2002den bugüne gelen bir tanışıklıkta, onlar ayrılıp gitmeden, henüz hayatımı on yılca kendilerine kitlerken, bu adamların ellerini sıkmak, iki kelime konuşmak, her şey için çok teşekkür etmek, canlı dinlemek düştü ya bana, bu hayatı böyle seviyorum yeminle.
yakından daha can yakıcı kara kalp adamları. dünya güzelleri.
bazı insan kendini dünyaya uyduramıyor. bunların bir kısmı sanatçı, bir kısmı düşkün oluyor. bak ben burada düşkün'ü çok güzel hisli bir anlamla kullanıyorum. düşkün dediğimize, biz dışardan bakınca normalin çok dışında bir halleri var diye üzlüyoruz. en azından normalimizin, normal olmayan ve normal olamdığı için merkezden uzağa sürüklenmiş insanlara ortalama bakışı bu. ama o düşkünlerin uymayışı, dünyanın anlamlı olan az şeylerinden biri. görkemlisi. bak tam da o anlamdan söylüyorum. mabel matiz, düşkün bir sanatçı.hem çok yaşlı, hem çok genç. kerem gibi.
en az takma adı kadar muhteşem bir sözlük yazarı da kendisi. başlayınca bitmeyen bir çene, bir dırdır kapasitesi ile, hergele meydanı, karbonlu çay kantini günlerinin özetidir bir bakıma. geçmişten kalan az'ların bir tanesidir.
yaşlanmamış, yok.
2002'de verdikleri bir konsere ne yapıp edip bulaşabildiğim grup. o kadar kısıtlı bir çevreye sundular ki kendilerini, daha doğrusu o kadar kısıtlı bir çevreyi kabul ettiler ki etraflarına, çemberin içine girmek çok zordu.
yetenekli ve yaratıcıydılar, esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolmasalardı, yapacak çok işleri vardı.
ben: torba değil yanak onlar?!
o: gözün altında yanak mı olur ya?
işbu serzenişiyle, anatomiye isyan eden çilebülbülüallaaaahçilebülbülüçile. tez bütün yanaklar kesile gözün altından, vurula alın ortasına. (mutlu olur yemin ediyorum. ananesinin delisi)
kelimeleri duyabilme, sezebilme ve süzebilme ve kendi içinde yerli yerine yerleştirebilme ve bunların her birini her zaman isabetli bir biçimde yapma becerisi, hayatımda fapfarklı bir yer demektir. kelt, o yerin sahibidir. bir şeyin başlangıcında ya da bitişinde, belirsizliğinde, adına ne desem eksik kalacak duygular içerisindeyken ben, "dünya üzerinde bunu ancak o hissetmiş olabilir daha önce" derim. kelimelerin, sessizliklerin, melodilerin, can acıyana kadar gülüşlerin ve güllacın efendisidir. siyah kalbi bizimle bekleyen, pars zambağının yanı başımız yolcusudur.
biz;
penguen, mamut ve panda.
ördek dafi, garfield ve gufi.
lacivert, turuncu ve bordo.
(bazen yakın, bazen uzak, bazen kapalı kapıların ardında, bazen bahçede, güneşin altında oynaşancasına -haha-)
tam üç taneyiz aslında.
hepimiz birbirimize doğru çinden koşabiliyoruz.
un chien andalou (endülüs köpeği) (1929)
cet obscur objet du desir (arzunun o belirsiz nesnesi)(1977)
lag'e d'or (altın çağ) (1930)
belle de jour (gunduz guzeli) (1967)
la charme discret de la bourgeoisie (burjuvazinin gizli cekiciligi)(1972)
tristana
el angel exterminador (1962)
filmlerinin hircinidir. surrealizmi sinemaya tasiyan, kurgularin, sessizligin ve tokatlarin tanrisidir. kendisinin de uzerinde yurudugu ince bir cizgidir: dusunup akıtmaya, irkiltmeye ve ardindan sakinlestirmeye yarar.
tek bir insani niteleyisinde, o insani hic tanimamis olmamiza ramen,icerde bir yerlerde kabuklarini sokup attigi yaranin verdigi aci ve caresizligi nasil tarif edecegimi bilemedigim yirmi dakkalik agit. yokluk ve varlik arasinda gidip gelen, eskiden simdiyi yaratan, anidan ozlemeye varan, karanligin icinde cok yalniz birakan sey.
donemeclerde yer alan her pink floyd sarkisini ilk kez dinleyiste birileri bir seyleri fark ediyor, sarsiliyor olur. benim ilk virajımda bu sarkinin payina dusen, "bir insani sevmek boyle bir sey demek ki" olmustu. her tarafta birer papatya gibi acan, modernizmin yakasına pırlanta diye taktigi yuzeysel iliskilerden öbür yana dogru, hayatinda, boslugu doldurulamayacak bir insani olan, yasarken gercegi tekrar yaratan bir adami, hikayesi hayati sekillendiren guzellikte bir insani taniyan hic kimse cani yanmadan dinleyemez bunu.
acıtmak için yapıldığı kesin ve her seferinde düştüğüm bir tuzak olan şarkı. her zaman erişilmeyecek bir yerlere koyup, arada bir ihtiyac anında başvurulası bir şey, aksi takdirde uyuyamamak, gözlerin altinin sismesi, uzaklasma ihtiyacı, uyanıp simdiye kadar yasanilan hayatin bir ruya oldugunu farketme istegi, umut ve guven kelimelerinin anlamlarini unutma gibi oldukça zararlı bir takim psikosomatik etkileri gozlenebilmekte. ne zaman dinlense ardından bir forgotten hopes, onun ardından da bir temporary peace, takiben de bir judgement bir de bir de regret gelmezse olmuyor..yine de mümkün mertebe bu şarkıları ayrı ayrı dinlemeye gayret edelim, bu beşlemeye gerekmedikçe başvurmayalim diye de ekleyeyim, insan durduk yere tek basina bir büyük devirmis gibi, yedinci kattan atlamis gibi olmasin isterim.
kusursuz insanlar kafilesi. her notalarındaki her kelimelerindeki her seslerindeki kederin ve o kederin dinleyende ettiğinin tarifi mümkün değildir herhangi bir kelime dizişiyle. onlar durduk yere gökyüzünün rengini evirip çevirenlerdir. dinleyene, afallamak ve içlerine dalmak düşer.
aşık olmak ve ağlamak düşer.
"ölmeden önce" listesinde, -artık- david gilmour'la birlikte bir numaradadır bu adamları dünya gözüyle görmek.
(ve bu çok önemli bir şeydir)
sadece high hopes bile ne bicim bir deha oldugunu anlamamiza yeter.ve bu adam bununla yetinmeyip shine on you crazy diamond diye biseyde gitarla bir olmus, sahsen beni yerden yere vurmus, vurmaktadir ve vuracaktir da. dahasi icin theres no way out of here ve on the turning away incelenesidir. keza,solosu insanin oldugu yere kök salmasina sebep olan comfortably numbda da bizleri bu dunyanin disina dogru iten, yine kendisi olmaktadir. hey youda da gitarin inledigini duydugumuz anlarda, inleten kisidir bizzat. ve suphesiz,wish you were hereı yeryüzünde en insani söyleyecek kişidir bu.
duygusal olarak sydin yerine kimseyi koyamayacak olanlardan olsam da, bizim de bir kulagimiz var ve bu adam onunde secdeye varilacak kadar kusursuz bir gitarist.her ne kadar roger waters beyle birbirlerine girdiklerinden sonra bizi gecmis hakkinda derin derin dusuncelere itse de, her sey bir yana sadece high hopes icin saygi durusunda anarim ben kendisini.
bir kere olsun şehrime gelse, yıldız gibi parlasa, diyorum. 20 haziran 2006 gibi, bir kez daha varsak secdeye..
final cut'in ilk sarkisi. insani sapsallastiracak kadar öfke dolu, savasin karsi kiyisinda yakilan bir agit daha:
tell me true tell me why was jesus crucified
is it for this that daddy died?
was it for you? was it me?
did i watch too much t.v.?
is that a hint of accusation in your eyes?
if it wasn't for the nips
being so good at building ships
the yards would still be open on the clyde
and it can't be much fun for them
beneath the rising sun
with all their kids committing suicide
what have we done maggie what have we done
what have we done to england
should we shout should we scream
"what happened to the post war dream?"
oh maggie maggie what have we done?
pink floyd ezgisi. beyin uyusmasi ve goz yaslariyla yakindan alakalidir kendisi, soyle ki;
when you're one of the few to land on your feet
what do you do to make ends meet?
teach
make them mad, make them sad, make them add two and two
make them me, make them you, make them do what you want them to
make them laugh, make them cry, make them lie down and die..
donup dolasip ayni eski korkulara ciktilan hayatta, ki kendisi savaslarin ortasinda, kucuk bir kafeste bir basroldur aslinda -kovulup da yerimize yeni, daha islerine yarar birilerini bulmalari da asla ne zaman gelecegini bilemedigimiz bir an meselesidir-, herseyi birbirinden ayırd edebilecegine,her seyi dusundugun yerden anlayacagina, bikilan, korkulan, icinden cikilamayan her seyi anlamlandiracagina inanabilecek kadar kendine ortak ettigin az, belki de tek insanı bulup cagirdigin,g eri gel dedigin yerdir bu sarkiyi dinledigin her an.
cevabini, yazildigi kisi icin bilenin bir tek sarkiyi yazan oldugu bir suru soru sorar, ilk karsilastigimizda hayata bambaska yerlerden bakmamizi saglayan. ve her yeniden karsilasista ayni donma haline sokandir yine, ithaf ettigimiz you'nun, butun bu sorulara bir tek bizim ayırd edebilecegimiz tek bir boguk gulumsemeyle nasil cevap verecegini, butun kapılarin yine eski,ayni donemeclere acilacagini bilmemiz. bitsin diye umud ettiğimiz her seyin kendini her an uzaklarda bir yerlerde yeniden yaratiyor oldugunu ve bunlara beraber katlanilacak insanin artik yine aynı uzaklarda oldugunu bilmemiz. ve kafesin,kafeslerin farkinda olmamiz.
kendi kendine sorulabilecek en acımasız sorulari siralamis,kendini bulmak icin,once tamamen kaybetmek gerektigi o donemi hem en sade hem de en sarsıcı bicimde gozun icine sokan,alisilmisin,olaganin üstünde,ötesinde,verdigi hissiyat acisindan yoğun pink floyd etkisinde olan sarki.insanin kafasindan gokyuzune dogru şimşek çıkarabilmesine olanak tanir.herkes goremeyecektir yalniz o şimşeği..ve bu sarki da sadece ona bakmayi bilecek olanla paylasilmasi gerekendir..yoksa kesinlikle iki kisilik degil,tek kisiliktir bastan assagiya.
gelseler bir daha da ağlaya zırlaya dinlesek.
orijinal adı ´running with scissors` olan, augusten burroughs tarafından yazılmış,
türkçeye sakıp murat yalçın tarafından çevrilmiş kitap. 2005 yılında pia yayınlarından basılmıştır. ryan murphy tarafından da, aynı isimle sinemaya aktarılmıştır.
karmakarışık bir çocukluğun hikayesidir. sinirden kahkaya burulmaya kurulmaya doğru döndüre döndüre ilerler. çok hüzünlü lanet olasıca.
final cut albümünün tedirgin bitişidir. sözleri şöyledir;
in my rear view mirror the sun is going down
sinking behind bridges in the road
and i think of all the good things
that we have left undone
and i suffer premonitions
confirm suspicions
of the holocaust to come.
the wire that holds the cork
that keeps the anger in
gives way
and suddenly it's day again.
the sun is in the east
even though the day is done.
two suns in the sunset
hmmmmmmmmmm
could be the human race is run.
like the moment when the brakes lock
and you slide towards the big truck
"oh no!"
"daddy, daddy!"
you stretch the frozen moments with your fear.
and you'll never hear their voices
and you'll never see their faces
you have no recourse to the law anymore.
and as the windshield melts
my tears evaporate
leaving only charcoal to defend.
finally i understand the feelings of the few.
ashes and diamonds
foe and friend
we were all equal in the end.
muzik diye dinleyebileceğimiz şeyden çok farklı bişeyler yapan insanlar grubu.
goth rock,senfonik metal,atmosferik senfonik metal,lunatic tarzı müzikler yaptıkları iddia edilse de,onlar (alexandre ıskandar hasnaoui,eve gabrielle siskind,sébastien roland,renaud tschiner) muziklerinin türüne officium tenebrarum (kelime anlamı şiddetli ,yıkıcı karanlık)diyorlar.seslerini ve çoğunlukla eski ingilizce ve de latinceden oluşan sözleri nasıl söylediklerini duyduğumuzda,neden buna sadece "müzik" deyip geçemediğimizi daha net bi biçimde anlayabiliyoruz.şimdiye kadar bu dünyanın somut gerçeklerinin,elle tutulurlarının,gözle görülürlerinin,öğretilenlerinin,içine doğduğumuz ve alternatifini hiç aklımıza getirmediğimiz alışkanlıklarının dışında bir düşünüz,bir hayaliniz olmadıysa hiç,onlar sizin için yaratmışlar..ışıkları kapayıp ,şu kimseleri dinlemeye başladığınızda, kapıyı buldunuz sayabiliriz.
easy, little boy with a troubled mind,
it'll work its own way out, don't worry, i'm here with you.
easy, if you got to cry just let it come,
it'll work its own way out, don't worry, i'll stay with you through the night.
and i can see you sleeping in the heavy heavy night
with a single sheet covering brown skin and white.
feel you breathing soft and low, there's perfume in the air,
with your tiny fingers gently sleeping in your hair.
you're many many miles from me, but i can see you still.
i look at you, beside myself till i see you again.
in the honeycomb confusion of many many lives,
i'm tumbling like alice down the tunnels of my mind.
fingers closing up my ears, fumble at my brain,
screaming as i'm dreaming that i won't see you again.
you're many many miles from me, but i can see you still.
i look at you, beside myself till i see you again.
easy, easy ..
5.05 inci saniyeden itibaren harikalar diyarında bir alice haline getiriyor adamı.uçuyorlar.uçuruyorlar,saolsunlar.
lost highway filminin en vurucu sahnelerinden birinde karsimiza this mortal coil versiyonuyla cikar.
bir tim buckley bestesidir.ve bu sarkiyi bu adamin sesinden dinlememis bir insan nazarimda henüz "ben muzik dinliyorum" cumlesinin anlamina vakif degildir.
1977 yapimi, david lynch'in izlenmesi en zor filmi. ortadan catlamadan bitirilebilirse, bir yerlerimize bir nisan takmaliyiz. sinema severler arasinda gizli bir isaret, bir kod oldugunu saniyorum. "izledin mi sen onu?" sorusu kilittir bu noktada. o kilidi açarsak; "peki bitirebildin mi?" ikinci aşama.
karanligi ve bu kadar yavas devam eden ,az karakterli bir filmin yonelttigi elestri oklarinin hedefine bu denli isabet edisi insanda hayranlik uyandiriyor. filmin çözümlemesi zor,yine de -elephant man garipliğini bir yana koyarsak- lynchin,"izleyici nasil anliyorsa öyle anlasin" tavrina en uzak dusen filmi oldugu soylenebilir, zira kendisi bu filmde ,kendi iciyle alakali da olsa, anlatmak istedigi cok seyi -oldugu gibi olmasa da- , sahane vurgularla disa vuruyor ve onlari, onun gibi anlamimizi istiyor. düşe yakın bir yerlerde durusu ve imgeleri kullanimi acisindan surrealizme goze kirpiyor. ben de lynche goz kirpiyorum. bu kadar sinir bozucu bir film icin nasil "guzel" dediretbiliyosun be adam,diye soruyorum.
bastan assagiya butun sadeligi,bizim algilarimizdan otelerde bir yerlerde yazilmis olan sozleriyle yarattigi "duvara carpip dumduz olma" etkisi bir yana,division bell kaydinin 05.08 inci vaktinden sonrasi icin ayni duvara bi binikiyuzelliuc kere daha carpmak tanimini yapabiliriz.sarkinin bize anlattigi, bizim ona yukledigimiz anlamlar her dinleyiste degisir, bicak daha derine saplanir. bu sarki,tanrilarin arabasidir. binip dunyaya soyle bir yukaridan bakmak, yanan kopruleri, yemyesil cimenleri, asla geriye donemeyecegimiz zamanlari,yuzyillari gormek ,insanin sarkiyi ilk kez dinledikten sonra, bir daha asla kaldigi yere donememesine sebep olur. arabadan indigi yer mutlaka daha mavi, biraz daha golgeli ve cok daha fazla kederli bir yerdir, ve hicbir sey ayni olmayacaktir artik.
lynch usulu kurgunun bizleri ruyalarla tanistirdigi filmdir. onun bilinçaltının ipuçlarının çorbasıdır, her zamanki gibi. bir kaşık tadıp, sapla samanı ayırmak, dünyanın en keyifli işidir, mesele kendisi olunca.
ancak lynch bu kez sadece kurguda çoşarak olayları akıtmamış,bin bir tane simgeyle,
-anlamlarını sadece kendimize gore yorumlayabileceğimiz simgelerle- örmüş olan biteni. zira ucu açıktır,kendi sözüdür,"ne istiyorsanız,öyle anlayın bu filmi".
nefessiz bıraktı bu film beni, ne blue velvet kadar kasvetli,ne lost highway kadar somut bir gerilime sahip değildi. sıkıntı taşan labirentler doluydu,hepsinin sonu birbirine çıkıyordu,ben çıkamadım oralarda kaldım, nefesim bitti.
muzikleri için ayrıca teşekkür etmek gerekir ustaya.saygılarla.
bu insanlarin buyuk bir kismi,suphesiz,oburlerinden daha mutlu,dengeli,daha kolay gulumseyebilen varliklar olarak surdureceklerdir hayatlarini.
diger ve kucuk kisim icinse hicbir sey eskisi gibi olmayacaktir artik.onlar ki bu dunyadaki en buyuk hazinelerden birinin haritasini ellerinde tutuyorlardir ve yerini bulmak icin cikacaklari yolculukta,bir daha asla geri donmeyi istemeyeceklerdir.dunya uzerinde bir cogunun anlayamadigi seylerin farkinda olabilmisler ve birilerini sevmenin,bir seyleri sorgulamanin,sorular yaratip cevaplari yasamanin bir zamanlar birileri tarafindan nasil yasandigini,ayni anda hem buyuk umutlara sahip kucuk bir cocuk,hem her seyi elinden kayivermis yasli bir adam,hem ozleyen bir kadin,hem ofke dolu,baskaldiran bir genc olabilmenin nasil bir sey oldugunu biliyorlardir artik.pink floydu sevmek,pink floydu yasamak boyle bir seydir.