bir adam vardı, yahut bir hikayeden bir kısımdı bu, hatırlayamıyorum şimdi. diyordu ki, "günde en az bir saat dükkanı kapatır ve düşünürüm". o adamın miğdesine diz atmak isteyenlerin sayısı -ben de dahil- hiç az değildi.
safi oturup "düşünüyorum, umursuyorum" demek değildir düşünmek. eyleme geçmeyen hiçbir işkil, düşünce değildir. eylemden kasıt, işlemek. düşünceyi işlemek. bedenle ya da çok farklı bir şekilde.
koyu çay sıcaklığı altında, demir bükey bir geceydi, ruhuma dokunduğum.
çünkü annem, yüzüme vurmamıştı hiç bir zaman.
babamın sakallarındaki elleri kıskanıyordum mütemadi,
abimin kadınlarına uzanıyordum titrek çocuk.
üç
sayılar ve renkler
sevgililer, saflığa bulanmaya çalışan
materyal olgularda boğulan
sevgililer.
öğreten, konuşmadan konuşamayan
suskunluğu çok sevip, suskunluğumda "iyi" etiketleyen
ve iyiyi hiç sevmeyen
loş ışıklarda sabrı turkuaz belleyen
bedenlere hapsolmuş tükürükleri, üzerlerine bulaşan terleri
üzerime silen
sevgililer.
anime.
ruhuma dokunduğumda, gözlerime küsmüştüm.
kadına dokunduğumda, salt erekte.
yineliyordum ardı arkası
"şair değilim ben!"
beni okuduğunuz gün, ben olmaya çalıştınız.
sevgililer. boşluk kadınları.
kadınlar. boşluk sevgilileri.
kulbu kırılan bardakların, kalp ağrıları
ıssız adamların, ıssız kadınları.
hahaha!
hayır hayır, şair değilim ben!
kadın alkol, alkol kadın.
vodka!
ben kötüyken benimle, iyiyken kötüyle
alkolleşen
bar kadınları.
basılmış on iki yaş çocuğu telaşında, alınan kararları uygulayamama merkezidir boşluk. boşluktur bu, ilkokul fen bilgisi laboratuarında, çatlak camlı vakum aleti içerisinde "hava olmazsa yanmaz" denen mumu göbeğine katılaşmamacasına damlattığın, ve fakat havadan görecesiz münezzeh; cümlelerini uzattıkça uzatmaya çalıştığın, nihilizme lanet yağdırdığın, kadınsan kevaşeleştiğin, adamsan kevaşeleştirdiğin, klişelere düşmanlıkla bağlandığın, telefonu hep beklediğin, telefonu hiç beklemediğin, telefonun hep çaldığı, telefonun hiç çalmadığı, telefonu hep açtığın, telefonu hiç açmadığın..
dakikaları, anları sorgularsın yokluklarını bile bile. bilmezsin fakat, "yok" bir reddetme mekanizmasıdır aynı zamanda. hiçlere boyun eğersin. salaksın.
demiş ya, "katil hep garson, kötü de orospu çocuğudur çünkü" diye. sana göre ise, kötü tanrı, iyi ise orospu çocuğudur.
burada neler heba oldu bir bilsen, ah dostum! puder'leşti kadınlar, raif'leşti adamlar.
burada nelere kanıldı bir bilsen dostum! adamlar öldü, kadınlar, çocuklar. ama önce hep çocuklar.
burada neler yakıldı bir bilsen.. hayaller satıldı, kalan sağlar ufak tefek kutulara toplandı birer beşer.
bilmiyorsun dostum; sanrı, gerçeği kum üzerinde yıldızlara böler..
boşluktur işte, kötü tanrı, iyi yoktan iyidir.
dünya her gün yeniden yaratılmaz. ve fakat birden uyuyakalırım belki dersin her şeyin ortasında, bir bardak kahve ile; narçiçekler sarar etrafımı. belki işte, saçma yahut değil; inatla belki işte.
sonra kahve içemez olursun. bu, böyle gider dostum.
sıradanlığı öve öve çocukların beynine 'gitmek' temasını kazıyan kitap. tercihler sonucu ortaya çıkan durumları, çevresel faktöre bağlamak üzerine kurulu tamamen. raif efendinin kitap boyu övülmesi sinirlerimi hoplattı. "hayatına bir kadın girdi ve o artık herkesin içini görebiliyor".
ah be maria! sıradan olma bu kadar: "erkek gibiyim aslında ben, bu yüzden belki. ama işte bir şey eksik. inanmak konusunda sıkıntılarım mevcut". kadın işte.
sonuç olarak, çocukların bu kitaptan yola çıkarak ilişki kavramına yaklaşımlarını gördükçe, üzülüyorum.
yadırganan. renkten ve zevkten tartışmasız mahrum -yahut seçimli- olan. edilgen sıfatları şiddetle reddeden. vicdani.
ilk arada, üç sigara sonrası kulakların çınlamaya başlar. sol ya da sağ. farkı mühim değil. dikkatle incelediğinde otobüsü, oturduğun koltuktadır aslında. ki aslı astarı olmayan mastar ekleriyle bezeli kaliteli kumaştandır koltuk. üzerine bırakmışsındır soğusun diye üç beş satır beyaz kağıdı. işte, oradadır. gidip dalmak değildir mes'ele; aslolan kayba meyillidir zira! ve fakat girmişsindir bir kez, çıkmak imkan külfeti dışında..
tadı; yenmeyecek derecede taşlı olandır boşluk. dolandırır.
kafam güzelken bana söylenmemesi gereken bir söz. söylenmesi durumunda aşağıda özeti geçilen konuşmaya maruz kalınabilir.
"hayat be oğlum. arkası illa ki yarın. düşün bak; herşeyi şu anda yaşayabilme ihtimalin olsa nasıl olurdu? güzel olmazdı be oğlum. özleyemezdin. küfredemezdin. daha çok konuşabilirdin sadece, bir an için. arkası olmazdı. polianna'yı yadırgayamazdın. içemezdin. ölür giderdin be oğlum.
yahu inanış meselesi değil. yanlış anlama. saptırma. inanan bir adam değilim deilcesine; biliyorsun. olması gerekenler değil konumuz. lucifer'e saygı duyabilme potansiyelimde var zaman zaman. bunu da biliyorsun. anlatmaya çalıştığım; sergio leone olmamaya çalışmak. dört saatini verdiğin birşeyin sonunda ekran başından 'mnskiy hayalmiydi gerçek mi' diye dumur vaziyette kalkmak; insanları bu şekle sokabilmek değil; bu şekle girmek sadece. ellerini masa altından birleştirmek herhangi bir hatun kişi ile. kafamda bir "sevişmek, sevişmek, sevişmek" sesi olduğunu ve bu sesi bastıramadığımı düşünmelerini sağlamak insanların. oyna be oğlum. yaradan ya vardır ya yoktur; ben bilmem. ortada bir oyun var. oyna sadece. düşünme nedenini nasılını. dokunma bileklerine. oyna sadece. al tak şunu. yarın devam ederiz."
evet...
o gece balkonda ölü bir adam buldum... yaklaştım... soğumuştu bedeni...
üç kırık bira şişesi ve etrafa dağılmış sigara izmaritleri...
yağmur yağmadı gece... neydi bu ıslaklık yerdeki... eğildim... dokundum...
bildiğin su..
ama tuzlu... olamaz dedim... bu kadar ağlayamaz bir adam...
ama buydu cevap... adam ağlamış... ve ölmüş...
etrafa baktım balistik bir sonuç arayan dedektif edasıyla... ne duvarlarda kurşun izleri, ne de adamın bedeninde kan vardı...
hiçbir şey yoktu...
masadaki kağıt parçasını gördüm sonra...
intihar mektubu sandım ilk önce... aldım okudum... yanıldığımı anladım...
ateş böcekleri ve hayalet avcıları yazıyordu ilk satırda... el yazısı kötüydü...
zorlanıyordum okumakta...
adam çocukken olan bir anısı anlatmış... belediye ilaç sıkmış, tüm ateş böcekleri ölmüş, ama bir tanesi canlı kalmış, almış, saklamış, sonra sevgilisine göndermiş... falan filan...
güzel bir anı.. akıcı anlatmış... ama hayır.. bu bir intihar mektubu değil...
adama baktım tekrar... saçları kısacık... sağ elinde kalem... sol avucu kapalı...
zorladım, açtım sol avucunu... sol avucunda kanamayan ama kocaman bir kesik... saçlarını doldurmuş yaranın içine... bu yüzden ölmüş... anladım...
sonra ceplerine baktım belki bir kimlik vardır diye... arka cebinden cüzdanı çıktı...
kimlik yok... ehliyet yok.. para yok... fotoğraf yok... bomboş cüzdan...
diğer ceplerine de baktım... ön cebinde garip bir şey vardı.. elimi çıkartıp baktım bu ne diye...
sonra sanki gaipten bir ses duydum...
- anaaa.. necmi... bak lan bak... ateş böceği...
ölü bir ateş böceği vardı adamın cebinde...
ne tuhaf...
yağmur yağmamıştı... neydi yerdeki ıslaklık?
bu kadar ağlamış olabilir miydi bir adam...
bu kadar ağlamış ölebilir miydi bir adam...
ölüler siyah görmez...
ölüler bakmaz bizim gibi..
ölülerin göze ihtiyacı olmaz...
ölüler senden iyi görür... körler de öyle..
beyaz...
kırmızı...
sarı...
mavi...
ama en çok mavi...
içimde dans eden bıçak kanatlı bir karga var...
her anı bir takla daha attırıyor...
her takla bin kesik daha..
burnum kanıyor...
anladım...
çünkü zaman zaman ben de kanadım...
beyaz...
kırmızı...
sarı..
mavi...
saçlarımı kesip attım masaya...
bir de siyah...
ölmek için yeterince güzelim dedi..
hayır dedim.. daha değil...
otur... gitme.. ölme... biraz daha içelim..
içelim, güzelleşelim...
sonra ölürsün...
dinlemedi...
ben büyüyünce mutlu olacak adamdım... şair falan değil..
olamadım mutlu... başa sardım...
şimdi sekiz yaşındayım...
evet... büyüyünce mutlu olacağım...
geri gelmeni dilemedim..
ki zaten benim için gelmedin...
çünkü sence ben,
seni yeterince sevmedim...
düş işleri bakanlığının korumasında düşlerin...
yedi çocuk, yedi elçi...
onlar uyumamıştı hiç...
aşk gibi bir düş varken...
neyime düş gibi bir aşk...
sabah kahvelerimizi soğut sevgili...
menekşeleri kurut...
iki kişilik bir aşkı bitiremez tek kişi...
gün olur gelirim...
gün olur gelirsin...
soğuk kahveyle boyarız bir duvarımızı...
sonra bir çerçeve asarız duvara...
içinde kurutulmuş bir menekşe...
balkondaki su...
bu kadar ağlamış olabilir miydi bir adam?
adam gibi özleyişleri özledim..
özlemleri özledim...
beyaz..
kırmızı..
sarı..
mavi...
ama en çok mavi..
kar... ah kar... yağ üstüme...
sakla beni... masallardan... yalanlardan... aşktan...
- hakikaten o gece ölü bir adam vardı.. ozan değildi ama.. insandı
- o gece güzeldi doktor... ağız tadıyla öldüm ben.. ilk defa...
- balkonda bir adam varsa ölü.. içerde de bir adam vardı ağır yaralı.. bekle beni birlikte ölelim.. ha gayret..
o gece çok yürüdüm...
birinci köprünün altında yakmıştım ilk sigarayı...
börekçilerin önüne geldiğimde ikinciyi yaktım..
oturdum tüm pencerelere baktım...
kalbim karşı kıyıya, beykoza çarpacak sandım...
evet evet bendim o..
yazıyı yazan senin elin.. gören benim gözler..
uzaktan bakan o adama.. evet evet bendim o..
kırık bira şişeleri ve bir tutam sigara izmariti.. sonuna kadar içilmiş.. sonuna kadar sevilmiş bir kadın uzakta..
kurtarabilir miyim diye düşündüm önce karanlıktan bakarken.. sonra bir baktım..
o kadar mutlu ölüyor ki..
bu kadar mutlu ölene.. çok da yaşamak yakışmaz..
adam..
adam olana.. ölmek bile yakışır kırık bira şişeleri arasında..
yağmur değil.. kar değil.. buz gibi gözyaşı vardı balkonda..
hiç ağladığını söylemedim o adama.. hiç öldüğünü söylemedim..
gittim içeri.. başım önde..
tanımadığım bir kadına sırtımı döndüm.. ağladım..
ne ben ona ağladığını söyledim.. ne o benim ağladığımı bildi..
oysa.. biz.. ikimizde ölmüştük o gece..
şimdi o anlatılan balkonda.. sırtıma namussuz bir rüzgar esiyor..
duruyorum bir başıma..
kırık bira şişeleri.. sigara izmaritleri...
öldük tamam ama..
yaşasak mı bir daha?
bi daha yaşamak mı...
senin fikrin ne?
hazır mısın tanımadığın başka bir kadına sırtını dönüp ağlamaya?
beni sorma... ben yine ölürüm...
ikincisi kolay gelir bir kez öldükten sonra...
ölürken yaşamış numarası yapıyoruz..
yaşarken ölü numarası yaparız..
hiç sorun değil..
isterse o ışığı söndürebilirdi..
uyumadığını görmesini istiyordu adamın..
perdeyi de aralamıştı hatta...
ne o, ne de adam... uyuyamayacaktı o gece...
bir ölü nasıl uyanır?
nasıl uyursa bir yarı tanrı...
işte aynen öyle...
babaları tarafından çok sevilen kızların teni güzel kokarmış...
en güzel benim kızım kokacak öyleyse...
cesaretin varsa sen de öl benle bu gece...
dememiş miydik sen ölürsen ben de ölürüm diye..
ben bi defa öldüm..
eşlik et bana ikincisinde...
cesaretin varsa sen de öl benimle bu gece...
belki yeniden doğarız..
senli ya da sensiz..
benli ya da bensiz...
ölmek yakışır mı ki bize acaba..
öldüm ama bir şey anlamadım...
bir parça daha ölebilir miyim memur bey?
hadi gel..
balkondaki suyla yıka ellerini..
biraz tuzlu ama olsun.. siler parmak izlerini...
kimse bilmez boğazımı sıktığını...
yıka ellerini...
ve herşeyden öte...
ben yüzümü yırtıp içimdeki korkuyu gösterdim sana...
kötü bi bahane dedin... işte o zaman öldü balkondaki o adam...
ben elimi bile sürmedim...
son borcumu da ödedim...
artık tamamen ölebilirim...
çok kısa sürecek sorgu...
uzun zamandır bir filmden bu kadar etkilenmemiştim. hayır hayat üzerine dersler vermek için kasan yapımlardan zerre haz etmem, ama bu öyle birşey gibi görünsede değil aslında. yani izledikten sonra köklü değişikliklere gitme çabası yaratmıyor insanda. sadece farklı bi yönü olabileceğini ve o yöne sapacak kadar cesur olamadığını yüzüne vuruyor izleyicinin. finaline kadar gerçek bir hikaye olduğundan bihaberdim. o daha bi etkiledi.
film eleştirmeni değilim tabi ki, ama kolay beğenememek gibi kıl bi yönüm vardır. bu filmi ciddi manada beğendim.
4-5 yaşlarındayken, çemenzardaki müstakil evin arka bahçesinde; her gece yıldız yağmuru sandığımız manzarayı oluştururdu bunlar. sabahtan kuyuya düşmeyeyim diye girmeme izin verilmeyen o bahçeden yıldız toplayamadığıma üzülürdüm hep. sonra bir akşam, hiç yıldız yağmadı bahçeye. sabah olduğunda; balkonda onlarca ölü ateş böceği.. "yıldız değildi onlar salak; belediye ilaçlama yaptı".