youtube da binlerce şarkısı olan genç bir yetenek buldum, sende albümü var mı diye geldi bu arkadaş. yok son zamanlarda hemen herkesle şarkıları varmış da .. vay şimdiye kadar niye fark etmemiş de ? (bkz: bir arkadaş)
galiba en çok amatör sanatçılarda var bu hastalık. lise partilerinde gitar çalan çocuk illaki teoman'a laf sokacak, murat boz'dan bahsederken de soyadı kullanmayacak mümkünse. "murat da böyle başlamış abi, bir gün barda çalarken , özdemir abi dinlemiş bunu, almış yürümüş sonra. yoksa ses falan yok yani. " ya da " teoman yakında döner abi , albüm çıkarmasa ne iş yapacak" sanki teoman'ın arkasında vokal yapmış, sanki murat boz'un her konserinde orkestradaymış gibi. bazen kendini iyice kaptıranları görüyorum. türkiye'nin en iyi saz çalan sanatçıları için sesini tutturamıyor diyeni mi ararsın, milyonlarca hayranı olan sanatçılar için arkasında şov ekibi olmasa sıfır diyeni mi..sadece sanatçılar için geçerli değil tabii. ülkenin en iyi vergi uzmanından bahsederken bir şey bilmez aslında diyeni de gördüm, fakültede ders veren hocanın kendisine danıştığını söyleyeni de.
nostaljik şarkılar dinlerken başıma gelen. şarkı bir gelip bir giderken, herhalde kayıt çok eski diye düşünmüştüm. o kadar eski ki , youtube bile çalamıyor düşün artık . şarkılar eskimemiş meğer, eskiyen ve bizi artık yormaya başlayan, yaşadığımız zamanmış.
daha önce oldu mu bilmiyorum. bugün piyasalar kapanırken bist 100, euro , dolar, gbp, altın ..vs her değer düşerek kırmızı bir ekran
oluşturdu. ekonomi bilimcileri bunu da açıklayın. hani borsa düşerken , döviz yükselirdi. altın hep güvenli limandı. hani o gün üzerinde gül kurusu renginde.. pardon bunu başka yerde söylemiştim..
yavaş yavaş yükselen bir şarkı bu.. belki çıkalı 6 aydan fazla oldu ama 2013 sonlarında daha çok çalınmaya başladı. hit olmasını bekliyoruz hayırlısıyla.
eğitimini almadığım bir konu hakkında ahkam kesmeyeceğim. ama birkaç film dergisi karıştıranlar, haftasonu gazetelerin film yorumlarını okuyanlar dahi; filmden çıkınca senaryo örgüsü, kurgu, hikayenin kahramanlar üzerinden anlatımı, final vs üzerine hayli söz söyleyebilirler . film çekmekle müsamere düzenlemek veya televizyona parodi hazırlamak arasında ne kadar fark olduğu veya olması gerektiği de böylece anlaşılabilir. elimizde şimdiye kadar işlenmemiş - gerçek olduğu söylenen - iyi bir konu var. güneydoğuda ilk kadın belediye başkanının hikayesi.. 1950 li yıllar.. devlet algısı, yerel ilişkiler vs. böyle güzel bir zemin ve coğrafyada yönetmenin harikalar yaratmasını bekliyoruz haklı olarak. vizontele öykünmelerinden de rahatsız değiliz ama bari senaryo biraz daha özenli olsaydı. espriler ortaokul düzeyini geçse ve bu kadar çok mesaj verilmeye çalışılmasaydı da biz de alkışlasaydık yönetmenimizi.. neticeten izlemeyenler için söyleyelim, beklentileri ne kadar düşük tutarsanız o kadar iyi olur. bir de yapabilirseniz mesaj gelen kutusunu şimdiden temizleyin.
çocukluğumda kafa karışıklığına yol açan bir kadın olarak hatırlıyorum kendisini. radyoda hem prenses olduğu söyleniyordu hem de çok güzel şarkıları vardı. en ünlü şarkıları "flash" "irresisteble" "young ones everywhere"
kasaba , zaten özü itibariyle sıkıntılıdır. bakmayın siz rakı masasında ege kasabasına yerleşme geyiği yapanlara. kasaba; dışarıdan gelen için organik domatestir, kırda mangal yapmaktır, sizi tanımadan selam veren kasketli amcadır, hilelik yapmayan ali'dir. ama bu bakış açısı şehirlidir, ukaladır; bir gün pikniğe gidip çok beğendiğiniz yere yerleşirseniz bir süre sonra tekrar konuşalım bu konuyu. işte muzaffer, böyle bir kasabaya geliyor, doğduğu topraklara film çekmek için.. ama anne babası için " para getirecek bir iş değil bu " çünkü burada geçer akçe başka bir şeydir. nbc gerçek hayatında kim bilir kaç kez duymuştur " film çekmek de iş mi canım " diyen hemşerilerini .. onlar yani geride kalanlar için , mesela subay olup dönmektir başarı , askeri okuldan düzgün ütülü üniforma ile gelip babasının elini öpmektir önemli olan. bence nbc nın hayatında çocukluğuna dair kaygılarıyla yüzleştiği bir film mayıs sıkıntısı. muzaffer'in diyalogları , nbc nın kendi hayatında kim bilir kaç kere yaşadığı anılarından artakalanlardır. belki ben de , o coğrafyada doğup büyümenin getirdiği hislerle, en çok bu filmi ile özdeşleştiriyorum hem nuri hem bilge hem de ceylan olan bu büyük adamı , ve kendi adıyla anılan nbc sinemasını. filme gelince , bir entry den fazlasını hak ediyor..
niyetimiz hafta sonu sadece bir korku filmi izlemekti. The Children iyi bir seçim diye düşünürken ablayı izlemekten filme konsantre olamadık. bu çocuk kimindi ? e bu adam ölmemiş miydi diye filmi anlayamadan bitti.
amerikan gerilim filmlerinden sıkılanlar için tavsiye etmekle başlayalım. Gereksiz diyaloglar, ses efektleri, senaryoda açık kalmış belirsizlikler olmadan da film yapılabilirmiş demek ki. tabii ki filmin ikinci yarısında her şey açığa çıkıyor ama , yönetmenin de son ana kadar seyirciyi saçma sapan bir finale bağlama derdi yok zaten. az ama iyi oyuncular, esaslı bir hikaye örgüsü, işini bilen bir yönetmenle bu türün izlenmesi gereken bir filmi olmuş. spoiler gereksiz ama 97 dakikanın çok çabuk geçtiğini söyleyebiliriz.
Bu seneki kutlamalar 22 Eylüldeki açılış kutlaması ile başlayacak ve ( geleneksel olarak ) Ekim ayının ilk pazar gününü de içine alacak şekilde 7 Ekim'de sona erecek.
yarısında çıktığım video..yorumları ve twitter daki yazıları okuyunca hayattan bir soğuma geldi bana. yok onun gideri varmış da, nefes alsın yetermiş de..şimdi dağılalım ve bir süre görüşmeyelim olur mu ?
adına rağmen hızla engin enişte üzerinden ilerleyen tespit / gözlem şahanesi. cadde çocuğu piç alper, ailenin daha çirkin daha renksiz kızıyla nişanlı efendi adam engin ve tabii ki sokakta bin tane birden görebileceğiniz sinem. uzun uzun anlatmayacağım , meraklıları için bir an önce albüm kitap neyse çıksın artık eski sayıları tekrar karıştırmaktan bıktık. ama son ( 259 ) sayıda sinem'in sadece seks olarak anlattığı o geceyi dinlerken , engin eniştenin yaşlanması çizgi ile bu kadar mı güzel anlatılır. sinem'in yanında hormonları tavan yapan eniştenin ter içinde kalmasını hep izleyelim ama; son karelerdeki dileği bizler de enişte adına cihan kılıç'a tekrarlıyoruz . sinem bir kere de enişteye versin.
sait faik abasıyanık'ın mahalle kahvesi adlı kitabından bir kısa öykü ... yağmurlu günde bir sütçü dükkânına giren yazar, sütün tadı ve kokusuyla çocukluğuna döner, içkiden , sefil zevklerden , kötü arkadaşlarından kurtulup çocukluğunun masum hayatına dönmek ister. bu his o kadar hoşuna gider ki bir bardak daha süt ister. ancak bardaktaki süt biterken
bıraktığı yaşamına dönmek zorunda olduğunu anlar, bunu ( yaşamının kendisini çağırmasını ) o kadar dramatik bir dille anlatır ki ; bir kısmını yazmasam olmaz.
"yağmurun içindeki her günkü dünya: 'hadi çabuk ol. yeter artık. gel buraya. bizimle beraber olman lazım. böyle biteviye sütçü dükkanında kalıp, yeniden doğmuş numarasıyla oturamazsın. seni bekliyoruz. alıp götüreceğiz. her şey, bütün insanlar seni bekliyor. onların arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun. yeniden doğulmaz. doğsan bile n'olcak? seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var. hem canım sen nasıl bir dünya istiyorsun? görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış... olur mu böyle şey? hadi gel. dön her günkü hayatına.'"
" tarih boyunca insanın doğadaki sürrealist zihinsel tepkimelerinin arkasında yatan ; neopsikopatik düşünce güdülerinin suyun öz kaynağında görülen benzerliğe paralel olarak ne yapıyor la bu amk "
şimdiye kadar türk korku fimlerine emeğe saygı lütfen, paylaşım için teşekkürler diyen biri olarak joker hakkımı kullanarak bu filmle ilgili bir kaç eleştiri de ben yazayım artık, yeter sıkıldım çünkü. sinema yapımcıları derneği başkanı mıyım arkadaşım ! ( böyle bir dernek olduğundan da emin değilim gerçi )
- filmin ilk bölümünde tempo çok yavaş ilerliyor, bir de bizde musluk olsun yumurta olsun her naneye zoom yapmak , filmi iyice yavaşlatmış. lost 'da kamera zoom yaptığında , heyecanlanırken , bu filmde zamanın geçmesi için ileri sarmak gerekiyor.
- elif'in erkek arkadaşı ne iş kardeşim, böyle gizemli telefonlar falan, bir şey varsa biz de öğrenseydik.
- madem filmin adını musallat 2 koyduk, bari ilk filme bir selam gönderseydi yönetmenimiz, biz ilk filmi izleyenler de eyvallah hocam , selametle inşallah deseydik.
- eskiden köye elektiriğin geç geldiğini söylerdi büyüklerimiz, bu filmde bazı evlere geldiğini, bazı evlerin ise gaz lambası ile idare ettiğini öğrendik.
- erkek arkadaş elif'i aramak için köye giderken yaşananlar iyiydi de , elif'imiz güvenli ellerde iken hacı amcanın gecenin bir yarısı elif'in köye gitmesine izin vermesi.. bari o da yanlarında gitse de sonradan kaybolsaydı falan.
şimdilik bu kadar arkadaşlar, gecenin bu saatinde aklımda kalanlar bunlar.. selametle inşallah da ne demekse !
korku filmini izlemeden önce sözlüklerdeki yorumları okumaya çalışıyorum. bazen çok zihin açıcı tespitler yapan , öyle ayrıntılar yakalayan yazarlar var ki ; sinema yazıları için bile takip etmeye değer. the woman in black izlemeden önce de aynı şeyi yaptım. neredeyse okuduğum bütün yazarlar söz birliği etmişcesine hiç korkmamıştı ve film klişelerden ibaretti. vay efendim perili evden , camdan bakan siluetlerden , sallanan sandalyelerden , küçük korkunç kızlardan gına gelmiş. gıcırdayan kapılar, üst kattan gelen ayak sesleri, karanlık , ses efektlerinden bıkmışlar.. nasıl bir şikayet nasıl bir ağlama, anlatamam. sevgili okur, sözüm ve sorum sanadır : bir korku filminden ne bekliyorsun ? yönetmenler , senaristler 80 yıldır bunu çekiyorlar.. çünkü korku öğrenilen bir şeydir. insanoğlu nelerden/neden korkacağını öğrenmediği hiç bir şeyden korkmaz. ve ilk korku filminden bu yana, korkmamız gerektiğini öğrendiğimiz şeylerden korkuyoruz, yönetmen de benim, senin korktuğunu öğrendiği şeyi çekiyor. sen de buna klişe diyorsun. evet doğru bu klişedir ve sen bundan korktukça sinemacılar başka bir şey çekemeyecektir. genetik kodlarımızda karanlıktan, üst kattan gelen ayak seslerinden, gıcırdayan kapılardan korkmamız gerektiğini öğrendik..konuyu dağıtmayacağım, o yüzden mağarada yaşayan insanların korkularının hala nasıl içimizde devam ettiği başka bir yazının konusu olsun, ama şunu unutmayalım, 80 değil 180 sene geçse yönetmenler aynı şeyleri çekmeye devam edecek, bizler de " hacı çok klişe ya, çok güldük , eki eki.. " demeye devam edeceğiz. son olarak başka sözlükteki bir yazar 2012 de hala korku filminde bunlar mı olur gibi bir şeyler yazmıştı. kardeşim ; seni 2012 de korkutmak için ne yapmalıyız acaba , uzaylı mı getirmeliyiz, robotlar ellerinde ışın tabancaları ile mi saldırmalı ; elektronları mı çarpıştırmalıyız ne istiyorsun ? ha diyorsan ki ben başka türlü korkmak istiyorum, bildiğimiz en eski yöntemi deneyelim o zaman , sen uyurken kese kağıdını patlatalım başucunda.. bu arada ben niye bu kadar sinire kestim onu da anlamadım..
( bu filmle ilgili bkz moderatör tarafından silindiğinden entry tekrar girilmiştir )