introsu insanın üzerine dağlar deviren orhan gencebay şarkısı.
Şöyle de bir hikayeye sebep olmuştur:
--spoiler--
Lisedeydim, aşk denen duyguyu ömrümde ilk defa hissediyordum. Bir türlü ona açılamamamdan dolayı geceleri çok sarsıcı ve histeri nöbetleri şeklinde geçiyordu. Ergenlik dönemimdi ve daha büyük bir iç sıkıntısı olamazdı. Cesaretli değildim. Geceleri bu şekilde geçerken gündüzleri bıkmadan usanmadan en yakın ve tek arkadaşım olan Ömer\'e onun akıl alan, el titreten, histeri nöbetlerine sebep olan güzelliğini anlatıyordum. Anlatacaklarımı bitirip baştan anlatıyordum. Ömer\'de sıkılmadan bir kere dahi oflamadan büyük bir istekle beni dinliyordu.
Okulun son günüydü karneler dağıtılacaktı. O günün gecesi karanlık nöbetlerin, bunaltıcı düşüncelerin eşliğinde ona açılmaya karar vermiştim. Bundan sonra hayatımın hiç bir döneminde o geceki kadar cesur olamadım. Benimkisi karanlık ve tek kişilik bir cesaretti. Sabaha bu şekilde girip gömleğimi, pantolonumu, kravatımı büyük bir özenle kendim ütüledim. Babamın parfümlerinden sıktım, jilet gibiydim. Evden çıkmaya karar verdiğim anda aklıma babamın divanın altındaki dolapta sakladığı Jack Daniels geldi. Geçen hafta benim ön sıramda oturan Umut ile Kazım aralarında konuşurlarken onlardan alkolün cesaret verdiğini duymuştum. Dolabı açıp bir kadeh doldurup hızlıca içip bitirdim. Bir anda bütün vücudumu kezzap içmiş hissi kapladı. ikinci kadehte ne hissettiğimi hatırlamıyorum. ilk kadeh kadar iz bırakamadı tıpkı sonraki bütün kadehler gibi. Şişeyi eski yerine bıraktım. Kapıya yönelip evden çıktım.
Okulun arka bahçesinde onu, her gün gizli gizli izlediğim zilin çalmasını beklediği bankta bulacağımı biliyordum. Tüm heyecanımla ve patlayan cesaretimle oraya gittim. Bu defa gizliden gizliye değil, tüm benliğimle karşısına dikilecektim. Onu sevdiğimi söyleyecektim. Kantinin olduğu köşeyi döndükten sonra karşımda oturuyor olacaktı. Hiç teklemeden, tereddüt etmeden o köşeyi döndüm.
Gördüklerim karşısında bir ölünün yıkılmışlığını henüz hayattayken yaşadım.
Dünyanın başına yıkılması bu deyimi edebiyat dersinde beş tane cümlenin içinde kullanmıştım.
işte o cümlelerin hepsi bir olup benim başıma yıkılıldılar.
Çok acı vericiydi. içerisinde dünyanın başına yıkılması deyimi geçen beş cümleye yenildim.
Ömerin kollarının altında ona sarılırken gördüm. Omzunu göğsüne dayamıştı. Ömere anlattığım bütün hayallerin öznesi kendisi olmuşu. Ömer, her defasında büyük bir heyecanla beni dinleyip ona karşı cesaretlendirirdi. Neden böyle olmuştu? Yediğim darbeye mi yanacaktım artık hiç dostumun kalmamasına mı yanacaktım.
Gözlerime perde indiği için sonrasını hatırlamıyorum. Karanlık.
Karnemi bir buçuk ay sonra annem aldı. Notlarım iyi değildi. O yaz babam beni Hamit Abinin yanına çırak olarak verdi. Oto tamircisindeki ilk iş günümün sabahında Hamit Abi anahtar tezgahının üstündeki radyoyu açarak çayı demlememi istedi. Tezgahtaki anahtarları bir süre inceledikten sonra radyoyu açtım:
Orhan Gencebay: Sevmek çok zormuş. Diyordu.
O büyülü ses hayatımda yediğim ilk darbeyi ingiliz anahtarlarının üzerindeki tozlu bir radyonun içinden yüzüme vuruyordu.
--spoiler--
Mülteci ve mültecilik olgusunu kurcalayıp, derinlemesine ele alan Ankara devlet Tiyatrosu oyunu.
Savaştan, töreden, kaderlerinden kaçan; hayatın ellerini ümüklerinde hissettirdiği insanların bir kamyon kasasında geçen öyküsünün yer yer hüzünlü yer yer eğlenceli yanları yansıtılmış.
Oyunculuklar çok başarılı olmasına rağmen dekor ve ışığın vasat olduğu bir oyun.
Her ne kadar öyle de olsa üst düzey oyunculuklar oyunu kotarmaya fazlasıyla yetmiş.
insanın yaşam mücadelesi içerisinde üzerlerine serpiştirilmiş "umudun" hikayesinin sahnede bedenlere büründürülmüş hali.
Muazzam bir film olmuş. Bir buçuk saat boyunca kürdanla ciğerinizi sökmeye çabalıyor. Öylesine zarif. Hissettirmek istediğini tamda böyle abartısız, ajitasyonsuz; ince ve naif şekilde enjekte ediyor. Film boyunca acı yok, ağrı yok, sızı yok; ancak filmin sonunda salondan çıkarken her şeyin farkına varıp ciğerini oturduğun koltukta bıraktığını algılıyorsun.
Filmden sonra hayatına, koca koca şehirlerin içinde, koca koca betonların arasında yaşarken her an sokakları süpüren Nigar Ana'ya rastlayacakmış hissiyle devam ediyorsun.
Erden Kıral'ın bir filmin içinde iki hikaye anlatayım derken hiçbir şey anlatamadığı son filmi.
Bir önceki filmi Yük'ün olumlu referansıyla gidip seyrettim ancak beklentilerimi karşılayamadım malesef.
iki oğluda örgütle bağlantılı ve çeşitli eylemlere katılan babasız kürt bir aile ile pavyonda çalışan düşmüş karı, kocanın hikayesini anlatmaya çalışmış erden kıral; ancak ne filmin gidişatını etkileyen olayları hikayelerin içine tamamen yedirebilmiş ne de bu iki hikayenin birbiriyle bağlantısını sağlayan ince noktaları hakkıyla verilebilmiş.
olaylar meydana geliyor hikaye ilerliyor ancak arkasında ve ardında öyle boşluklar var ki sanki film yarım çekilmiş hissiyatı yaratıyor. Karakterlerin ruhsal ve fiziksel durumunda derin sarsıntılar bırakan olaylar öylesine üstün körü geçiştirilmiş.
Oyuncuların ve görüntü yönetmeni feza çaldıran'ın etkili performansı filmi kotarmaya yetmemiş.
Erden kıral bu iki hikaye yerine tek bir hikayeye odaklansaydı belki ortaya daha elle tutulabilir bir eser çıkabilirdi.
Son dönem yunanistan sinemasının ezber bozan sinema filmleri külliyatına bir armağanı.
23 Yaşındaki bir kızın babasına karşı duyduğu cinsel arzuyu alışılagelmiş biyolojik, kimyasal, ahlaksal, toplumsal ve dinsel muhalefet nedeniyle içine atıp karşı cinse, hemcinse yani insana yabancılaşarak içinde bulunduğu tezatlıklarla mücadelesinin hikayesi.
taraftarının ihtiyaçlarını bilen ve bunun bilinciyle performans sergileyen kulüptür.
Beşiktaş taraftarı son dönemdeki kadar mutluluğa ihtiyacı olmayan bir güruhtur.
Aşırı dozda mutluluk varoluşlarına terstir.
Takımı tarafından verilmesi gereken duygusal metanın ölçüsü 1 birim sevinç 2 birim üzünç şeklindedir.
Toplumun melankolik, duygusal takıntılı, hüzünlü birey ihtiyacını karşılarlar.
kişilikleri ve ruhları acı, keder ve hüzünle yoğrulmuştur.
bunun sebebi beşiktaş'dır.
Yanlış anlaşılmasın şikayetci olduğumuzdan değil. biz bu duyguların özlemini duyuyoruz.
Şöyle ki:
özlemi duyulan her şey güzeldir.
Anatomimiz ve yaşamımız belirli aralıklarla beşiktaş tarafından hissettirilmesi gereken acıya muhtaçtır.
Bu bağlamda takımın 27 ekim 2014 kayseri erciyesspor beşiktaş maçı'nda yaşattığı acı muazzamdı.
Kendisinin en sevdiği filmini Hicran yarası olarak ifade eden büyük yönetmen.
Ne yazık ki filmin tek negatifi devlet film arşivinde yanmıştır.
Baş rolünde sadri alışık'ın oynadığı 1950'li yılların istanbul sokaklarında geçen ve küçük kağıtlara yazılmış şarkı sözleri satan bir gencin üzerinden hayat bulan böyle bir filmin yapılmış olduğunu bilip izleyememek acı vericidir.
Yusuf Atılgan'ın yarattığı Ömer Kavur'un eksik olan ne varsa tamamladığı Macit Koper'in ruh verdiği gecikmeli ankara treniyle seyahat edenlerin hikayesi.
varoluşu gereği böyledir.
Umut eder çalışır.
Bütün bu çalışmanın, çabalamanın karşısında umut ettikleri gerçekleşmez.
Başka bir şey umut eder bu defa onun için çabalar, çalışır. Umut hiç bitmez.
Yarım kalan bilmem kaçıncı umudun ortasında siktirip gider bu hayat denen karmaşanın içinden.
Ölmüştür.
Bu şekilde programlanmış sikik bir varlıktır işte.
iki farklı dünya görmek istiyorsanız Aşti'nin üst kanından alt katına inin. Gerçek olan alt kat.
Üst kat zahiri.
inin; Evsizleri, barksızları, yurtsuzları, ırksızları, dostsuzları, insansızları, kimsesizleri...Aç midesini mermer taşına bastıranları görün.
Yürüyen merdivenlerin gitmediği yer orası. Yürüyen merdivenlerin götürdüğü yere giden insanlardan olmayın.
Toplasan 20-25 merdiven basamağına bakar. inin. Üstekilerin hiçbiri gerçek değil. Gerçekler altta. Paspas altına süpürdüklerimiz orada.
Şu yeryüzünde üç milyarı aşkın insan yaşar yavrum, üç milyarı aşkın yürek atar, durur. Şu üç milyarı aşkın insanların bir kısmı aç, bir kısmı hasta, bir kısmı yaşlı, bir kısmı aşık. Dünyanın neresinde olursa olsun, sevda için yanan binlerce insan vardır. Ve biz, bu üç milyardan yalnız
iki kişiyiz.
Her şeyin bir kanunu vardır. Ama sevdanın kanunu, yolu, yordamı yoktur. Akıp giden, aktıkça da büyüyen bir sudur sevda. Irmaklar sonlarını denizde kaybolmuş bulurlar. O denizin içinde kimsenin bilmediği ırmaklar, dereler, çaylar vardır. Ben o denizlerin içinde kaybolan, ne olduğunu hatırlamayan ırmaklardan biri olmak istemiyorum.
Ben, kendi denizimi kendim yaratmak, kendi toprağımı kendim sulamak ve akmak, hep akmak istiyorum. Ama nereye, nasıl? Bütün bir hayatın sonu elleri soğuk bir ölüme bağlanır. O denizlere koşan ırmaklar gibi.
Önümüzde o kadar az zaman var ki... insan bunu sevdiği insanla değerlendirmeli diyorum. Hayatımı sevmiyorum, davranışlarımı sevmiyorum. Zaman zaman kafama saplanan kötü düşüncelerimi ve bu düşünceleri yaratan insanları sevmiyorum. Ama azimliyim, bütün karaları sileceğim hayatımdan. Aydınlık, ılık ve güzeli bulacağım.
insan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı, geldiğim yeri. iyi şeylerin yanında, çok kötü huylar edindiğimi, basit birtakım kurgular içinde olduğumu, huzursuzluk kaynaklarımın hepsini biliyorum. Bunları çok kısa bir zamanda düzeltmek mümkün mü? Herkesten çok kendime ediyorum, uykularıma, sinirlerime ediyorum, rahatsız oluyorum...
Paydos, bütün bu kötülüklere paydos artık. Bana en büyük destek sen olacaksın yavrum... Geçmişteki bütün günah ve sevaplarımla kendimi sana veriyorum yavrum. Ne yaparsan yap artık, sana kalmışım ben...
Bugün havada bir şirinlik var. Urfa'nın beyaz damlarında çamaşırlar uçuşuyor. Sonra üç beyaz güvercin göğün mavisinde dolanıp duruyorlar. Ne kadar rahat ve sevinçliler... imreniyorum. Kendimi atabilsem böylesine gökyüzüne... Canım çektikçe uçsam, gitsem. Belki sana gelirdim, yorgun kanatlarımın altına alırdım seni. Yorgun yüreğim tıp tıp atardı belki, ama iyi atardı, çok iyi atardı.
Duvarları ve katı şeyleri sevmiyorum. Canım alabildiğine boş bir deniz istiyor. Yeşillik, portakal bahçeleri, toprak, bu güzelliğin içinde beyaz boyalı, kırmızı kiremit damlı, şöminesi, bembeyaz taşlarla süslü avlusu olan bir ev istiyor...
Dün konuştuk biraz. Evden bahsettiler. Ben uzak şeyler düşündüm. Yalnızlığı seviyorum ben... insan kendine yettikçe yalnız olmalı. Sahteliği sevmiyorum. Gel kaçalım seninle yavrum. Her şeyi bırakıp gidelim, dünyanın bir başka yerinde yaşayalım, insan, yeni bir yerde kendine yeni bir hayat kurar. Ama orada da kötü insanlar vardır. Nereye gidersen git, orada bir kötülük vardır... Bu kaçma duygusu bütün insanlarda vardır. Hani senin kalkıp Amerika'ya gitmek isteyişin gibi... En iyisi, en kötülerin içinde en kuvvetli olmak, yılmadan, yıkılmadan yaşamak. Bizim kaçacağımız yer, o uzaklık, içimizde olacak, istediğimiz an kendimize sığınabileceğiz. Bütün günahın, vebalin ve sevabınla benimsin artık...
Kadın içinde kadın. Film içinde filmdir. Bir Bergman şaheseridir.
Bergman'ın ne büyük bir usta olduğunu göstermektedir. Bu filmdeki yakın plan yüz çekimleri. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala muhtelif sinemacılar tarafından taklit edilmektedir efenim.
--spoiler--
Varoluşun umutsuz düşü: Var gibi olmak değil, var olmak.
--spoiler--
Kanla, nefretle beslenen insanımsı yaftalaması.
Bu şekilde Kendince ölümleri haklı çıkarıp, vicdanını rahatlatan içini zift karası kaplamış insanları gördükçe Çok ulan size barış,
insan gibi yaşamak diyorum.
LAkin biraz düşünüp böylelerine rağmen bu topraklara barış geldiği zaman ne büyük iş yaptığımızı, barışın ne kadar gerekli olduğunu göreceğiz. Hayatlarımız pahasına barışımıza sahip çıkacağız bu defa.
Barışın azameti karşısında varoluşlarını kaplayan kinleriyle yok olup gidecek bu insanlar.
Devlete rağmen, pkk'ya rağmen, akp'ye rağmen, türk'lere ve Kürtler'e rağmen gerçekleşecek bir barış olacak.
işte bu bizim barışımız olacak.
Bu züppenin tek iyi yanı müzik zevki.
....
ilk filmini 20 yaşında çekmiştir.
son filmi MOMMY ile 2014 cannes film festivali'nde jüri özel ödülünü Jean-Luc GODARD ile paylaştı.
sanırım hayatının en büyük ödülü GODARD ile aynı sahnede soluk alıp vermek olmuştur.
Bir de utanmadan o sahnede ağladı. hem de arkasında godard bekliyordu. Godard ulan godard.
herif 10 dakika ayakta senin konuşmanı bitirmeni timsah gözyaşlarının dinmesini bekledi.
değinmeden geçemeyeceğim bir şey daha var: her yıl bir tane film çekiyor. leblebi gibi film mi çekilir ulan?
birde buraları okuyorsa şayet naçizane bir tavsiyem var kendisine:
almodovar filmlerini az izlesin.*
sinemayı seven, insana sinemayla yaklaşan güzel yazar.
tanıdığım için şanslı olduğumu hissettiriyor.
yedinci sanat hakkındaki görüşlerini saygı duymamak elde değil yazdıkları üzerinde düşünülmüş ve kendi süzgecinden geçip bir çıkarıma varıldıktan sonra harflere dökülmüş şeyler. işte bu, son dönemlerde muhtaç olduğumuz bir meziyet.
üstelik fikirleri ve tespitleri insanı üzerinde düşünmeye itiyor.
filmi görme şansı bulan eleştirmenlere göre cannes' da altın palmiye şansı oldukça fazla olan nuri bilge ceylan filmi.
nuri bilge ceylan'ın tarkovski bergman, etkisi altında bir sinema dili olduğu aşikar. kış uykusu'nun bergman vari olduğu yönünde genel bir kanı var eleştirmenlerde.
önceki filmlerinde olduğu gibi bu filminde de yaratıcı ve özgün bir sinema dili yok gibi görünüyor.
en azından ilk izlenim böyle.
yine de izleyip göreceğiz.