Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşe’nin Peygamberimizle evlendiği yaşın on yedi-on sekiz olduğu ortaya çıkar.
Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli’ nin “Asr-ı Saadet” kitabında geçer. (ist. 1928. 2/ 997)
Hz. Ayşe’nin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esma’nın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esma’dan bahsederken diyorlar ki:
“Esma yüz yaşındayken, Hicretin 73. Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde yirmi yedi yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından on yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam on yedi yaşında olması gerekir. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’den önce Cübeyr’le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.” (Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. 210)
* * *
Âişe Vâlidemizle evliliğinde o gün itibariyle bir anormallik olsa idi, Zeyneb Vâlidemiz’le izdivacında fırtına koparmak isteyenlerle, Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde ve hiç olmadık yerde Âişe Vâlidemiz’e iftira atanların, onlar açısından önem arz eden böyle bir meseleyi dillerine dolamamaları düşünülemezdi. Sonuç nasıl olursa olsun sadece başlı başına bu bilgi bile, Âişe Vâlidemiz’in evliliği konusunda olumsuz herhangi bir durumun olmadığını ispat için yeterli bir güce sahiptir.
- Peki, gerçekte durum nedir? Yaş tespiti konusunda yukarıdaki bilgiler tek alternatif midir?
Bu soruların cevabını alabilmek için elbette o günlerin kapısını aralamak ve aralanan bu kapılardan girerek meseleyi, deliller üzerinden tetkik etmek gerekmektedir. Dilerseniz, ulaşılan delillerin bize ne ifade ettiğine birlikte bakalım:
1. Risâletin ilk günlerinde Müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası Esmâ Vâlidemiz’le birlikte Âişe Vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. Dikkat çekici olan bu zikrin, Hz. Osmân, Zübeyr ibn Avvâm, Abdurrahmân ibn Avf, Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Talha ibn Ubeydullah, Ebû Ubeyde ibn Cerrâh ve Erkam ibn Ebi’l-Erkam gibi ‘Sâbikûn-u Evvelûn’ tabir edilen en öndekilerin hemen arkasından; Abdullah ibn Mes’ûd, Ca’fer ibn Ebî Tâlib, Abdullah ibn Cahş, Ebû Huzeyfe, Suhayb ibn Sinân, Ammâr ibn Yâsir ve Habbâb ibn Erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır. Demek ki Âişe Vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek bir çağda ve ilk Müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır. Söz konusu bilgilerde ondan bahsedilirken, ‘O gün o küçüktü.’ şeklinde bir kaydın konulmuş olması, bu manayı ayrıca teyit etmektedir.
2. Ablası Esmâ Vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on beş yaşında iken Müslüman olduğu bilinmektedir. Bilinen bir gerçek de onun, 595 yılında dünyaya gelmiş olduğudur. Bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini göstermektedir. Demek ki Âişe Vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610 yılında Müslüman olmuştur. Bunun için o gün onun, en azından beş, altı veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık Mekke hayatıyla en az yedi aylık Medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, Allah Resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
3. Mekke günleriyle ilgili olarak Âişe Vâlidemiz,
"Ben Mekke’de oyun oynayan bir kız iken Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, 'Doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir; kıyamet saatinin dehşeti ise, tarif edilemeyecek kadar müthiş ve ne acıdır!' (Kamer, 54/46) ayeti nâzil oldu."12
bilgisini vermektedir ki bu bilgi, onun yaşıyla ilgili olarak bize farklı kapılar aralamaktadır. Şöyle ki:
4. Söz konusu ayet, Kamer sûresinin 46. ayetidir ve bütün hâlinde nâzil olan bu sûrenin, ibn Erkam’ın evinde iken ve bi’setin dördüncü (614),13 sekizinci (618) veya dokuzuncu (619)14 yılında indiğine dair farklı rivayetler vardır. Özellikle ayın ikiye yarılma hadisesini ve o gün buna olan ihtiyacı nazara alan bazı âlimler, söz konusu tarihin 614 olması gerektiği üzerinde durmuşlardır ki, bu tarih esas alındığında Hz. Âişe Vâlidemiz, ya henüz dünyaya gelmemiş veya yeni doğmuş demektir. 618 veya 619 tarihi esas alındığında da durum pek değişmemektedir. Zira bu durumda o, henüz dört veya beş yaşında demektir ki her iki yaş da söz konusu hadiseyi kavrayıp yıllar sonra da aktarabilecek bir olgunluğu ifade etmemektedir. Bu durumda ise o, en yakın ihtimalle risâletin başladığı günlerde dünyaya gelmiş olmalıdır.
Burada dikkat çeken başka bir husus da, o günü anlatırken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, "Oyun oynayan bir kız çocuğu idim." şeklindeki beyanıdır. Kendisini ifade ederken kullandığı ‘kız çocuğu’ kelimesinin karşılığı olan ‘câriye’ lafzı, ergenlik çağına geçişi ifade etmekte ve o dönemler için kullanılmaktadır. Arap şairlerinden ibn Yerâ, bu yaşlardaki birisini kastederek maksadını şu şekilde ifade etmektedir: "Sekiz yaşına geldiğinde artık o, benim için bir câriye değil; Utbe veya Muâviye’ye nikahlayabileceğim gelin adayımdır." Bazı bilginler bu kelimenin, on bir yaşın üzerindeki kız çocukları için kullanıldığını ifade etmektedir.
Kamer sûresinin indiği tarih olarak 614 yılını esas alacak olursak, Âişe Vâlidemiz’in risâletten en az sekiz yıl önce doğmuş olduğu ortaya çıkar ki bu tarih 606 yılına tekabül etmektedir. Bu ise, evlendiği gün onun on yedi yaşında olduğunu ifade eder. Sûrenin indiği tarih olarak 618 yılını kabul ettiğimizde ise onun, 610 yılında dünyaya gelmiş olma ihtimalini ortaya koyar ki bir yönüyle bu, evlendiği gün Âişe Vâlidemiz’in on dört yaşında olduğu sonucunu doğururken diğer taraftan onun, risâletten dört yıl sonra dünyaya gelmiş olamayacağını ispat eder.
Bu bilgilerle birinci maddede ifade edilenleri yan yana getirdiğimizde, Âişe Vâlidemiz’in 606 yılında dünyaya geldiği ve on yedi veya on yedi buçuk yaşında iken de evlendiği sonucuna ulaşmamız mümkün olmaktadır.
5. Âişe Vâlidemiz’in Mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. Mesela:
a) Risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören Fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi Mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi;
b) Mekke’nin en sıkıntılı günlerinde Allah Resûlü’nün sabah-akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası Hz. Ebû Bekir’in de Habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması
c) ilk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi
d) "Biz isâf ve Nâile’yi, Kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple Allah’ın kendilerini taş hâline getirdiği Cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk."
gibi ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok hâtırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek bir çağda olduğunu ifade etmektedir.
6. Efendimiz’le izdivacı söz konusu olduğu günlerde Âişe Vâlidemiz’in, Mut’im ibn Adiyy’in oğlu Cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. Burada ayrıca dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, Havle binti Hakîm gibi aile dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. Açıkça bu onun, o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu ifade etmektedir.
Söz konusu ‘sözlülük hali’nin, ibn Adiyy ailesi tarafından ve oğullarının anlayışı değişir gerekçesiyle feshedildiği de bilinen bir gerçektir. Burada akla, ibn Adiyy ailesinin, oğullarının anlayışını değiştireceklerinden endişe ettikleri Ebû Bekir ailesiyle böyle bir akdi niye ve ne zaman yaptıkları sorusu gelmektedir. Bunun en makul cevabı söz konusu akdin, ya risâletten önce veya islâm’ın açıktan tebliğinin başlamadığı dönemde gerçekleşmiş olduğu şeklindedir ki her iki durumda da onun, bi’setin dördüncü yılında dünyaya gelmiş olma ihtimali söz konusu olamaz; hatta bu, sanıldığından da erken yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini düşündürmektedir.
Bu kararın, açıktan tebliğin başlandığı dönemde alınmış olma ihtimali nazara alınacak olursa bu tarihin, ibn Erkam’ın evinden çıkış günleri olan 613-614 yıllarını ifade ettiği görülecektir ki bu, sözlendiği dönem itibariyle onun henüz dünyaya gelmediğini kabullenmek demektir. Bu durumda, söz konusu akitten bahsetmenin de imkânı yoktur. Öyleyse bu sözün bozulduğu tarihlerde onun, en azından yedi veya sekiz yaşında olduğunu kabullenmemiz gerekir ki bu da onun, takriben 605 tarihinde dünyaya gelmiş olduğunu göstermektedir.
7. Mevzuya ışık tutması bakımından Âişe Vâlidemiz’le diğer kardeşlerinin arasındaki yaş farkı da dikkat çekicidir. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir (radıyallahü anh)’ın altı çocuğu vardır; bunlardan Hz. Esmâ ve Hz. Abdullah, Kuteyle binti Ümeys’ten; Hz. Âişe Vâlidemiz’le Hz. Abdurrahman, Ümmü Rûmân (r. anha)’dan; Muhammed, Esmâ binti Ümeys’ten ve Ümmü Gülsüm de Habîbe binti Hârice’den dünyaya gelmiştir. Bu durumda Esmâ Vâlidemiz’le Hz. Abdullah; Abdurrahmân ile de Âişe Vâlidemiz anabir kardeşlerdir ve bu her iki anabir kardeşlerin arasındaki yaş farkları konumuza ışık tutacak mahiyettedir; şöyle ki:
a) Hz. Ebû Bekir’in ilk kızı olan Esmâ Vâlidemiz, hicretten yirmi yedi yıl önce 595 tarihinde dünyaya gelmiştir. Allah Resûlü’nün hicreti esnasında Zübeyr ibn Avvâm ile evli ve o gün altı aylık hamiledir. Bir diğer ifadeyle o gün yirmi yedi yaşındadır. Üç ay sonra Medine’ye hicret ederken Kuba’da oğlu Abdullah’ı dünyaya getirecektir. Yetmiş üç yılında ve yüz yaşındayken, hatta dişleri bile dökülmemiş halde vefat etmiştir.
Âişe Annemiz ile ablası Esmâ Vâlidemiz’in arasındaki yaş farkı ondur. Buna göre (595+10=605) Âişe Vâlidemiz’in doğumunun 605; hicretteki yaşının da (27-10=17) olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Evlilik hicretten yedi ay sonra27 gerçekleştiğine göre demek ki, bu sıralarda Âişe Vâlidemiz’in yaşı, on yedi'yi aşmış, on sekiz yaşına yaklaşmış demektir. Bedir’in hemen akabindeki Şevvâl ayında evlendiği bilgisini esas aldığımızda ise onun, evlendiği gün on sekiz yaşını aşıp on dokuza adım attığını kabullenmemiz gerekmektedir.
b) Burada dikkat çeken bir diğer husus da, Âişe Vâlidemiz’in anabir kardeşi olan Hz. Abdurrahman ile arasındaki yaş farkıdır. Bilindiği gibi Hz. Abdurrahman, Hz. Ebû Bekir’in büyük oğludur ve ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olacaktır. Bedir’de, babasıyla karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün Abdurrahman, yirmi yaşındadır. Buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. Kardeşler arası yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604 yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de bulunmamaktadır.
8. Âişe Vâlidemiz’in vefat tarihi konusunda gelen rivayetler de bu kanaati güçlendirmektedir. Zira onun vefat ettiği yıl ve o günkü yaşıyla ilgili olarak hicrî 55, 56, 57, 58 veya 59;29 yaşıyla alakalı olarak da altmış beş, altmış altı, altmış yedi veya yetmiş dört30 gibi farklı tarih ve rakamdan bahsedilmektedir. Bu ise, doğum tarihinde olduğu gibi onun vefat tarihiyle ilgili de kesin bir kabulün olmadığını göstermektedir.
Özellikle 58. yılında ve 74 yaşında iken vefat ettiğini ifade eden rivayette, onun vefat ettiği günün çarşamba olduğu, vefat tarihinin, Ramazan ayının on yedinci gecesine denk geldiği, vasiyeti üzerine Vitir namazından sonra Cennetü’l-Bakî’ye geceleyin defnedildiği, yine vasiyeti gereği namazını, Hz. Ebû Hüreyre’nin kıldırdığı, mezarına da ablası Hz. Esmâ’nın iki oğlu Abdullah ile Urve, kardeşi Muhammed’in iki oğlu Kâsım ve Abdullah ile diğer kardeşi Abdurrahman’ın oğlu Abdullah gibi isimlerin indirdiği gibi detayların bulunması diğerlerine nispetle bu bilginin daha güçlü olduğu izlenimi vermektedir. Öyleyse bu tarihi esas alarak bir hesaplama yapacak olursak onun, Efendimiz’in irtihalinden sonra kırk sekiz yıl daha yaşadığını (48+10=58+13=71+3=74) görmekteyiz ki bu hesaba göre o, risâletten üç yıl önce dünyaya gelmiş demektir.
Bu durumda evlendiği gün onun, (74–48=26–9=17+7 ay) on yedi yılını yedi ay geçtiği anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki bilgilere ilave olarak, erkek çocukların bile yoldan geri çevrildiği Uhud günü onun da cephede oluşu, ilmî meselelerdeki derinliği, ifk Hadisesi karşısında ortaya koymuş olduğu olgun tavır ve beyanları, Fâtıma Vâlidemiz’le arasındaki yaş farkı, hicret ve sonrasında yaşanan gelişmelere detaylarıyla birlikte vukûfiyeti, Medine’ye intikal ettikten sonra evlilik işinin, bizzat babası Hz. Ebû Bekir’in gündeme getirmesiyle ve mehir takdirinden sonra gerçekleşmiş olması, model bir şahsiyet olarak Efendimiz’in toplum önündeki rehberlik konumu, peygamberlik hassasiyeti ve baba şefkati, gelen ayetlerde evlilik yaşıyla ilgili olarak rüşd şartının getirilmiş olması, onun yaşı ve evliliğiyle ilgili rivayetlerin farklılık arz etmesi yönüyle kesinlik ifade etmiyor oluşu, o günkü yaşını ifade ederken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, şüphe ifade eden "altı veya yedi" tabirini kullanması, o günün toplumlarında doğum ve ölüm tarihlerinin bugünkü kadar net tespit edilmiyor oluşu gibi bilgiler üzerinde de durulabilir.
Ancak netice değişmemekte ve bunların hepsi, onun risâletten önce dünyaya geldiği, on dört veya on beş yaşlarındayken nişanlandığı ve on yedi veya on sekiz yaşlarındayken de Allah Resûlü (s. a. s.) ile evlendiği şeklindeki kanaati kuvvetlendirmektedir.
Bu durumda bize, nişanlandığında 6 veya 7, evlendiğinde ise 9 yaşlarında olduğu şeklindeki rivayetleri, ‘O görünümde birisi idim.’ manasına hamledip te’lif etmek düşecektir. Hz. Âişe Annemiz’in, fizikî durumu itibariyle zayıf bir bünyeye sahip olduğu bilgisi de bu yorumu güçlendirmektedir. Zira o, fizikî şartlardan çabuk etkilenen ve yaşıtlarına göre kendini daha küçük gösteren bir beden taşıyordu; Medine’ye hicret sırasında hastalanması, annesi tarafından özel ilgi gösterilerek iyileştirilmeye çalışılması, Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde, içinde sanılarak hevdecinin deve üzerine yerleştirilmesi ve bu sırada onun hevdeç içinde olup olmadığının bile anlaşılamamış olması gibi hadiseler de bu durumu desteklemektedir.
Özetle Âişe Vâlidemiz, dokuz yaşında iken evlenmiş olsa bile, o günkü toplum telakkilerine göre bu çok tabii ve doğal olmakla birlikte hadiseye daha genel bakıldığında onun, on yedi veya on sekiz yaşlarında iken ‘Mü’minlerin Annesi’ hüviyetini kazandığı anlaşılmaktadır.
Burada akla, "Madem öyle; bugüne kadar bu mesele niye bu şekilde gündeme gelmedi?" şeklinde bir soru gelmektedir. Başta da ifade edildiği gibi, yakın zamana kadar bu hususta olumsuz hiçbir beyan serdedilmemiş; ne Ebû Cehil gibi her fırsatı aleyhte değerlendiren muannit bir firavundan ne de Abdullah ibn Übeyy ibn Selûl gibi olmadık yerden fitne ve iftira üreten nifakın adresi olmuş birisinden, bu evliliğe herhangi bir itiraz söz konusu olmamış, olamamıştır. Çünkü ortada itiraz edilecek herhangi bir durum yoktur. O günkü telakkilere göre her iki durum için de tabii bir kabullenme söz konusudur ve muhtemelen bu durum, konuya farklı yaklaşıp yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacını da netice vermemiş, dolayısıyla söz konusu haberlerin doğruluğu veya alternatif bilgilerin varlığı hususunda islâm âlimlerinin farklı bir mütalaada bulunmaları da mümkün olmamıştır.
Dipnotlar:
1. bk. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20, 44; Müslim, Nikâh 71; Fedâilü’s-Sahâbe 74; Ebû Dâvûd, Edeb 55; ibn Mâce, Nikâh 13; Nesâî, Nikâh 78; Dârimî, Nikâh 56.
2. bk. Azimli, Mehmet, Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı, islâmî Araştırmalar, Cilt 16, Sayı 1, 2003, s. 28 vd.
3. bk. Doğrul, Ömer Rıza, Asr-ı Saâdet, Eskişehir Kütüphanesi (Eser Kitabevi), istanbul, 1974, 2/141 vd; Nedvî, Seyyid Süleyman, Hazreti Âişe, Mütercim Ahmet Karataş, Timaş Yayınları, istanbul, 2004, s. 21 vd. Savaş, Rıza, Hz. Âişe’nin Evlenme Yaşı ile ilgili Farklı Bir Yaklaşım, D. E. Ü. ilâhiyât Fak. Dergisi. 4, izmir, 1995, s. 139-144.
4. Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in çok erken yaşlarda Hâle binti Üheyb ile evlendiği, Efendimiz’in annesi Âmine ile babası Abdullah’ı da bu yaşlardayken evlendirdiği, hatta her iki evliliğin aynı mecliste gerçekleştiği, bu sebeple Efendimiz ile amcası Hz. Hamza arasında yaş farkının neredeyse aynı olduğu bilinmektedir.
5. Efendimiz’e bir de sıhriyet yönüyle yakın olabilme düşüncesiyle Hz. Ömer, aradaki yaş farkına rağmen Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’le evlenmiş ve o günkü toplum tarafından bu evlilik asla yadırganmamıştır.
6. bk. ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/240.
7. bk. ibn Hişâm, Sîre, 1/271; ibn ishâk, Sîre, Konya, 1981, 124.
8. bk. ibn Hişâm, Sîre, 1/271; ibn ishâk, Sîre, 124.
9. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
10. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
11. Âişe Vâlidemiz’in, hicretten yedi ay sonraki Şevvâl değil de Bedir sonrasına denk gelen ikinci yılın Şevvâl ayında evlendiği de ifade edilmektedir. Bu durumda onun evlilik yaşı, bir yıl daha gecikmiş demektir. bk. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/616.
12. bk. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6, Tefsîru Sûre, (54) 6; Aynî, Bedruddîn Ebû Muhammed Mahmûd ibn Ahmed, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru ihyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 20/21; Askalânî, Fethu’l-Bârî, 11/291.
13. Suyûtî, itkân, Beyrut, 1987, 1/29, 50; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/148.
14. Sekizinci veya dokuzuncu yıl ihtilafı, ay farkından kaynaklanmaktadır. Zira konunun anlatıldığı bazı rivayetlerde sekizinci yılın sekizinci ayı gibi bir ayrıntı dikkat çekmektedir.
15. Günümüzde bu bilgileri değerlendirip ihtimal hesabı yapan bazı insanlar, Hz. Âişe Vâlidemiz’in evlendiği günkü yaşının en az on dört olduğu, bunun yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört veya yirmi sekiz olma ihtimalinin de bulunduğu sonucuna gitmektedirler ki, herhangi bir mesnede dayanmadığı için biz bu türlü yorumlara iltifat etmedik.
16. ibn Manzur, Lisanü’l-Arab 13/138.
17. Bu bilgiyi onun dışında sadece ablası Esmâ Vâlidemiz intikal ettirmektedir. bk. ibn Hişâm, Sîre, 1/176; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 3/285; ibn Kesîr, Tefsîr, 4/553; Bidâye, 2/214; Kurtubî, Tefsîr, 20/195.
18. bk. Buhârî, Salât 70, Kefâle 5, Menâkıbü’l-ensar 45, Edeb 64; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/198. Bu durumda, Âişe Vâlidemiz’in söz konusu hadiseyi ifade ederken, "Kendimi bildim bileli ben, ebeveynimi hep dindar olarak gördüm." mealindeki sözü, "Doğduğum zaman bu evde islâm vardı." manasından daha ziyade "Etrafımı tanımaya başladığımda hep islâm’la muhatap oldum." manasına hamledilmelidir.
19. bk. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 2/285, 286; Mu’cemü’l-Evsât, 12/145; ibn Hişâm, Sîre, 1/243. Bu bilgiyi ondan başka bize, sadece ibn Abbâs, Selmân-ı Fârisî ve Sâib ibn Yezîd intikal ettirmektedir. Selmân-ı Fârisî Efendimiz’le Medine’de buluşmuş, Sâib ibn Yezîd de hicretten üç yıl sonra Medine’de dünyaya gelmiştir. ibn Abbâs ise, bi’setin onuncu yılında, hicretten üç yıl önce ve Şi’b-i Ebî Tâlib sürgününde dünyaya gelmiştir. Demek ki her üç sahabenin de ne Mekke’nin ilk yıllarında kılınan ikişer rekat namaza şahit olmalarına ne de miraç gecesiyle gelen beş vakit namaz emrini görüp intikal ettirmelerine imkan yoktur. Öyleyse bu husus, bizzat Efendimiz’den duyarak bize anlattığı bir mesele değilse Hz. Âişe Vâlidemiz’in müşahede ederek yaşadığı bir gerçektir. Bu ise onun, daha ilk günlere muttali olduğunu ve yaşının da o gün bütün bunları kavrayacak noktada bulunduğunu ifade etmektedir.
20. ibn Hişâm, Sîre, 1/83.
21. Buhârî, Nikâh 11; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/210; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/225; Beyhakî, Sünen, 7/129; Taberî, Târih, 3/161-163.
22. Onun için bazıları bu tarihte onun, on üç veya on dört yaşlarında bir genç kız olduğunu söylemektedir. bk. Savaş, Rıza, D. E. Ü. ilahiyat Fak. Dergisi. 4, izmir, 1995, s. 139-144.
23. bk. Berki, Ali Hikmet, Osman Eskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 210. Burada zayıf da olsa başka bir ihtimalden söz edilebilir; o da onun, doğumunu takip eden yıllarda, ‘beşik kertmesi’ benzeri ve ebeveynler arası bir sözleşme ile karşı karşıya olma durumudur. Ancak ilgili metinlerin hiçbirinde bunu teyit eden herhangi bir ayrıntı yoktur.
24. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597.
25. age.
26. Beyhakî, Sünen, 6/204; ibn Mende, Ma’rifetü’s-Sahâbe, Köprülü Kütüphanesi, No: 242, Varak: 195 b; ibn Asâkir, Târîhu Dımeşk, Terâcimü’n-Nisâ, Dımeşk, 1982, s. 9, 10, 28; Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb, 2, 39; ibn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrût, 1968, 8/58.
27. Bu evliliğin, hicretten altı ay veya sekiz ay sonra yahut yaklaşık bir buçuk yıl sonra ve Bedir’in akabinde gerçekleştiğini ifade eden rivayetler de vardır. bk. ibn Sa’d, Tabakât, 8/58; ibn Abdilberr, istîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe Ümmi’l-Mü’minîn, Tahkîk: Muhammed Rahmetullah Hâfız en-Nedvî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 2003, 40, 49.
28. ibn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/467.
29. ibn Abdilberr, istîâb, 2/108; Tehzîbü’l-Kemâl, 16/560.
30. bk. ibn Sa’d, Tabakât, 8/75; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 202.
31. ibn Abdilberr, istîâb, 2/108; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/142
32. bk. Buhârî, Cihâd, 65.
33. bk. Taberânî, Kebîr, 23/25; ibn Abdilberr, istîâb, 4/1937; ibn Sa’d, Tabakât, 8/63.
34. bk. Nisâ sûresi, 6.
35. "Hicretten bir buçuk, iki veya üç yıl önce", "altı veya yedi yaşındayken", "Hz. Hatîce’nin vefat ettiği yıl veya vefatından üç yıl sonra", "hicretten yedi, sekiz ay sonra, hicretin ilk senesi" veya "Bedir’in akabinde" gibi farklı rivayetler için bk. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 20, 44; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74; Aynî, Umde, 1/45; ibn Abdilberr, istîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 40, 49.
36. Hatta konuyla ilgili değerlendirmelere tepkiyle yaklaşan bazıları, "altı veya yedi yaşlarında idim" ifadesini ravinin bir hatası olarak görüp bu cümlenin, "risâlet geldiğinde altı veya yedi yaşlarında idim" şeklinde olması gerektiğini söylemektedirler.
37. bk. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 43, 44; Müslim, Nikâh 69; ibn Mâce, Nikâh 13.
38. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 44; Müslim, Nikâh 69; Ebû Dâvûd, Edeb 55; ibn Mâce, Nikâh 13; Dârimî, Nikâh 56; Taberânî, Kebîr, 23/25; ibn Abdilberr, istîâb, 4/1938; ibn Sa’d, Tabakât, 8/63; ibn ishâk, Sîre, Konya, 1981, 239
39. bk. Buhârî, Şehâdât 15; Megâzî, 34; Tefsîr, (24) 6; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsîr, (63) 4; ibn Sa’d, Tabakât, 2/65; ibn Hişâm, Sîre, 3/310.
Ahzab 50. ayette belirtilen kimin helal kimin haram olduğudur.
Hazreti Muhammedin (sav) hayatına bakarsanız 25 yaşında bekarken 40 yaşında ve 2 evlilik yapmış çocuğu olan Hazreti Hatice ile evlendiğini, bu evliliğinde Hazreti Hatice vefat edinceye dek 25 yıl başka evlilik yapmadığını, ardından sürekli Hazreti Hatice'nin akrabalarına hediyeler yollayıp gözettiğini, yıllar geçtikten sonra bile onu asla unutmadığını Hazreti Aişe kıskandığında Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi dediğini görüyoruz.
Hazreti Muhammed(sav) peygamber olduktan sonra Hazreti Hatice vefatıyla, evlilikleri o günün iklimine bakılınca yine sınırlıdır, bellidir ve hepsi islamiyet için bir amaç niteliğinde ve Allah'ın dilemesiyle olmuştur. O her yönüyle örnek olması açısından bir insandır ve evlenir ama bunu kendi nefsinden değil, Allah'ın emirleriyle yapmıştır. Örneğin Hz Zeynep ile evliliği kendisine Kuran ayetiyle evlatlıkların öz evlat olmadığını göstermesi bakımından emredilmiş, Hazreti Aişe ile evliliğiyle Hazreti Aişe'nin zekası ve ilmi yetenekleriyle islam anlaşılmış ve birçok Hadis aktarmıştır. “Dininizin üçte birini Aişe'den alırsınız.” (Mebsut, 5/493) hadisinde de görülür. yine örneğin Hazreti Cüveyriye ile evliliğiyle tüm halkı müslüman olmuştur. Ancak yine Hz Hatice vefatının ardından, tek olarak Hz. Aişe'nin öne çıktığını görüyoruz.
Yine Peygamberimiz (asm)'in kızı Hz. Fatıma (ra), kocası Hz. Ali (ra)'in ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimiz de kızının bu konuda üzülmesini istemediğinden dolayı, böyle bir evliliğe karşı çıkmıştır. (bk. Buhârî, Nikah, 109, Fedâilü's-sahabe 16; Müslim, Fedailü's-sahâbe 95-96; Ebu Davud, Nikah, 13; ibn Mâce, Nikâh 56; Ahmed b. Hanbel, IV, 376)
Zaten Nisa 3 ayetinde haksızlık yapmamak için tek eş tavsiye edilmiştir.
Hazreti Muhammed(sav) Allah'ın dilediğini yapmış, dilemediğini yapmamıştır. Onun evlilikleri, yaşadıklarını normal bir insan gibi değerlendirip canı istediği için yaptı demek çok yanlıştır. Hepsinde Allah'ın bir planı ve emri vardır.
Beş vakit namaz; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları Kur'an-ı Kerim içinde değişik yerlerde belirtilir. Bazen ikisi, bazen üçü, bazen dördü değişik bir ifade üslupla anlatılmaktadırlar. Hazret Muhammed (Asm), Kur'an-ı Kerim'i hem sözü ve hem de işi ile anlatma hakkına sahip olduğu için, ki bu hak kendisine Allah tarafından verilmiştir, sözü ve hayatı ile farz namazın beş olduğunu açıklamıştır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür." (Hud, 11/114)
Gündüzün iki ucu, akşam ve sabah namazı, bir kısmında da yatsı namazı vardır. Üç vakit bu ayette zikredilmiştir.
"Güneşin zevalinden (öğle vaktinde Batı'ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir." (isra, 17/78)
Güneşin batıya yönelmesinden gece olana kadar kılınan namaz, ikindi namazıdır. Sabah namazı tekrar edilmiştir.
" O halde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki hoşnut olasın." (Taha, 20/130)
Burada beş vakit namaza işaret edilmektedir. Âyette geçen "hamd ile tesbih"ten maksat namazdır. Güneş'in doğmasından önce sabah namazı, batmasından önceki ikindi namazı, gecenin bir kısım saatleri akşam ile yatsı, gündüzün bazı taraflarındaki namaz ise öğle namazıdır.
Ayrıca
Bakara suresinin, "namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin" mealindeki 238. ayet-i kerimesinde "namazlar" anlamındaki "salavat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "iki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir. O hâlde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.
Hud suresinin 114'üncü ayetinde ise, "Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl..." buyurulmaktadır.
Ayet-i celilede ''gündüze yakın saatler" anlamındaki "zülef" kelimesi, "zülfe"nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. Demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlardan başka Nisa, 4/103; isra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/39-40; Dehr (insan), 76/25-26 ayet-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel olarak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah aleyhissalatü vesselamın söz ve uygulamaları ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla "Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı" iddiasının ilmi hiçbir değeri yoktur.
Haksızlık yaparak birinin yerine iş vs herhangi bir kazanç elde edilmesi onu hak edenin hakkına girmektir. dini kaynaklarda geçen konu ile alakalı bilgiler:
“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 63, Cihâd 180, Mezâlim 30, 35, Meğâzî 60; Müslim, iman 31)
“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59)
''Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. iyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."
“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim, imara 117)
Bu son Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.
Daha sonra yazılarak tahrif edilmiş olan Tevrat'ta, çok sayıda peygambere, onlara yakışmayan iftiralar, çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan peygamberlerden birisi de, Hz. Nuh (a. s)'dır. Bu değiştirilmiş Tevrat'a göre; Nuh aleyhisselam güya “Şarap içip sarhoş olmuş, çadırın içinde çırılçıplak uzanmış.” (Tekvin: 9/21) Yine Lut aleyhisselam hakkında bu denilenler apaçık iftiradır. Lut aleyhisselam sapkınlıkları olan bir kavme peygamber olarak gelmiş ve onları doğru yola iletmeye çalışmış ancak onlar Lut aleyhisselamı dinlemeyerek helak olmuşlardır. Kavmin yaşadığı yer ise bugün Kızıldeniz'in kuzeyinde Ürdün-israil sınırında Lût Gölü yakınlarında olduğu arkeolojik incelemelerle belirlenmiştir. Bu şehrin, Eski Ahit'te adı geçen "Sodom" olduğu kesinlik kazanmıştır. Tevrat ve incilin nasıl insanlar tarafından değiştirildiğinin bir nevi delili olan bu utanmaz yakıştırmalar, Kuran'ın Allah tarafından indiğine ve değişmeden tertemiz kaldığını gösterir.
Yahudilerin, peygamberler hakkındaki bu ve diğer inançların hepsi yalan, bühtan ve iftiradır. Tevrat'ta geçen bu örneklerin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, peygamberler hakkında birer iftira olarak kalmayıp, aynı zamanda Tevrat'a ilave edilerek Allah’a da bir iftira olduğunu ifade etmek gerekir. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, peygamberler hakkındaki bu düzmeceleri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a. s)'a indirilen Tevrat'tan olmayıp sonradan Tevrat'ta tahrifat yaparak onun içerisine sokuşturmuşlardır. (er-Râzî, ismetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III/8)
Hz. Lut (as)'ın Kısaca Hayatı:
Lut Aleyhisselam, Hazreti ibrahim'in (as) kardeşi Harran'ın oğludur. Hazreti ibrahim (as), yaşadığı bölgeden ayrılınca yeğeni Lut'u (as) da kendisiyle beraber Harran bölgesine götürdü. Ancak, bir süre sonra Sodom bölgesine gitti ve buradaki insanlara ilahi mesajı iletmek üzere, peygamber olarak vazifelendirildi.
Lut Aleyhisselam'ın peygamber olarak gönderildiği kavim, ahlaksızlık ve edepsizlik noktasında çok ileri gitmişlerdi.
Lut Aleyhisselam, insanları kötü fiillerinden vazgeçirmek ve kendisine tabi olmalarını sağlamak maksadıyla Cenab-ı Hakk'ın emirlerini onlara tebliğ etti. Onları hanımlarını bırakıp hemcinsleriyle giriştikleri eylemden vazgeçmeye davet etti. Onları, Allah'ın meşru kıldığı nikahlı hanımları ile beraber olma yolunu seçmeye davet etti.
"Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat edin."
"Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!"
"Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim." (Şuara, 26/163, 165, 166)
"... Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz!" (Ankebut, 29/28)
Lut Aleyhisselam'ın bütün ikazlarına rağmen kendisine tabi olmadıkları gibi, kötü huylarını da devam ettirdiler. Bunun üzerine, söz konusu tavırlarını devam etmeleri halinde ilahi gazaba uğrayacaklarını söyledi.
"Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız? Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: (Yaptıklarımızın kötülüğü ve azaba uğrayacağımız konusunda) doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir bize!" (Ankebut, 29/29)
Yaptıkları çirkinliklerinin yüzlerine vurulmasından ve azapla korkutulmaktan rahatsız olan kavim, Allah'ın elçisini tehdit etmeye başladılar. Davasından ve tebliğinden vazgeçmediği takdirde sürgün edecekleri ve kovacakları tehdidinde bulundular.
"Onlar şöyle dediler: Ey Lut! (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın." (Şuara, 26/167)
Bununla da kalmayarak, "Eğer sen doğru sözlü isen, bize Allah'ın azabını getir de görelim. Biz senin sözüne inanmıyoruz. Vaadettiğin azabı getir de görelim." deme küstahlığında bulundular.(Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, s. 293)
Yapılacak başka bir şeyin kalmadığını gören Lut Aleyhisselam, Allah'a dua etmeye başladı.
"Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden (vebalinden) kurtar." (Şuara, 26/169)
"Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim, dedi." (Ankebut, 29/30)
Azgın kavmin hakkettiği cezayı vermek üzere, Cenab- ı Hak tarafından üç melek görevlendirildi ve bunlar Lut Aleyhisselam'a gönderildi. Tarlada çalışırken yanına gelenleri ilk defa görünce, onları daha önce buralarda görmediğini, niçin buralara geldiklerini sordu. Onlar da kendisine misafir olarak geldiklerini söylediler. Bir anda kavminin yaptıkları çirkinlikler aklına gelince, genç ve yakışıklı delikanlılar suretinde olan ve henüz kendisine bildirilmediği için, melek olduklarını bilmediği bu misafirleri için endişeye kapıldı. Bu gençleri görecek olan kavminin, zarar verebileceklerinden korktu.
Lut Aleyhisselam, henüz daha tanışmadığı bu misafirlerine kavminin kötülükleri hakkında bilgi verdi. Onların sapıklıklarından söz ederken bunu dört kez tekrarladı. Bu durum aynı zamanda, hak edilen cezaya karşı Allah'ın elçisinin şahadeti idi. Kendilerini hidayete ulaştırmak için gönderilen elçi, küfürde ısrar eden kavmine karşı, Allah'ın vazifelendirdiği meleklerin huzurunda belki de farkında olmadan şahitlik etmiş oluyordu. Bunları söylerken, misafirlerden biri olan Cebrail Aleyhisselam, arkadaşlarına dönerek, "şahit olun", dedi.
Bu arada, belki de ihanetlerin en acısı gerçekleşmekteydi. Lut Aleyhisselam, misafirlerine zarar gelmesin diye onları kimseye göstermezken, eşi misafirleri kavme ihbar etti. Hemen toplanan topluluk gelip misafirleri, kendilerine vermesini istediler. Bu teklif karşısında hayrete düşen Lut Aleyhisselam;
"Ey kavmim, işte sizin zevceleriniz, benim kızlarımdır. Ben peygamberlik cihetiyle sizin babanız hükmündeyim. Onlardan meşru bir şeklide istifade edin. Aslında meşru ve temiz olarak istifadesi caiz olan da onlardır. Başkalarına tecavüz, dinen, ahlaken, insaniyeten haram ve yasaktır. Artık Allah'tan korkun, fuhşiyatı terk edin, beni misafirlerimin yanında rezil etmeyin. Sizin aranızda bu sözlerimi idrak edecek akıllı birisi yok mu?" (Bünyamin Ateş, age., s. 297; Hud, 11/78)
Bütün ikna çabalarına rağmen söz dinlemeye niyetleri yoktu. Lut Aleyhisselam;
"Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim, dedi." (Hud, 11/80)
Hâlâ misafirlerinin gerçek kimliklerinden haberi yoktu.
"(Melekler) dediler ki: Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaadolunan (helak) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"
"Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdık." (Hud, 11/81-82)
Kur'an-ı Kerim'in bu hadiseleri aktarması, sadece bilgilendirme maksadından ibaret değildir. isyana karşı verilen ceza, sadece bir topluma has olmadığına göre ve Kur'an-ı Kerim'in mesajı sonsuza kadar olduğuna göre, herkesin kendisine göre bir hisse çıkarması gerekmektedir. ilahi iradenin izni olmaksızın bir yaprak dahi kımıldamaz. Dolayısıyla kainatta cereyan eden her hadise Cenab-ı Hakk'ın iradesi dahilinde olup, sebepsiz değildir. Aynı zamanda hak edilen cezalar sadece ahirete kalmamakta, bir kısmı bu dünyada da uygulanmaktadır.
Gökten yağan taşlarla ilgili bir gazete haberini ileten talebesine Bediüzzaman Hazretleri, olayı teferruatıyla incelemesini ve bilgi getirmesini söyler. Lut kavminin başına yağan taşlar bir cezaya istinaden olduğu gibi, bunların da sebepsiz olmadığı üzerinde durur. Gazetenin haberine göre; Rusya'nın Vladivostok Ormanlarına, daha önce hiç rastlanmayan büyüklükte taşlar düşmüş. En büyüğü yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre yüksekliğindedir. Düşen taşlar ormanda büyük tahribat yapmışlar. Taşlar incelenerek, içlerinde demir, çelik ve başka madenlerin var olduğu tespit edilmiş.
Bediüzzaman Hazretleri, bu taşları, Fil Suresi'nde geçen hadisenin mucizevi bir ispatı olarak görür. Lut kavminin başına taşların yağması gibi, Fil Suresi'nin;
"Evet, bu tokatlardan pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur'ân'a tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sure bir mana-yı işari ile tehdit ediyor."
yorumunda bulunur. Musibetlerin iki önemli sebebine dikkat çeker;
"Birincisi, şimdiye kadar gelen semavi taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alamet-i hiddetidir... ikincisi, "Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir..." (Emirdağ Lahikası, s. 200-201)
Kuran önce anlaşılmak ister. Kuran okurken veya herhangi bir iş yaparken dini boyutta sevabı ne olurdan ziyade nasıl Allah'ı daha iyi tanırım ona odaklanmalısınız.
Peygamberimiz (Allah'ın selamı üzerine olsun) şu sözleriyle işaret etmiştir:
“Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.”
“Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de
“Evet ben de meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun.” (Buharî, Rikak, 18; Müslim, Münafikîn, 71-73).
Demek oluyor ki Kuranı Arapça da okusanız Türkçe de okusanız Allah'ın sevgisi-rızasını kazanmadığınız sürece önemi yok.
Önemli olan orada Allah'ı anlamak ve düşünmektir. Arapça gönderilmesinin de sırlı bir etkisi vardır örneğin meditasyonlarda bazı sesler çıkarırsınız ama anlamazsınız o ses frekansları aslında çakralarınızı açar. Kuranda da örneğin bazı ayetler nun, mim, kaf gibi sadece harftir. bunun sırrını Allah bilir. Allah'ın seçtiği dil olması ve dini ibadetleri yapabilmek amacıyla öğrenilmesi gerekir ancak elbette manasını bilmek ve yaşamak gerekir.
Abdullah ibn Mes’ûd’un şu sözünü hatırlatmak istiyoruz: “Kur’ân hafızının Kur’ân’ın hükümlerini bilmesi gerekir. Böylece Allah’ın ne istediğini ve kendisine neyi emrettiğini anlar ve okuduğundan yararlanmış olur. Ve onlarla amel edip pratik hayatına o ayetleri aktarır..” (Tefsîr’u Kurtubî, Mukaddime, 1/21)
Nitekim bir hadiste:
''“Doğu tarafından bir takım insanlar zuhur edecek, onlar Kur’an-ı Kerim’i okuyacaklar, fakat Kur’an-ı Kerim onların gırtlaklarından aşağı geçmeyecek...''
Dininizi bilgisi-kaynağı olmadan kendi bakış açısıyla yorumlayan insanlardan öğrenmek yerine Kuran ve Hadislerden öğrenmenizi tavsiye ederim, nitekim ayet ve hadislerden bunu görebilirsiniz:
Kuran'ın ilk ayeti Oku'dur.
“ilim talep etmek / öğrenmek her Müslümana farzdır.” (ibn Mace, Mukaddime, 17).
“Müminlerin hepsinin topyekün sefere / savaşa çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir grup da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle (onlara bu bilgilerini aktararak) onları uyarmalıdır.” (Tevbe, 9/122)
mealindeki ayette, ilim öğrenmek cihad gibi bir farz olarak öngörülmektedir.
Allah’ın peygamberine ve onun şahsında ümmetine ilminin artması için dua etmesini emrettiği ayet de ilmin önemini göstermektedir:
“Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan unutma endişesiyle Kur’an’ı okumada acele etme ve ‘Ya Rabbi! Benim ilmimi artır.’ de.” (Tâhâ, 20/114).
Kulluğun en önemli göstergesi Allah’a karşı duyulan saygı ve korkudur. Bu açıdan;
“Allah’tan gereği gibi korkanlar / ona saygı duyanlar ancak âlimlerdir.” (Fatır, 35/28)
mealindeki ayette zımnî olarak ilim öğrenmeye teşvik vardır.
Hafız Heysemî, Taberanî’nin (el-Evsat) rivayet ettiği ve
“insanlara hayır öğreten kişinin bağışlanması için, denizlerdeki balıklara varıncaya kadar her şey dua eder.”
manasına gelen hadis rivayetinin sahih olduğunu söylemiştir. (bk. Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, 1/124)
Sorudakine -yaklaşık- benzer bir ifade “alimler” ve “ilim talebeleri” için kullanılmıştır. (bk. Beyhakî, Şuabu’l-iman-Şamile-, 4/213, 216)
Konuyla ilgili başka bir hadis şöyledir:
"Her kim ilim tahsil etmek amacıyla bir yola gidecek olursa, Allah onu cennet yollarından bir yola sokmuş olur. Kuşkusuz ki melekler ilim yolunda olan bir kimseden hoşnutluklarından dolayı (ona) kanatlarını sererler ve göklerde ve yerde bulunan(yaratık)larla suda bulunan balıklar (tümüyle Allah'tan) âlimin bağışlanmasını dilerler. Muhakkak ki âlimin âbide (olan) üstünlüğü, ayın on dördüncü gecesindeki dolunayın diğer yıldızlara (olan) üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmazlar, ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse çok büyük bir nasip elde etmiş olur." (Buhari, ilim 10; Ebu Davud, ilim 1; Tirmizî, ilim 19)
Bu gibi rivayetlerden anlaşılıyor ki, dinini ve dünyada insanların hayrına olan ilimleri öğreten veya öğrenen kimse kâinat varlıkları nezdinde büyük bir mevki almaktadır. Melekler şuurlu varlık olarak o kimseler için dua ettiği gibi, şuursuz canlılar dahi onlara -kendi dilleriyle- dua ederler. Çünkü, hayırlı şeyler Allah’ın hoşnutluğunu kazandıran şeylerdir. Allah’ı hoşnut eden ve rızasını alan kimseler, meleklerden tutun denizlerdeki balıklara kadar bütün canlılar tarafından sevilen, sayılan, kendisinden memnunluk duyulan bir konuma sahip olur.
Demek ki, Rabb'ini memnun eden kimseden her şey memnundur.
“Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tesbih / takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini anlamıyorsunuz.” (isra, 17/44)
mealindeki ayette şuursuz, hatta cansızlar hakkında verilen bilgiyi göz önünde bulunduranların, balık ve karıncaların duasını anlamakta zorluk çekmemesi gerekir, diye düşünüyoruz.
Peygamberler vefat ederken, gerçekten yakınlarına bir miras bırakmamışlardır; onların bıraktıkları en büyük miras, ilim mirasıdır. Onu elde eden en büyük payı almıştır.
Yükselen kişinin dışarıya verdiği ilk izlenim aura dır. bu kişi yanında üstünde pembe kuvars takarsa iyi gelir(venüs taşı yükselen terazi olduğu için terazi yöneticisi venüs)
Yükselen terazi venüs yönetiminde olduğundan oldukça güzel görünüşlü, sarışın olabilir, uzun kemikli (hava grubu yükseleni etkisi) olabilir. kişi kendisini sosyal konuşkan vs gibi gösterirken güneşi koçta olunca aslında biraz tanıdıkça bu kişinin göründüğü kadar nazik ve diplomatik olmadığını tam tersi(koç terazi karşıt burçlar) öfkesini kontrol edebilmeyi öğrenmediyse özellikler gösterdiğini fark edebilirsiniz. Yükselene göre güneş 7. evde kaldığı için bu kişi aslan burcu etkili- güneş etkili dominat kişileri çekici bulur, veya partneri aslan burcu- güneş etkili olabilir. kişiye bir tür domine eden etki çalıştırabilir güneş 7. evde olunca partnerler onu yönetebilir. tavsiye : avukatlık, insan kaynakları, veya her türlü iletişim partnerliğin 2li konuşabileceği ben sen gibi diyalog kurabileceği durumları işi olabilir olmazsa kurslara giderek bu şekilde çalıştırmalı 7. evdeki güneşi. yoksa başkaları onu yönetebilir. onu başkaları yönetmeden o ilişkilerinde kendi karakterini ortaya koyarsa diplomasi diyalog vs konularında çok başarılı olur.
düzenli, temiz, yeşil göz etkili, esmer etkili, zeki , akıllı, terbiyeli, edepli, köklerine bağlı, tarih sever, doğayı sever, hayvanları sever, bitkileri sever, tıp- sağlık-beslenme konularına ilgili. Yapması gerekenler: kendini değerli hissetmeli, değersiz hissedip de bu yüzden aşırı çalışmalıyım gibi değerini başkalarına anlatmaya çalışmamalı, varlığının var oluşunun bir değer olduğunu unutmamalı. duygularını yaşamayı- göstermeyi zayıflık olarak görmemeli, Allah'a inanmalı ve akışta kalarak Allah'ın planlarını kendi planlarından daha mükemmel olduğunu kabul etmeli. Sana bıraktım Allah'ım her şeyi ben kontrol edemem Sen bilirsin Senin ilmin yanında ben her şeyi bilip yönetemem derse hayatı kolaylaşır.
Kur'an'da Hz. Şuayb'ın, kavmini Allah'tan başka tanrı olmadığına inanmaya, kendisinin peygamberliğini benimseyip sadece Allah'a kulluk etmeye (bk. Şuara 26/176-179 A'raf 7/85), ölçü ve tartıyı doğru yapmaya, insanlar arasında adaleti gözetmeye, haksızlıkta bulunmamaya, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmamaya (bk. A'raf 7/85-86, 90; Hud 11/84-86; Şuara 26/181-183) davet ettigi uyarıları dikkate almadıkları takdirde Nuh, Hud, Salih ve Lut peygamberlerin kavimlerinin başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceği konusunda onları uyardığı, özellikle Lut kavminin kendilerine çok uzak olmadığını hatırlattığı (bk. Hud 11/89) haber verilir.
Bazı kaynaklarda, Hz. Şuayb'ın Allah'ın emirlerini kavmine tebliğindeki tatlı üslubu ve güzel anlatımından dolayı "hatibü'l-enbiya" diye nitelendirildigi ifade edilir (Taberi, Tarih, 1/327)
Kur'an’da, bu gerçeklerin bilincinde olan Hz. Şuayb (as)’ın, hileli düzenlerle kazanç elde eden kavmini, hileden sakınmaları gerektiği konusunda şöyle uyardığı bildirilmiştir
"Ey kavmim; ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer müminseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim." (Hud, 11/85 ve 86)
Yüce Rabbimiz, dünyada ve ahirette iman edenlere, haram şeylerden sakınmalarının karşılığında, nimetlerini fazlası ile vereceğini vaad etmiştir. Bu durum bir ayette şu şekilde bildirilir.
"insanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğiniz zekât ise, işte (sevaplarını ve gelirlerini) kat kat artıranlar onlardır." (Rum, 30/39)
Medyen kavmi, güzel ahlakını ve üstün kişiliğini bildikleri halde kendilerini iman etmeye ve doğruluğa çağıran Hz. Şuayb (as)’ın çağrısını kabul etmemiş, inkâr eden diğer kavimler gibi kendilerince çeşitli gerekçeler göstererek karşı çıkmışlardır
"Dediler ki: ’Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.’’ (Hud, 11/87)
Elçilerin görevi, insanları Allah’a iman etmeye çağırmak, bunun için yol göstermek ve ıslah etmektir. Bundan sonra hidayeti verecek olan Allah’tır. Medyen halkına gönderilen Hz. Şuayb (as) da Allah’ın elçisi olduğunu hatırlatmış ve bildirdiği din ahlakının Allah’ın emirleri olduğuna dikkat çekerek, tek amacının onları doğru yola çağırmak olduğunu söylemiştir. Nitekim Hz. Şuayb (as) kendi görevini hakkıyla yerine getiren bir elçi olarak başarının da yalnızca Allah’ın dilemesiyle gerçekleşeceğini bildirmiştir
"De ki: 'Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve o da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; ona tevekkül ettim ve ona içten yönelip dönerim." (Hud, 11/88)
Hz. Şuayb da Kavmini Azaba Karşı Uyarmıştır
Hz. Şuayb (as) kavmine, Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatmış ve bunlar için şükretmeleri gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca, Allah’ın emirlerine karşı gelip bozgunculuk yapmaya ve haksız kazanç sağlamaya devam ederlerse azabla karşılaşacaklarını bildirmiştir. Hz. Şuayb (as)’ın bu hikmetli tebliği bir ayette şöyle haber verilmektedir
"Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ’Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, ondan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir ’bolluk ve refah (hayır)’ içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.’’ (Hud, 11/84)
Ayrıca Hz. Şuayb (as) bu insanlara geçmişteki kavimlerin inkarları sonucu nasıl bir ceza gördüklerini de hatırlatmıştır. O kavimlerin de elçilerine karşı geldikleri için Allah’ın azabıyla karşılaştıklarına dikkat çekerek, kavmini böyle bir hataya düşmemeleri için uyarmıştır
"Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak değil. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin. Gerçekten benim Rabbim, esirgeyendir, sevendir.’" (Hud, 11/89-90)
Hz. Şuayb’a Yapılan Tehditler
Din ahlakını yaşamamakta direnen Medyen halkı, yaptıkları zulümlerin yanı sıra çirkin bir cesaretle Hz Şuayb (as)’ı yaptığı tebliğden vazgeçmesi için tehdit de etmişlerdir
"Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: 'Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.’ (Şuayb) 'Biz istemesek de mi?' dedi." (Araf, 7/88)
Medyen halkının önde gelen inkarcıları Hz. Şuayb (as)’ı ve onunla birlikte iman edenleri, din ahlakını yaşamaktan geri çevirmek istemiş, kendilerine uymadıkları takdirde onları yurtlarından çıkarmakla ve öldürmekle tehdit etmişlerdir
"Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında sen hak ile hüküm ver, sen hüküm verenlerin en hayırlısısın." (Araf, 7/89)
Allah’ın resulünün bu ayette bildirilen sözleri kesin kararlılığının açık bir göstergesidir. Bu örnek kararlılık, tüm müminlerin de sahip olması gereken bir özelliktir.
Çünkü Allah’a iman eden insan, Hz. Şuayb (as)’ın Allah'ın ilhamı ile söylediği gibi, Allah’ın ilim bakımından her şeyi kuşattığını bilir. Onun dilemesi olmaksızın hiç kimsenin kendisine bir zarar veremeyeceğine veya hiç kimseden Allah’ın bilgisi dışında bir fayda sağlayamayacağına da kesin olarak inanır. Bu yüzden kendisine yöneltilen her tehdide, saldırıya karşı son derece tevekküllü bir tutum izler. En önemlisi de, Allah’ın emrettiklerini yerine getirmede hiçbir taviz vermez.
Müşrik kavimlerin en belirgin özelliklerinden biri, başka insanlardan veya varlıklardan, Allah’tan korktuklarından daha çok korkmaları, bunları Allah’tan daha çok sevmeleri, bu varlıkların rızasını Allah’ın rızasına tercih etmeleridir. (Allah’ı tenzih ederiz). Ayette bildirildiği üzere, Hz. Şuayb (as)’ın kavminin çoğunluğu da Allah’ın büyüklüğünü gerektiği gibi takdir edememiş insanlardan oluşuyordu. Bu insanlar kendilerince, Allah’tan korkmuyor fakat insanlardan çekiniyorlardı. Nitekim Hz. Şuayb (as)’ı öldürmek istedikleri, ancak onun yakın çevresinden çekindikleri ayette şu şekilde bildirilmiştir
"Ey Şuayb’ dediler. ’Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.'" (Hud, 11/91)
Oysa mutlak güç sahibi olan da, kendisinden korkulacak tek varlık da Yüce Rabbimiz Allah’tır. Her varlık ve her olay Allah’ın bilgisi ve kontrolü altındadır. Hz. Şuayb (Allah'ın selamı üzerine olsun)’ın da kavminin bu tehdidine karşı cevabı kesin ve açık olmuştur
"Dedi ki ’Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, onu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır. Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azab gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.'" (Hud, 11/92, 93)
Sonuç
Medyen kavminin Hz. Şuayb'ın yaptığı uyarıları dikkate almaması yüzünden şiddetli bir deprem (bk. A'raf 7/91 Ankebut 29/37), şiddetli bir ses (Hud 11/94) ve "gölge günü" azabı ile (bk. Şuara 26/189) yok edildiği, bu cezadan sadece Şuayb'a inananların kurtulduğu bildirilir.
Hz. Şuayb (as)’ın Allah’tan gelecek azapla uyarmasına rağmen, sapkın yollarını terk etmeyen Medyen kavmi de, tarih boyunca Allah’ın elçisini ve ayetlerini inkarda direnen tüm kavimler gibi daha dünyada iken Allah katından gönderilen azapla karşılık bulmuştur. Ayetlerde Medyen kavminin uğradığı son şöyle haber verilmiştir
"Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud’a nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen halkına da Allah’ın rahmetinden öyle bir uzaklık verildi." Hud, 11/94. 95
Medyen halkının taşıdığı kötü özellikler, bugün din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda sık görülen ve yaygın olarak yaşanan, hatta kimi zaman doğal karşılanan özelliklerdir. Bu nedenle Hz. Şuayb (as)’ın kavmine yaptığı çağrıların her biri, bugün ve bundan sonra yaşayacak insanlar için de geçerlidir. Bu hatırlatmalardan bugün de tüm insanların öğüt almaları gerekir.
Bugün de insanlar Allah korkusu ve din ahlakının sonucu olarak, gerek günlük yaşamlarında, gerekse ticaret yaparken, dürüst bir tutum sergilemeli, yeryüzünde düzeni korumalı, bozgunculuktan uzak durmalıdırlar. Aksi takdirde geçmişteki kavimlerin başlarına gelenlerin bir benzeriyle karşılaşabilirler.
Burada iman edenlerin yapması gereken önemli görevlerden birisi de, çevresine örnek olacak güzel ahlakı göstererek, insanları bu konularda uyarmak ve Kur'an ahlakını yaşamaya davet etmektir. Yüce Allah Kur'an’da, samimi Müslümanların zulmün ve haksızlıkların sona ermesi, güzel ahlakın insanlar üzerinde hakim olması ve din ahlakının aslına uygun olarak yaşanması için ciddi çaba göstermeleri gerektiğini şöyle bildirmiştir
"Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." Al-i imran, 3/104
Bunun dinle alakası yok. Din eğitimi, tedaviyi emreder. Örneğin domuz eti normalde haramdır ama yemek bulunamazsa hayatta kalmak noktasında yenilebilir. Bakara 173 ''Allah size yalnızca murdar(leş) eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayan ve esirgeyendir.''
Yani bu bakış açısıyla erkek doktorun o noktadaki bir kişiyi yaşatması Allah'ın yapılmasını istediği bir şeydir. Bu olayı dini aşağılamak-karalamak için aynı cümlede geçirmek kabul edilemez. Olsa olsa bu olay islamiyet öncesindeki karanlık cahiliye devri ile benzeştirilebilir.
''Müşrik(Allah'a ortak koşan-inanmayan) kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyin! Mümin(Allah'a inanan) bir cariye, hoşunuza giden hür bir müşrik kadından daha hayırlıdır! Mümin kadınları da, onlar iman etmedikçe, müşriklere nikâhlamayınız; Mümin bir köle hoşunuza giden hür bir müşrikten daha hayırlıdır. Müşrikler sizi cehenneme dâvet ederler. Allah ise sizi Kendi izniyle, cennete ve mağfirete dâvet eder ve üzerinde düşünüp gerekli dersi alsınlar diye âyetlerini insanlara açıklar. [Bakara Suresi 221. Ayet, 2, 96; 5, 5; 60, 10] {KM, Çıkış 9, 12; Tesniye 7, 3-4}
''Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın(Hristiyan ve Yahudi) kestikleri ve diğer yiyecekleri size helâldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan(Hristiyan ve Yahudi) hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helâldir. Kim imanı inkâr ederse bütün yaptığı işler boşa gider ve o, âhirette de ziyana uğrayanlardan olur. [Maide Suresi 5. Ayet, 2, 236; 4, 24-25]
''Kendilerine kurtuluş rehberi (vahiy) geldiğinde insanların inanmalarını, ancak “Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?” şeklindeki itirazları engellemiştir. De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşan melekler bulunsaydı elbette onlara da peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.” Yine de ki: “Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kâfidir. O, kullarını çok iyi bilip görmektedir.” (isra 94-96)
“Cinleri ve insanları beni tanımaları ve bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 51/56)
Bu dünyaya geliş amacı Kuranda belirtildiği gibi Allah'ı tanımaktır. Bunu da iyiyi kötüden ayırt etmek için peygamberler aracılığıyla yapılmıştır. Yoksa ayette dediği gibi
"Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?" (Yunus, 10/99)
ifade edildiği gibi herkesin iman etmesini sağlardı. Demek ki asıl mesele samimi olarak inanmak ve görmediği halde O'nun varlığını delillere bakarak ve başkasından değil sadece O'ndan korkarak O'nu 1 ilah kabul etmektir. Bu soruda insanlığın düzelmesi için elçi neden geliyor ifadesine şöyle bakarsak elçi denilen aslında öğretmen hükmündedir, o zaman okula gidilmesin , kimse eğitilmesin, kimse öğretmenlerden bilgi almasın. Eğitim olmasın. Dediğiniz nokta buraya çıkıyor, eğitimle ancak bir toplum düzeltilebilir ve bu da öğretmenlerle yapılır. Yani bu peygamberlerle yapılır ve topluma hırsızlık yapma, adam öldürme, eşkiya olma gibi ahlaki öğretiler peygamberlerin getirdiği sistemlerle konulmuştur. Yoksa birçok kişi kendi çıkarı ne diyorsa onu yapabilir ve suçluluk da duymaz.
isra (90-96) belirtildiği gibi:
''Dediler ki(Peygambere hitaben): "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resûl olarak gönderilen bir beşerim. insanlara hidayet (Kur'an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, "Allah, bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?" demeleri engel olmuştur. De ki: "Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik." De ki: "Sizinle benim aramda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O, kullarından hakkıyla haberdardır, onları hakkıyla görendir."
Bunu söyleyen kişinin youtube'da dini bir konuşmasını dinlemiştim.( Ya Ebu Leheb iman etseydi videosu) Hazreti Muhammed'in(Allah'ın selamı üzerine olsun) dedesinin cehennemde olduğunu söylüyordu. Bayağı araştırmıştım kaynaklarıyla dedesinin Hanif dini yani Hazreti ibrahim'den kalan Allah'ı tek ilah olarak inanan din üzerinde olduğunu ve cennette olduğuna dair kaynaklarıyla yorumlara yazdım ve kendi mail adreslerine mail attım ancak herhangi bir düzeltme veya geri dönüş yapmadılar. Bu kişinin din hakkında verdiği ifadelere güvenmeyi ve dinlemeyi bıraktım.
Bence sizler de dininizi insanlardan değil, güvenilir kaynak ve yerlerden öğrenin. Eskiden dini bilgileri sorarlarken bir kişinin hayvanına yem gösterip vermediğini gördüklerinde bu kişiye güvenilmez diye ondan dini bilgi sormayı bıraktıklarına dair bir olay okumuştum ve çok etkilenmiştim. Yalan sözünü gördüğünüz kişilerin diğer sözlerini de ciddiye almamanızı tavsiye ederim. Burada belki şunu demek istiyor, Kuran'da ''onları bulduğunuz yerde öldürün'' diye ayet var ama bu ayet Müslüman olmayanları nerede bulursanız öldürün demek değil, neden indirildi ne için bu söylendi diye baktığımızda savaş sırasında demek istiyor, zaten Medine'de o dönemde birçok Yahudi var bu ayete bakarsak o yahudilerin hepsinin öldürülmesi gerekiyordu ancak Hazreti Muhammed (Allah'ın selamı üzerine olsun) onlarla ticaret yapmış, cenazelerinde bile ayağa kalkmış, saygı göstermiş yine Mekke fethiyle orada katliam olması gerekiyordu ki böyle bir şey olmamıştır. Demek ki bu ayet tefsir yani indiriliş nedeniyle okunduğunda tam anlamıyla anlaşılır olabilir.
her şeyden önce ifade edilmelidir ki mezhep imamları mezhep kurmak için uğraşmamışlardır. ve mezhepler arasında asli- temel meselelerde farklılıklar yoktur. farklılıklar teferruat yani temel olmayan ayrıntılarda görülmektedir. hristiyanlıkta olan mezhepler temel farklılıklardandır. örneğin hristiyanlığın bir mezhebi olan nasturiliği hazreti isa tanrı değil dediği için istanbul ortodoksları( başka bir hristiyanlık mezhebi) onları aforoz etmiş (dinden çıkarmışlardır) ve bu kişiler nusaybin'e sığınmıştır. hristiyanlıktaki mezheblere bakarsanız avrupa katolikliğinin farklı olduğunu, afrika habeş etiyopya hristiyanın farklı olduğunu, mardin süryaniliğinin farklı olduğunu, nusaybin nasturiliğinin farklı olduğunu, istanbul ortodoksluğunun ve diğer mezhepler itibariyle çok temel inanç meseleleri bağlamında farklı olduğunu görürsünüz. necaşi hristiyan liderin ülkesine hicret eden hz muhammed(allah'ın selamı üzerine olsun)'in arkadaşlarının okuduğu meryem suresini duyunca sizinle aramızda çöp kadar farklılık yok demişti.
konuya dönersek, ebu hanife islam üzerine çalışmalarında kendine göre, kültürüne, yaşayışına da dini meseleleri yorumlamıştır. hiçbir zaman mezhep kuruyorum demiyor. sünnet ve hadislerden benim anladığım meseleler budur diyor. sonrasında imam malik yine dini meseleleri değerlendirirken kendi zamanın ruhu, kültürü, yetiştiği şartlar bağlamında meseleleri ele alıyor. dini meselelerde sorduğu kişilerden çok küçük farklılıklarla muvatta isimli hadis kitabı ortaya çıkarıyor ve dini fetvaları görüş farklılıklarını da yazıyor. imam malik'in öğrencisi imam şafi ise hocasına bağlı olmakla beraber bir kısım farklı yorumlar ortaya koyuyor. ayrıntılara dair meselelerde farklılıklara yer veriyor ve el- umm isimli kitapta bunları topluyor. imam ahmed bin hanbel imam şafi'den sonra geliyor. dini meseleleri hadis'lere dayandırıyor ve 40.000 hadis içeren el müsned eserini ortaya koyuyor. yine mezhep kurmak gibi bir derdi yok. böylece bu kitapları takip edenler tarafından bir ekol olarak takip ediliyor. bu anlayışları parlak ve cazip bulanlar onların arkasından yürüyorlar. böylece zamanla mezhepler doğuyor. mezheplerden kişiler her zaman birbirlerine çok saygılı olmuşlar. ebu hanife'nin kabri bağdatta diye imam şafi, şafi mezhebinde olan sabah namazında kunut duası okumayı terk etmiş ve ebu hanife'ye karşı çıkmadan namazı kılmak istedim demiştir. ayrıca şu çok önemlidir ki ki hazreti muhammed(allah'ın selamı üzerine olsun)'in hayatını tek başına bir insanın yaşaması mümkün değildir. her bir mezhep peygamberimiz'e ait farklı derinlikleri temsil ediyorlar. tüm hayatımızı tek başına peygamberimizin yaşadığı gibi yaşamaktan mezheplerin varlığıyla o'nun hayatını farklı açılardan yaşamamıza imkan veriyor. biz de o derinliklerden birini yaşadığımızda kurtulmuş oluyoruz. bir de çeşitli mizaç, coğrafya, kültürlerin varlığını da düşününce bir bağlama daha yatkın olabilir ve daha kolay yerine getirebilirler.
farklılıkların ortaya çıkışı ise imam şafi kan çıkınca abdest bozulmaz ama kendisine nikah düşen birisine dokunursa abdest bozulmaz der. ebu hanife de tam tersini söyler. kan çıkınca abdest bozulur, nikah düşen biri dokunursa abdest bozulmaz der. imam şafi şunu der, savaş varken kanlı olarak namaz kılınıyordu. ebu hanife taraftarları da şunu der bu her zaman değil, savaşta ve zaruruiyette geçerlidir. yine hazreti aişe hazreti muhammed (allah'ın selamı üzerine olsun)'in sivilcesini koparır. hz muhammed abdest alır. ebu hanife bunu kan çıktı diye derken, imam şafi ise kadın değdiği için der. bu ayrıntılardaki bakış açıları nedeniyle açıklamaları cazip bulanlar onları izlemiştir.
hanefi fıkıhı daha şehirli kişilerce benimsenmişken şafi fıkıhı daha köylerde benimsenmiştir. ahmed bin hanbel mezhebi de kendi çevresinin sıkıntılarına uygun olarak var olmuştur. topluluklar kendi şartlarına göre dinin ruhundan anladıklarına göre karar vermişlerdir. mezhepler arası farklılıklar olsa da bunlar bir ağacın dalları gibidir ve hepsi aynı yörüngeyi gösterir. anlayışlar bakımından zorluklarla karşılaşan kişi, mezheplerin sunduğu kolaylıklarla onlardan faydalanabilir. örneğin kabe tavaf ederken kadın ve erkekler birbirine değerbilirler burada da hanefilerin bakış açısından durum değerlendirilebilir, her defasında abdest almaktan kurtulurlar. yine zayıf bir hadiste'' ümmetimin ihtilafı rahmettir.'' denilmiştir. kuvvetli bir hadiste de ''ümmettim dalalet üzerinde bir araya gelmezler. '' denilmiştir.
Her şeyden önce ifade edilmelidir ki mezhep imamları mezhep kurmak için uğraşmamışlardır. Ve mezhepler arasında asli- temel meselelerde farklılıklar yoktur. Farklılıklar teferruat yani temel olmayan ayrıntılarda görülmektedir. Hristiyanlıkta olan mezhepler temel farklılıklardandır. Örneğin Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturiliği Hazreti isa Tanrı değil dediği için istanbul ortodoksları( Başka bir Hristiyanlık mezhebi) onları aforoz etmiş (dinden çıkarmışlardır) ve bu kişiler Nusaybin'e sığınmıştır. Hristiyanlıktaki mezheblere bakarsanız Avrupa katolikliğinin farklı olduğunu, afrika habeş etiyopya hristiyanın farklı olduğunu, mardin süryaniliğinin farklı olduğunu, nusaybin nasturiliğinin farklı olduğunu, istanbul ortodoksluğunun ve diğer mezhepler itibariyle çok temel inanç meseleleri bağlamında farklı olduğunu görürsünüz. Necaşi Hristiyan liderin ülkesine hicret eden Hz Muhammed(Allah'ın selamı üzerine olsun)'in arkadaşlarının okuduğu Meryem suresini duyunca sizinle aramızda çöp kadar farklılık yok demişti.
Konuya dönersek, Ebu Hanife islam üzerine çalışmalarında kendine göre, kültürüne, yaşayışına da dini meseleleri yorumlamıştır. Hiçbir zaman mezhep kuruyorum demiyor. sünnet ve Hadislerden benim anladığım meseleler budur diyor. Sonrasında imam Malik yine dini meseleleri değerlendirirken kendi zamanın ruhu, kültürü, yetiştiği şartlar bağlamında meseleleri ele alıyor. Dini meselelerde sorduğu kişilerden çok küçük farklılıklarla Muvatta isimli hadis kitabı ortaya çıkarıyor ve dini fetvaları görüş farklılıklarını da yazıyor. imam Malik'in öğrencisi imam Şafi ise hocasına bağlı olmakla beraber bir kısım farklı yorumlar ortaya koyuyor. Ayrıntılara dair meselelerde farklılıklara yer veriyor ve El- Umm isimli kitapta bunları topluyor. imam Ahmed bin hanbel imam Şafi'den sonra geliyor. Dini meseleleri Hadis'lere dayandırıyor ve 40.000 Hadis içeren El Müsned eserini ortaya koyuyor. Yine mezhep kurmak gibi bir derdi yok. Böylece bu kitapları takip edenler tarafından bir ekol olarak takip ediliyor. Bu anlayışları parlak ve cazip bulanlar onların arkasından yürüyorlar. Böylece zamanla mezhepler doğuyor. Mezheplerden kişiler her zaman birbirlerine çok saygılı olmuşlar. Ebu Hanife'nin kabri Bağdatta diye imam Şafi, şafi mezhebinde olan sabah namazında kunut duası okumayı terk etmiş ve Ebu Hanife'ye karşı çıkmadan namazı kılmak istedim demiştir. Ayrıca şu çok önemlidir ki ki Hazreti Muhammed(Allah'ın selamı üzerine olsun)'in hayatını tek başına bir insanın yaşaması mümkün değildir. Her bir mezhep Peygamberimiz'e ait farklı derinlikleri temsil ediyorlar. Tüm hayatımızı tek başına Peygamberimizin yaşadığı gibi yaşamaktan mezheplerin varlığıyla O'nun hayatını farklı açılardan yaşamamıza imkan veriyor. Biz de o derinliklerden birini yaşadığımızda kurtulmuş oluyoruz. Bir de çeşitli mizaç, coğrafya, kültürlerin varlığını da düşününce bir bağlama daha yatkın olabilir ve daha kolay yerine getirebilirler.
Farklılıkların ortaya çıkışı ise imam Şafi kan çıkınca abdest bozulmaz ama kendisine nikah düşen birisine dokunursa abdest bozulmaz der. Ebu hanife de tam tersini söyler. Kan çıkınca abdest bozulur, nikah düşen biri dokunursa abdest bozulmaz der. imam Şafi şunu der, savaş varken kanlı olarak namaz kılınıyordu. Ebu Hanife taraftarları da şunu der bu her zaman değil, savaşta ve zaruruiyette geçerlidir. Yine Hazreti Aişe Hazreti Muhammed (Allah'ın selamı üzerine olsun)'in sivilcesini koparır. Hz Muhammed abdest alır. Ebu Hanife bunu kan çıktı diye derken, imam Şafi ise kadın değdiği için der. Bu ayrıntılardaki bakış açıları nedeniyle açıklamaları cazip bulanlar onları izlemiştir.
Hanefi fıkıhı daha şehirli kişilerce benimsenmişken Şafi fıkıhı daha köylerde benimsenmiştir. Ahmed bin hanbel mezhebi de kendi çevresinin sıkıntılarına uygun olarak var olmuştur. Topluluklar kendi şartlarına göre dinin ruhundan anladıklarına göre karar vermişlerdir. Mezhepler arası farklılıklar olsa da bunlar bir ağacın dalları gibidir ve hepsi aynı yörüngeyi gösterir. Anlayışlar bakımından zorluklarla karşılaşan kişi, mezheplerin sunduğu kolaylıklarla onlardan faydalanabilir. Örneğin Kabe tavaf ederken kadın ve erkekler birbirine değerbilirler burada da Hanefilerin bakış açısından durum değerlendirilebilir, her defasında abdest almaktan kurtulurlar. Yine zayıf bir hadiste'' Ümmetimin ihtilafı rahmettir.'' denilmiştir. Kuvvetli bir Hadiste de ''ümmettim dalalet üzerinde bir araya gelmezler. '' denilmiştir.
Teknik olarak bu imkansızdır çünkü Hz Muhammed (Allah'ın selamı üzerine olsun) bir insan olması ve geleceği yalnız Allah'ın bilmesi ile ne zaman öleceğini bilemez. son anından bile hasta iken dahi iyileşebilme ve yaşamına devam etme durumu varken ve vahiy devam ettiğinden, Kur’an metni, iki kapak arasında kitap haline getirilemezdi. Böyle yapılmış olsaydı sık sık değişiklik yapmak, araya girecek birkaç ayeti yerleştirmek için, ikide bir çok sayıda yazılmış metni imha etmek mecburiyeti olacaktı. Diğer taraftan Kur’an metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı surette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshalar da bulunuyordu. Üstelik Hz. Peygamber (asm) gibi bir teminat yeri vardı. Bu yüzden metnin muhafazası konusunda endişeye sebep yoktu
Kaynaklara göre Peygamberimiz (asm) vefat ettiğinde 3.000 kişi Kur'an’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit (ra)’in yazmış olduğu Kur'an ile Hz. Muhammed’e (sav) indirilen Kur'an arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü, Kur'an’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla kontrol ediyorlardı. Her gün namazda okunan ve ona göre amel edilen şey nasıl unutulabilir? Kur'an ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu ve vahiy 23 yılda tamamlandı.
Kur'an vahyinin inmesinde Hz. Peygamber (asm) dahil hiçbir kimsenin müdahalesinin söz konusu olmadığını aşağıdaki ayet bize bildirmektedir:
"Eğer o Peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeğe kalkışsaydı muhakkak ki biz onu kuvvetle yakalar (ve ondan intikam alırdık). Sonra da muhakkak ki, onun kalb damarını keserdik. O zaman sizden hiç kimse O'nu koruyamaz..." (Hakka, 69/44-48)
Kur’an-ı Kerim kırk iki vahiy katibi tarafından yazılmıştır. En meşhurları Mekke'de Abdullah b. Sa'd, Medine'de ise Übey ibni Kab'dır. Kur’an ayetleri kağıt, bez, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını (Kur'an-ı Kerim'i) baştan sona Cebrail (as)'e arz ediyordu. Karışıklığı önlemek için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu. .
Ayrıca El-Hakim (Ö 405/1014) Müstedrek’inde “Kur’an metninin biraraya getirilmesi üç defa yapılıp, birincisi Resulullah’ın huzurunda olmuştur.” dedikten sonra, bu hükmüne esas teşkil eden şu hadisi, Zeyd ibn Sabit’den nakleder. Zeyd diyor ki: “Biz, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an’ı birtakım parçalardan telif ediyorduk (topluyorduk).” Beyhaki bu hadis hakkında: “Kanaatimce bundan maksad, birkaç ayrı defada indirilen ayet gruplarını, Hz. Peygamber’in nezaretinde sureler halinde derlemektir.” demektedir. Şu halde vahyi tamamlanan sureleri Peygamberimiz (asm), mevcut en uygun malzemeye, birtakım sahifeler halinde temize çektirip muhafaza ediyordu. Peygamberimizin (asm) hayatında birçok sahabi Kur’an’ı hem hafızalarında hem de sahifelerinde toplamış bulunuyorlardı. O’nun vefatı üzerine Hz. Ali (ra) derhal evine kapanmış, “Kur’an’ı birleştirmedikçe cuma namazına çıkmak hariç, ridamı giymemeye yemin ettim.” diyerek, sözünü yerine getirmiş, Kur’an’ı birleştirmedikçe Hz. Ebu Bekir’e biat etmemişti.
Peygamber (asm)’in vefatından sonra ilahi rehber Kur’an metninin, ümmetin ortak kararından geçmek suretiyle, tek kelimesinden şüphe edilmeyecek tarzda; kıyamete kadar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği tarzda toplanması gerekmişti. Zeyd ibn Sabit (ra) diyor ki:
“Yemame savaşında ashabın öldürülmesinin ardından Hz. Ebu Bekir (ra) beni çağırttı. Yanına vardım. Hz. Ömer de orada idi. Ebu Bekir bana dedi ki:
'Ömer bana gelip dedi ki:
'Yemame'de Kur’an hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vakalarda hafızların ölmeleriyle Kur’an’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa Kur’an’ın birleştirilmesi için bir emir çıkarman gerekir.'
Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim:
“Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?”,
Ömer:
“Vallahi bu hayırlı bir iştir" dedi.
Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah kalbime bu işi yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.”
Zeyd devamla diyor ki: “Ebu Bekir bana dönüp şöyle dedi:
“Sen genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse karşı çıkamaz. Zaten Resulullah’ın da vahiy katibi idin. Kur’an metnini topla.”
Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’an’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi. Neticede Kur’an’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.” (Buhârî, Tefsîru’l-Kur’an, 20; Tirmizî, Fedâilu’l-Kur'ân, 23)
Kaynakların ortaklaşa bildirdiğine göre, Hz. Ebu Bekir (ra), Zeyd’e asla hafızasına güvenmemesini, her ayet için iki delil olmak üzere, iki şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti. Bu iş için Zeyd, Hz. Ömer (ra)’in yardımını şart koşmuş, O da ciddi bir şekilde kendisine yardım etmiştir. Zeyd bizzat kendisi iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş iki yazılı şahid aramak gibi son derece titiz ve ilmi bir usul takib etmiştir. Yalnız Tevbe suresinin sonundaki iki ayet hakkında, araştırmasına rağmen iki yazılı şahidi bulamamış, Ebu Huzeyme’deki yazılı nüshaya referans vermek durumunda kalmıştır. Bu şekilde Hz. Ebu Bekir (ra) devrinde biraraya getirilen sahifelere “el- Mushaf” denilmiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur."
bnu Mâce'de, Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh)'tan yapılan rivayette
"Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir yemeğe düşerse, onu içine iyice batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehirli (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır." buyrulmuştur.
Açıklama:
Sinek bedenlerinde antibiyotik olduğu, bilimsel deneylerle anlaşılmıştır. Bir grup Avustralyalı araştırmacı tüm çabalarını bunun üzerine harcıyor. Macquarie Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri bölümünde bir grup araştırmacı, sineklerin çürük et, meyve ve gübre dahil olmak üzere her türlü pisliğe karşı dayanıklı olduğu teorisinden yola çıkarak sineklerin sahip oldukları bu antibakteriyal özellikleri farklı gelişim evrelerinde ortaya çıkarmak üzere çalışmalar yaptılar.
Grubunun yeni keşfini Melbourne Mikrobiyoloji Konferansında tanıtan Ms Jonanne Clarke, "Çalışmalarının, yeni antibiyotiklerin bulunması için yapılan küresel araştırmaların ufak bir parçası olduğunu, fakat kimsenin daha önce bakmayı akıllarına getirmedikleri bir yere odaklandıklarını" söylüyor. Bahsettiği bu proje aynı zamanda onun doktora tezinin bir parçası...
Ms Clarke, mide içersinde de meydana gelen antibakteriyal özelliklerin sinek bedeni üzerinde mevcut olduğunu söylüyor ve her iki yerde de bu aktiviteleri görebileceğimizi belirtiyor ve "Sinek bedeni üstüne yoğunlaşmamızın sebebi daha kolay ayrışılabilir yapıda olmasıdır." diye ekliyor. (http://www.abc.net.au/sci...les/2002/10/01/689400.htm )
Ayrıca Suudi Arabistan Qassim Üniversitesi, Medikal Mikrobiyoloji Bölümünde yapılan bir deneyin sonuçları, bunun bilimsel mantığını göstermiştir. Yapılan deney ve sonuçları şöyledir:
DENEY A
Kültürlü su örneği steril su içeren kaptan alınmıştır ve kaba sinek düşmüştür (Sinek Batırılmamıştır). Kültür deneyi için kaptan alınan suda E Coli tipi Patojenik (mikrop üreten) bakteriyel çoğalma görülmüştür.
KAP 1- Kültürlü su örneği aynı kaynak kabından alınmıştır. Bu sefer sinek suya tamamen batırılmıştır. Kap 2'de görülen bakteriyel çoğalmanın tamamen kaybolduğu açıkça görülüyor. Kap 1'de çoğalan yeni bakteri Actinomyces (Aktinomiçes) olarak bilinir ve faydalı antibiyotikler bundan elde edilebilir. Bunun Kap 2'de bulunan bakteriyel çoğalmayı nasıl engellediği açıkça görülüyor.
DENEY B
Deney "A'nın aynısıdır fakat bu sefer başka bir sinek ile yapılmıştır.
KAP 2- Kültürlü su örneği steril su içeren kaptan alınmıştır ve kaba sinek düşmüştür (Sinek Batırılmamıştır). Kültür deneyi için kaptan alınan suda Coynebacterium [Dephtheroid (Difteri Basili) tipi Patojenik (mikrop üreten) bakteriyel çoğalma görülmüştür.
KAP 1- Kültürlü su örneği aynı kaynak kabından alınmıştır. Bu sefer sinek suya tamamen batırılmıştır. Kap 2'de görülen bakteriyel çoğalmanın tamamen kaybolduğu açıkça görülüyor. Kap 1'de çoğalan yeni bakteri Actinomyces (Aktinomiçes) olarak bilinir ve faydalı antibiyotikler (%70'den fazla) bundan elde edilebilir. Bunun Kap 2'de bulunan bakteriyel çoğalmayı nasıl engellediği açıkça görülüyor.
DENEY C
Daha önceki deneylerin aynısıdır fakat farklı bir sinek ile yapılmıştır.
KAP 2- Kültürlü su örneği steril su içeren kaptan alınmıştır ve kaba sinek düşmüştür (Sinek Batırılmamıştır). Kültür deneyi için kaptan alınan suda Staphylococcus sp. (Stafilolok Tipi) Patojenik (mikrop üreten) bakteriyel çoğalma görülmüştür.
KAP 1- Kültürlü su örneği aynı kaynak kabından alınmıştır. Bu sefer sinek suya tamamen batırılmıştır. Kap 2'de görülen bakteriyel çoğalmanın tamamen kaybolduğu açıkça görülüyor. Kap 1'de çoğalan yeni bakteri Actinomyces (Aktinomiçes) olarak bilinir ve faydalı antibiyotikler bundan elde edilebilir. Bunun Kap 2'de bulunan bakteriyel çoğalmayı nasıl engellediği açıkça görülüyor.
Salmonellas (Salmonella) + proteus sp tipi hastalık yapan başka bakteri çeşitlerinde de aynı sonuçlar alınmıştır.
Mikrobiyolojideki en son araştırmalar Hz Peygamberin (asm) XV. asır önce bildirdiği tavsiyenin tıbbî izahını yapmakla, âdeta onu tasdik etmektedir.