorum. korkumu belli etmemeye çalışıyorum.
hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçişini izliyorum, arada kahkahalara boğuluyorum.
hafızamdaki tüm güzel anıların dibini sıyırıyorum.
yer: bursa'da bir hastane odası
tarih: dün / öğleden sonra.
- kırkırdamayı kesin küçük hanım.
+ ...
- en son ne zaman kontrole gelmiştiniz?
(iç ses: en son ne zaman gelmiştiiim... son tariiih... neydi ki? hah!)
+ ağustos. (kaçıydı peki? hatırlamıyorum ki. hay allah!)
- 3 ayda bir kontrole gelmen gerekmiyor muydu?
+ ...
- eski tahlillerini ve operasyon sonuçlarını görmek istiyorum.
+ ... (neden ki?)
- 3 tane kitle var. biyopsi yapmamız gerek... bla bla bla...
lan!
nasıl!? bi saniye bi saniye!
ne!?
e ben daha dün sabah etrafa gülücükler saçıyordum. gözlerime inen ağrı bile engel olamamıştı gülmeme.
1,5 yıl öncesine geri mi döndüm ben şimdi? hem de 3 misli...
ne yapmam gerektiğine dair en ufak bi fikrim bile yok. korkuyorum bu kez.
fikir yürütemiyorum.
evdekiler durumdan habersiz, biyopsiden sonra söylerim diye düşünüyorum. ama nasıl?
- annemmmm.. yemek çok güzel olmuş ellerine sağlık. bu arada, bugün doktora gittim "beyninde tümör var." dedi. -yine-
yıkılır lan. yıkılırlar...
"nefes alıyorsak umut var demektir" değil mi? hep böyle söylerdim ben değil mi?
içimden bir ses "nah!" dese de umut veren bir şeyler var. birileri var...
neden her şey üst üste gelmek zorunda?
hem ben daha aşık olacaktım. -yine-
neden böyle oldu ki şimdi?
tanrı'nın! benimle olan uğraşı yetmemiş anladığım kadarı ile.
hayır, anlayamıyorum gerçekten.
tanrım! neden ben? anlatsana biraz.
ya da anlatma. dur. bu kez korkuyorum.
hem yoruldum da zaten.
günaydın. gidiyorum ben.
geri gelirim bence. benim hala umudum var.
içinizden birini / birilerini incittiysem affola. çocukluğuma, toyluğuma, kocakafalılığıma verin.
bana şans dileyin.
kendinize iyi bakın. bir de; gülmek bulaşıcı. gülümseyin. lütfen...
hayır ya ne ağlaması? uykusuzum ya, ondan gözlerim sulanıyor.
çok fazla yağmur ve yağmurun sebep olduğu gürültü var.
korkuyorum. ben hep korkarım ki böyle zamanlarda zaten...
başımın ağrısı da gözlerime kadar indi. çok canım acıyor.
öyle işte.
neyse...
vay anasını! denilen kadındır. hatta vay amk! daha da abartıp yuh amk! diyerek bahisleri açıyorum. var mı arttıran?
biri bana bu hanım ablanın ne iş yaptığını, aldığı maaşı, yaşını falan enine boyuna anlatsın yoksa çocuğumu kesicem!
"niye böyle dellendin? sana ne! ne yapıyorsa yapıyor." demeyin. bi kere ne kadar süredir çalışıp kazanmış da almış?
kırklı yaşlarındaysa tamam, olabilir. ne iş yapıyor ayrıca? genel müdür falan mı? hayır ev hanımıysa mümkün değil bi kere.
çocuğu var mı? bi çocuğun masrafı eğitim giderleri, sosyalleşmesi için verilen harçlıkları, okul servis ücreti,
giysisi, telefonu, akı boku derken 2 jeep parasını geçiyor. yani zor alır.
genç ve yalnız desek; zor. bi kere bu kadın plaza kadınıdır, diğer kadınlardan daha bakımlı olmak zorundadır.
çünkü bu bir yarıştır ve manikürü önce bozulan yarışı kaybeder. bu sebeple çok dolgun maaşlı,
ultra güzel bi işi olması lazım. aksi halde asgari ücretle alsa alsa babayı alır.
tamam çok zorlarsa corsa falan da alabilir bence.
sevgilisi olsa kısmına hiç dalmıyorum. çünkü onun gönlünü hoş tutmak için alacağı iç çamaşırı takımına kadar girerim ben.
bu bahsi kapatalım lütfen...
şimdi ben liseden beri çalışıyorum. hadi tamam lan saymayın o zamanları, part-time sonuçta.
üniversitedeyk... o da mı yemedi? tamam lan. mezuniyetten sonra epey çalıştım ben tamam mı?
annem de babam da benden kuruş istemediler. kardeşim istedi ama. hala daha istiyo. zaten hep söğüşlüyo beni pezevenk.
neyse...
peki ben kazandığım o parayı ne yaptım? biriktirdim. neden? çünkü osuruktan teyyare de olsa bi araba almak için.
peki ne kadar biriktirebildim? 8000 tl. 5 yılda 8000 tl. kalanını yedim çünkü. gezdim, yedim içtim...
sonra bi süre işsiz kaldım, 3000 tl de öyle yedim.
kalan paramı da babama verdim, tarla vardı bizim onu genişletti. hatta şu an karar verdim fındık işine giriyorum.
yemişim şehir hayatını, yemişim arabasını.
para biriktirmekten vazgeçtim. araba da almıyorum. hem benim ehliyetim bile yok ki zaten.
ben de yokum aslında. siz de yoksunuz.
ama ortada bi jeep var. kendine jeep alan kadın var. hem de kendi parasıyla.
vay amk!
dün akşam ablam aradı, bebeği olacakmış. "teyze oluyorsun!" dedi heyecanlı bir şekilde.
"hayır. dayı olcam ben." dedim.
sessizce bekledi, "ne diyorsun be!" diyebildi kısa bir süre sonra. "evet. dayı olcam ben bu sefer.
teyze ya da hala olmaktan sıkıldım. dayı dicek bana o velet." dedim.
"ayy ne kadar gereksiz şey varsa hepsini olmak istiyorsun sen zaten. ne bok olursan ol." diye hönkürdü ve kapattı telefonu.
küçükken de temizlikçi olmak istiyordum ben mesela. olamadım ama. annemler izin vermedi,
üniversiteye falan yolladılar. "oku, adam ol" dediler. "temizlikçiler adam değil mi?
hem, temizlik imandan geliyordu hani?" diyemedim tabi.
okuduk falan...
neyse ne diyordum?
heh! dayı olcam ben.
bence dayılık çok güzel lan, meslek gibi. ayrı bi karizması var, ağırlığı var...
mesela "ankara'da teyzemiz yok ki torpilimiz olsun" diyebiliyor muyuz? yakışmıyor bile.
ama dayı öyle mi? "benim üst mevkilerde dayım var" deyince cuk oturuyor.
hem ben dayımı çok severim lan, çizgi film falan izlerdik hep. gerçi hala daha izleriz denk gelirsek.
down türkiye gönüllülerinden sadece biriyim ve sendromlu çocuğu olan çok fazla aile tanıyorum.
zor bir hayat sürdürüyorlar. hayat onlar için iki misli daha zor. gerçekten zor.
ve zorlaştıran çocuklarının içinde bulunduğu durumdan çok kendini "normal" olarak tanımlayan herkes!
beni tanıyanlar iyi bilir tam bir ada aşığıyım ve fırsat buldukça adalara kaçarım.
bir gün yine bindim vapura, adaya gidiyorum. karşımda da bir kadın oturuyor.
kadıköy'den bir baba kız bindi, kadının yanına oturdular.
kız sendromlu. ama bir görseniz dünya tatlısı. hani "alıp içime kata kata severim" tabiri var ya,
onu uygulamalı göstertecek cinsten. cana can katar gibi, bıcır bıcır...
kadın önce kıza baktı tiksinti duyarcasına, sonra kalktı olduğu yerden başka bir yere oturdu.
orospunun o hareketinden sonra kız sustu. babası da.
adamın gözündeki hüznü asla unutamam. kızın şaşkınlığını da...
kalkıp kızmak geldi içimden, iyi de ne diyeceğim!? ne diyecektim!? ne denir? hangi birine? o kadar çoklar ki...
bu çocuklar farklı görünebilirler, farklı düşünebilirler, farklı hareket edebilirler... çünkü onlar gerçekten farklı.
fark edilemeyen şey ise insanların kendi bakış açıları.
abi tamam, sen hasta olarak görebilirsin, değiller ama öyle biliyorsun, öyle öğrenmişsin. tamam!
ama allah aşkına ya da taptığın her neyse onun hatırına virüslü gibi kaçmayın bu insanlardan. tiksinti ile bakmayın!
down sendromu bulaşıcı bir hastalık değildir.
down sendromu akıl hastalığı değildir.
sendromlu insanlar deli, virüslü, iğrenç ya da acınacak halde hiç değillerdir!
onların tek farkı kromozom sayıları!
çok koştum, çok koştuk. o kadar çok koştuk ki bir bilinmezliğin ortasında bulduk kendimizi. apayrı yerlere, birbirimizden uzağa sürüklendik. çünkü unuttuk; ben küçüktüm, haliyle adımlarım da öyleydi. o ise büyüktü, tabii adımları da. her adımda biraz daha uzaklaştı benden. şimdi tamamen gözden kayboldu. yolumu kaybettim. kimliğim de yok, polisler çevirmeden geri dönebilsem bari...
çok koşmuşum, çok yorulmuşum yetişeceğim diye. azıcık soluklansam ya. çıkınımda ne var diye yokladım, çıka çıka şarap çıktı. neyse artık, demlene demlene dönerim...
içinde ölsün dudaklarından bir türlü dökülemeyen tüm güzel cümleler!
işte! yolun başındayım, başladığımız noktada. bu kez o yok. kafa karşılıklığım, bir miktar da kalp kırıklığım mevcut. yorgunluk da ekledim bi kıt. soğanları da pembeleşinceye kadar kavurdum. sahi, neyin tarifiydi bu? unuttum.
amaannn... yine saçmalıyorum.
ona göre yine kafam güzel, konuşuyorum.
paytak'ı uyuttum, ben de yatıyorum.
yarın konuşuruz artık.
yeryüzündeki en boktan olaylar sıralamasında ilk 5e kesin oynar.
çünkü öz güveni yerle bir eder ve olaylar gelişir...
biri ile tanışırsın mesela, hayatına dahil edersin ya da etmeye yeltenirsin, sonra da burnundan getirirsin o insanın. seni tanıdığı güne lanet edecek hale gelir. neden? çünkü mala bağlamışsındır bir kere. her hareketinin altında bir şey ararsın. konuştuğu, görüştüğü kim varsa didik didik eder, güzel geçen her anını burnundan getirirsin. götüne sokarsın mutluluğunu.
bi hayli saçmalarsın, paranoyaların yüzünden boğarsın, gereksiz yere incitirsin. üzülürsün. çok üzülürsün hem de. incittiğin için iki kişilik üzülürsün. geçmişinde yapılan bu kalleşliğin acısını şimdiden, hatta belki de geleceğinden çıkarırsın. çünkü güvenemezsin. hayatındaki insana değil, kendine güvenemezsin. öz güvenin yerle bir olmuştur, geleceğini de sen yerle bir edersin bir şekilde. düşünürsün, bilirsin haksızlık ettiğini ama işte işler düşündüğün gibi değil, ağzından çıkanla ilerler. çünkü hayat böyledir. çünkü yaşadıkların yaşayacaklarını bir şekilde etkiler...
sonra uzaklaşırsın, mesafe koyarsın araya. hatta belki ansızın çeker gidersin, hiçbir söz söylemeden, tek bir açıklama dahi yapmadan. korkarsın. aynı şeyleri yaşamaktan, kırılmaktan korkarsın.
ve bıkarsın. paranoyaların yüzünden kalp kırmaktan, boğmaktan, mutsuz etmekten...
en sonunda başladığın yere geri dönersin.
dilinde yine o aynı şarkı mırıldanır; yalnızlık ömür boyu...
öncelikle jinekolojik muayeneye gidin. adet sancısına neden olan sorunun saptanması ve bu sorunun doğru bir şekilde bir "uzman" tarafından giderilmesi sağlığınız açısından çok önemlidir.
muayenede hiç bir jinekolojik sorun saptanmamışsa ağrı kesici kullanabilirsiniz. "doktorunuzun önerdiği", fizyolojinize göre değişen dozlarda ilaçları regliniz başlamadan 24 saat öncesinden kullanmaya başlayabilirsiniz.
leğen kemikleri alt açısı dar ise kaslar ve bağlar çok fazla gevşeme göstermezler. bu da regl döneminizin zehir olmasına sebep olur. yürüyüş, hafif tempoda koşu, aerobik ve pilates yapmak kaslarınızın gevşemesini sağlayabilir. ayrıca düzenli cinsel ilişki de pelvis kaslarınızda gevşemeyi sağladığından, regl dönemizi seks yaparak bir süre sonra daha az sancılı hatta tamamen sancısız geçirebilirsiniz. ayrıca mastürbasyon da regl sancısını hafifletir. orgazm sırasında yükselen endorfin, ağrının şiddetini azaltır ve sinirleri uyuştururarak vücuda daha az rahatsızlık vermesini sağlar.
karın üzerindeki baskılar da regl sancısına sebep olabilir. eğer yatabilecek pozisyonda değilseniz arkanıza yaslanıp baskıyı azaltın.
tüm bitki çayları herkeste aynı etkiyi göstermez. deneyip kendiniz bulacaksınız.
bitki çaylarında olduğu gibi karın üzerine konan sıcak su torbası da her kadında aynı etkiyi göstermez. hatta bazı kadınlarda kiste sebep olabilir. bir "uzmana danışın".
ağrı nedeni bulunamamışsa sorun psikolojik olabilir. psikiyatri uzamanından yardım almak gerekebilir.
özetlersek:
* mutlaka bir uzamana danışın.
* ilaç kullanın
* spor yapın
* seks yapın
* mastürbasyon yapın
* bitki çayları kullanın
* kendinizi sıcak tutun.
çeşitli evrimlerden geçmiş, beyni yaratıldığı ilk zamanlardan beri daha çok büyümüş, daha çok düşünebilme yetisi kazandırılmış, düşünebilen en büyük yaratık. tüm bunların yanında amip kadar yaratıcılığı olan, en iğrenç, en bencil, en vahşi, en acımasız, en aciz, en nankör, en zavallı olan canlı türü.
bak ben her şeyi anlamaya çalışıyorum, lakin (kendim de dahil) insan dediğimiz varlığı anlayamıyorum.
mesela sırf rimeli aktığı için üzülen insanları anlayamıyorum. o, rimeli aktığı, çorabı kaçtığı, ruju taştığı için kederden boğulurken, dünyanın herhangi bir yerinde aynı dakikalarda yüzlerce türdeşi tecavüze uğruyor (kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin hem de).
sırf tuttuğu takım yenildi diye birilerinin gözlerini kin bürüyor, cinayet dahi işliyor. insan, alt tarafı bir futbol maçı yüzünden türdeşini katlederken, hatta hakem gol vermedi diye küfürler edip gözyaşları dökerken, binlerce canlı yaşam mücadelesi veriyor bir başka yerde.
amip kadar yaratıcılığı olan dedim ya, sahiden de amip kadar yaratıcılığa sahip olan insan, bir başka insanın kusurları ile dalga geçebilme cüretini kendinde bulabiliyor. ve bunu yaparken o kusurların sebebini hiç düşünmüyor. dahası, küçümsediği insanın içinde nasıl yaralar açtığına dair fikir bile yürütemiyor.
anne ve babasının belki 5 dakikalık zevki yüzünden, belki de bi plastik parçasının gazabından yararlanarak dünyaya geldiğini düşünmeyen, "en son ne zaman nefes alabildiğin için minnettar oldun?" diye sorulduğunda verecek cevabı olmayan insan, başka bir canlının yaşam hakkını çeşitli şekillerle gasp etme yetkisini de kendinde pek ala bulabiliyor. ne kadar zavallıca...
peki ya sen, "sevgili" türdeşim;
en son ne zaman "bugün de doydum." diyerek bunu mümkün kıldığına inandığın ne varsa ona teşekkür ettin?
ne zaman başını sokacak bir evin olduğu için minnettar oldun?
bugün binlerce aç ve evsiz canlı varken, senin tek derdinin "o kızı yatağa atmak" olması ya da "o adamın sana çiçek almayışı" ne kadar da basit bir fark etsen...
peki en son ne zaman "bugün de yaşıyorum" diyerek aynada kendine bir tebessüm ettin?
ne zaman göz göze geldiğin insanlara gülümseyip "merhaba" dedin?
demezsin değil mi? yapmazsın. yapamazsın. çünkü bütün bunlar önce sana yapılmalı, ilk adımı atan sen olmamalısın. çünkü insan(!)sın.
sevdiklerine "seni seviyorum" dediğin en son tarih ne zamandı peki anımsıyor musun? sevgilin değil kastettiğim, ailen, arkadaşların, vs... uzun zaman oldu, hatta belki de hiç söylemedin öyle mi? neden? çünkü onlar hep yanındalar. onlar hiç gitmeyecekler senden, hiç geç kalmayacaksın sevdiğini söylemek için değil mi? aferin. söyleme. düşünebilen en yüce yaratıksın ya, bir bildiğin vardır elbet bu konuda da.
vaktin olursa ömründe bir kez olsun çocuk esirgeme kurumuna git, bir aileye sahip olabildiğin için minnettar ol.
bir kez olsun bir barınağa git, türdeşlerinin yaptığı o iğrenç işkencelere maruz kalmadığın için binlerce kez teşekkür et.
bir kere de huzurevine git. yaşlandığında, sevdiklerini kaybedip yapayalnız kaldığında ne halde olacağını gör, ders çıkar kendine. geç kalma sevdiklerine, pişmanlık yaşama.
ya da boşver ya...
sen başkalarının kusurları ile alay ederek egonu şişirmeye devam et. yanından geçenleri görme, yardıma ihtiyacı olanları duyma.
yediğini, içtiğini, kimlerle nasıl seviştiğini, nasıl deli paralar harcadığını paylaş her yerde. hayat paylaşınca güzel çünkü.
sevmek de en kolay zaten.
hı hıı...
* kedere mahkum eden sürekli bir varoluşun altında ezilmektir yalnızlık.
* kardiyovasküleregzersizler yapmak yerine, koca kıçını porsumuş kalbinin üzerinden kaldırmamakta ısrar eden insanların yaşam tarzları gibidir; sağlıksız ve bir o kadar itici.
annem hasta lan sözlük. insanın annesi hastalanır mıymış? hastalanıyormuş. anneler niye hastalanıyor ki? hastalanmasalar keşke. hatta anneler sonsuz olsa, sonsuza dek nefes alsa...
canım acayip sıkkın. kafamı dağıtmaya ihtiyacım var. öyle ki duvarlara vura vura dağıtma ihtiyacı hissediyorum şu an.
başım da ağrıyor. uykusuz ve açım. iki gündür tek öğün yediğimi yeni fark ettim de, iki lokma tıkıştırdım ağzıma. hala açım. iştahım yok ama. böyle zamanlarda iştahsız olurum ben zaten...
bir an evvel toparlansın annem. hatta hasta olan tüm anneler iyileşsin...
vizyona gireli 3 gün oldu, 3. kez gittim. yani sevdim abarttım...
uzun zamandır bu kadar çok sevmedim bi filmi. "en sevdiğin yerli film ne?" diye sorsalar bana masal anlatma derim şüphesiz. en azından burak aksak yeni bir film yapana kadar bu böyle olacak gibi.
bi kere yine o çok özlediğimiz mahalle kültürü var filmde. hani şimdikilerin asla bilemeyeceği "mahalle kültürü".
mahalle maçı yapan çocuklar, altın günü yapan dedikoducu teyzeler, kahvehanede toplanan esnaf, yavaş yavaş ölen güzel istanbul...
her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş.
ve tabii aşk... leyla ile mecnun gibi, içimize işleyen güpgüzel bir aşk...
bu aşk hikayesi tamı tamına burak aksakca olmuş. yani burak aksakca aşk olmuş.
aşk burak aksak olmuş...
bu adamın kafası da, gönlü de çok güzel. bu yüzden bu kadar güzel şeyler çıkıyor ortaya bence.
ayrıca; küfürsüz, argosuz mizah nasıl olur, onu da yine yeniden göstermiş.
kısacası muhakkak gidin, izleyin, izlettirin.
yer yüzünün en güzel, aynı zamanda en boktan şehri.
annem çok küçükken dedem tası tarağı toplayıp istanbul'a yerleşmeye karar vermiş. ailece istanbul'un yolunu tutmuşlar. taşı toprağı altın ya, "biz de nasiplenelim." demiş dedem.
babam okuyacağım diye evden kaçmış, amcamın yanına gelmiş. sağ sol davaları yüzünden amcam arazi olunca, babam da okulu siktir edip çalışmaya başlamış...
ben de istanbul'da doğdum haliyle. annemin çocukluğunun geçtiği sokakta, babamın esnaflık yaptığı semtte, levent'te büyüdüm.
23 yıl yaşadım, yaşadığımdan fazla yaşlandım. kalabalık, yoğun... anasını satayım bir şehrin nüfusu ülke nüfusuna eş değer olur mu lan!?
özlemiyor muyum? çok... çünkü en çok sevdiklerim istanbul'da. ama yemin ederim yoruluyorum her gidişimde.
çok klişe olacak ama o trafik var ya, afedersiniz ama .mına koyayım ben o trafiğin. levent'ten beşiktaş'a 1 saat yol mu sürer lan!? hayır hava soğuk olmasa yemin ederim yürürüm. otobüste, arabada, takside neyde olursanız olun, akmıyor sıçtığımın trafiği. hele bir de iş çıkışı ise hepten boku yediğinizin resmidir. aslantepe'den levent'e gidişimin 2 saat sürdüğünü biliyorum ben. arkada ambulans sirenleri çalıyor, çalıyor da yol veremiyorlar ki ambulans geçsin. ben ineceğim yerde indim, eve doğru saptım, ambulans hala aynı yerde siren çalıyordu. ölmüştür muhtemelen içindeki hasta. ben olsam "sikerim böyle şehrin ızdırabını" deyip nefesimi tutar intihar ederdim. adam haklı beyler...
kaç şehrin kendine has gürültüsü olabilir? istanbul'un var işte. her şeyi kapatın, gecenin en sessiz olduğuna inandığınız saatte çıkıp sessizliği dinlemeye çalışın derdim de, hangi sessizlik? uğultu var yaa, bildiğin uluyor şehir kuduz köpek gibi.
resmen ticarethane oldu her yer, ama öyle sizin benim gibiler kazanmıyorlar, kazanan hep belediye. kaldırımın bile ticarethane olduğu bir şehir lan burası. kaldırımlarda 3 masa, birkaç tabure görüyorsunuz diyelim. gidin sorun "abi yasak değil mi bunlar? kaldırımları işgal etmiyor musunuz? geçemiyoruz." diye. hop belediyeye ait çıkıyor o masalar, tabureler. haliyle devlet malı, yol açmak için iteleseniz otomatik olarak suçlu oluyorsunuz.
sonra her çeşit insan var diyoruz ya hani, bir de insanlıktan çıkaranlar var bu şehirde. mesela yoruldum biraz dinleneyim diyorsunuz, bir bankta oturma ihtiyacı hissediyorsunuz. bir bakıyorsunuz boş bank yok -zaten bank sıkıntısı var şehirde, millet söküp eve mi götürüyor, ne yapıyorsa!?-. birinde bir çift yiyişiyor*, bir başkasında bir kaç sap toplanmış apaçi müzikler eşliğinde kişisel ayin yapıyorlar. tövbe estağfurullah, allah yarattı demeyeceksin kız kulesinin taşlarına vura vura patlatacaksın kafalarını bunların. neyse...
boş yer yok anasını sattımın şehrinde. şehir ağzına kadar dolu olunca, haliyle otobüsler, metrobüsler falan tüm toplu taşıma araçları mülteci kampından farksız oluyor. 500t diye bir şey var. normal şartlarda yolculuk süresi 150 dakikaymış. ama istanbul'da her şey anormal olduğundan ötürü, yolculuk süresi de 150 dakikada tamamlanamıyor haliyle. bir de biniyorsunuz, aranızdan biri ölüyor ve adam yere düşmüyor. öyle kalabalık. allah herkese hayırlı ölüm versinden kasıtları bu olsa gerek. 500t'de ölmek ne lan!?
bir de akın akın insan kaynıyor. kuru kalabalık, her yerde. hala daha ıraklısıymış, suriyelisiymiş, bokuymuş, püsürüymüş yerleştiriliyor buraya. onlarda yerlilere yerleşiyor tabi. gelin gelin panayır var .mına koyim!
daha çok şey yazardım da, yazarken bile yoruldum anasını satayım.
"gelme lan o zaman bir daha" dediğinizi duyar gibiyim.
gelcem lan işte! mazoşist bir yapım var belki.belki acıdan zevk alıyorumdur. olamaz mı?
normal erkektir.
eğer anne adayında erken doğum gibi hamileliği tehlikeye düşürecek bir durum yoksa, hamileliğin her döneminde cinsel ilişki serbest olabilir. doktorlar mutluluk hormonunun aktif olarak salgılanması ve bebeğe geçmesi açısından hamilelik döneminde cinsel ilişkiyi tavsiye etmektedir. ayrıca salgılanan hormonlar ve spermin içindeki hormonlar özellikle 37. haftadan sonra doğumun normal olarak başlamasını sağlamaktadır.
doğuma birkaç gün kalıncaya kadar seks yapılabilir. seks, hamileliğin hiç bir döneminde engellenmesine gerek olmayan fizyolojik bir olaydır.