terkettiğiniz şehir değildir aslında. yaşadıklarınızdır,size yaşatılanlardır. canınız yanar, suçunu terkettiğiniz o şehre atarsınız da-ya da öyle görmek işinizi kolaylaştırır- ama aslolan giderken o şehirde bıraktıklarınızdır.
belki bi sevgiliden gitmişsinizdir belki de kendinizden. kim bilir...
sözlüğün dutluk zamanında sokakta sek sek oynayan küçük bi çocuk olmasından ötürü çok eski olmayıp; yeni bir yazar da değildir efenim kendileri. kişisel sebeplerden ötürü * nikini değiştirmiş, kendine temiz bi sayfa açmış kişidir. hayırlı olsundur.
sözlükleri halka tanıtmak gibi bir misyon edinmiş ve başarılı olmuş yüce kişidir kendileri. amacına da ulaşmıştır görünen o ki. sözlüğümüz çaylak dolup taşmıştır zira.
(bkz: 8 temmuz 2007 çaylak akını)
(bkz: teker teker gelin kardeşim)
gerçeklerle savaşırken, sevişmezken asla ve bunu beyan etmezken, sen bil diye geceye sözler fısıldadım... Sol yanımda duran, yaşımca koşturan daha bir coştu, geçti kendinden... "bu saçmasapanlıktan kurtar beni" dedim, "çünkü ben bunları kimseye anlatmadım... bil, yalnız sen bil, sadece sen sarıl ve asla darılma diye..."
bu masalın en orta yerinde, gerçeklikler ve efsunlu sözler indirdim gökten... yanıbaşıma aldım bir gece, uyudum... uykuyla karışık bir yolculuğa çıktım, yolda kaldım... bir tuzlu denizin kıyısından geçerken sonra bakakaldım dünyaya, saçları yosun kokan bir çocuk kucakladım, kimseye anlatmadım... bir sen bil diye...
yaz beni... adına engel deme... mani yok ki masallara ve çocuklar aç buna...
açlıklarını bastıracak üç elma da gökten düşmüyor ki sonunda..
bulanık sularda yüzdüm, boğuldum hatta uykuyla karışık bir zamanda... uyandığımda toz içindeydim, o denli susuzdu karmaşa, öyle ki, arınamadım ben de... kuru topraklara indir beni, tozu tenime yapışmayacak, gözlerime kaçmayacak uslu topraklara.
yalnız sen bil, sen duy, gör, anla diye...
bir tek sen eylemler sırala diye,
var ol diye nihayet, benim ol diye ben bunları kimseye anlatmadım. aklarıyla aydınlık ay gökte, bu şehirde, öğleden sonra.. ve ben bir masalın en orta yerinden bildiriyorum...
diyarbakır büyükşehir belediyesi tarafından 30 mayıs-3 haziran tarihleri arasında gerçekleşecek olan etkinliktir.
festival programına göre;
31 mayısta, koma azadve suavi konserleriyle açılış yapılacak;
1 haziran cuma günü büyükşehir belediyesi tiyatro salonunda murathan mungan'ın söyleşisi ve imza günü yapılacaktır.
3 hazirandaki kapanış konserinde aynur dogan mor ve otesi ve ciwan hacosahne alacaktır.
belediye başkanı osman baydemir'in de söylediği gibi"söz sanatındır. sanatın dili barıştır, özgürlüktür, sevgidir..."
diyarbakırlı yurttaşlarımızın da asıl beklediği bu değil mi zaten?
baris, ozgurluk,sevgi...
edit: bu akşam yapılacak olan kapanış konserinde ciwan haco yasaklı olduğundan dolayı sahne alamayacak.
türkiye'de özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi -olması gereken- asli değerlerin varlığına dikkat çekerek görmezden gelinen gerçekleri inançla savunan yıldırım türker'in bugünki yazısıdır. önünde selam durulasıdır.
son paragrafta da kimseyi koruyup kolladığı yoktur. "genç siviller" adlı topluluğun basın açıklamasından alıntı yapıp ince bir ayar vermiştir zira. anlamayanların tekrar tekrar okuyup, idrak edip sonra yorum yapması gerekmektedir kanımca.
(bkz: ben bugün bunu gördüm)
Seçimler yaklaşırken önce sağın sonra solun birleştiği müjdeleriyle demokrasinin bu topraklarda bir kez daha büyük badireler atlatarak belini doğrultma yoluna girdiğine inanmamız, derin bir soluk almamız bekleniyor.
Buradaki güldürmeyen komik, memleketimizde ne demokrasiden
ne de sol partilerden bahsetmenin mümkün olduğu gerçeği.
Seçimlere hazırlanan güçler, çeşitli hesaplarla birbirlerinin dev bütçelerine konmaya çalışan siyasi partiler, aynı statüko çığırtkanlığını farklı lehçelerde sürdüren menfaat odakları. Gerektiğinde, ordunun tokmağını yer yemez güle oynaya aynı saçak altında buluşuvermelerine şaşmamak gerek. Alışageldiğimiz bir şey.
Dolayısıyla demokrasinin darbe almasından, toparlanma çabasından; kısacası demokrasi serüveninden söz etmek fuzuli. Demokrasiyle onlarca yıl önce randevulaşmış olmamıza rağmen vuslat henüz gerçekleşmiş değil. Bu tartışmalarla, bu itiş kakış üslubuyla da gerçekleşemeyeceği aşikâr.
Bu topraklarda şimdilik demokrasinin gelişmesi ve hazmedilmesinden değil, ancak çeşitli manevralarla 'Türkiye'ye özel' bir yapının oturtulması gayretlerinden söz edebiliriz.
Nitekim piyasadaki bütün sağ ve sol denen partilerin dilininin altından, Türk ordusunun farklı yapısından, halkçı ve devrim bekçisi özelliklerinden, bu gerçeğin Batı dünyası tarafından okunamamasından başka bir bakla çıkmıyor. Türk halkının alklıselim sahibi, Cumhuriyeti için canını vermeye hazır Atatürk evlatlarından oluşan bir benzersiz güç oluşu da cabası.
Bu, en kibar deyişiyle, palavraları bir yana bıraktığımızda karşımıza
çıkan birkaç konu var.
Seçim barajının kaldırılmasını isteyen, bunu temsiliyet sorununun çözümü için kaçınılmaz gören bir siyasi parti var mı, birleşmeye can atanlar arasında? iktidar partisi de, yüzde 45'i temsil edilmeyen seçmenin heder
olan oylarından nemalanmaktan vazgeçmeye yanaşıyor mu? Hayır.
Oysa Demokratik Toplum Partisi'nin bu seçimlerden de Meclis dışı çıkmasını sağlayabilmek için gerekeni topluca yapıyorlar.
Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) seçimlere yüzde 10 ülke barajını aşmak için bağımsız adaylarla gireceğini resmen açıklamasından sonra, Meclis'teki partiler bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer almasını öngören Anayasa değişikliğini 36'ya karşı 407 oyla kabul etti. Bu durumda özellikle okuma yazma bilmeyen seçmenler için pusulada bağımsız
adayı bulmak çok zor; siyasi partilerin görsel olarak tanınmasını sağlayacak amblemleri varken, bağımsız adaylar sadece adlarıyla yer alıyor.
Devletimizin basındaki güvence supaplarından Emin Çölaşan, bir yazısında gerekçeleri pek güzel aklıyordu: "DTP'yi Meclis'te istemeyen sistem de, elbette önlemini alıyor! Şimdi Diyarbakır bağımsız adaylarının isimleri çok sayıda parti ve öteki bağımsız adayların arasında kaynayıp gidecek. Güneydoğu'da okuma yazma oranı düşük. Nice DTP'li seçmen, büyük olasılıkla oy vereceği adayı onlarca isim arasında bulamayacak. (...) Sayı kabarınca, okur yazar olmayan seçmen damgayı nereye vuracağını şaşıracak. Anayasa değişikliği bu yüzden yapıldı!"
Çölaşan, DTP'nin Meclis'e 20'den fazla milletvekili sokup bir grup oluşturduğunda Kürtçülük yapıp 'baş ağrısı' olacağından dem vurarak bu değişikliği çok akıllıca buluyor.
Yüzde 10 barajıyla oyları gasp edilen 'okuma yazma oranı düşük', 'cahil' seçmenin seçmenliği böylece ilga edilmiş oluyor. Bu konuda kimsenin bir sıkıntısı yok. Geçenlerde oturduğum bir yerde 'şahlanma mitingleri'ne katılanlardan bir hanım yüksek sesle, konuşmayı bilmeyen, başı örtülü, cahil hödüklerin oyunun kendininkiyle eşit ağırlıkta sayılmasından duyduğu kaygıyı dile getiriyordu.
Bianet'e görüşlerini aktaran DTP'nin propagandadan sorumlu eşbaşkan yardımcısı Osman Özçelik, şöyle diyor: "Hesap, Kürt seçmenlerin yanlış veya geçersiz oy kullanmasını sağlamak. Somut bir bölücülük bu. Çünkü ayrımcılık, hatta ırkçılık.
Amacı, Kürtlerin parlamentoda temsilini engellemek. Kürtler inşaatta çalışır, askerlik yapar, vergi verir, domates toplar. Ama 'siyasette temsil edilmemeliler' yaklaşımı sürüyor." Hak vermemek mümkün mü?
Bu cumhuruz ve kurnazız diliyle demokrasi mangalında kül bırakmayanlara ne demeli?
Bu arada kadınların, rayına giren sahte demokrasi katarının sahte lokomotifi olarak düdük olduklarını görüyoruz. Kadının aksesuvar olarak bir kez daha, hem de en kıyıcı biçimde kullanıldığı bir dönemi müjdeliyor, şıklığıyla basından tam puan alan kadın milletvekili adayları.
Türkiyeli kadınların böylece toptan türban meselesine zincirlenerek temsil sorunlarının kirli bir şova dönüştürüldüğüne tanıklık ediyoruz.
Böylelikle bütün kadınların başı bağlanmış oluyor. Başları açık bağırdıkça burkadan ağır bir perdenin arkasında gölge oluyorlar.
Genç siviller
Yine de bu haftaya neşeli başlamalı. Nedenini bilmem. Ama galiba biraz neşeye, biraz mizaha ihtiyacımız var. Mizah, yıkıcıdır. Baktığını önce paramparça eder. Sonra parçaları ille de ayakta durabilecek şekilde bir araya getirir. Çarpıttığıyla kafamızda boş ve ışıklı bir oda yaratır. Bakmayı akıl edemediğimiz bir yerden bakar. Her şeyin aslı astarını mizahın aynasından görebiliriz. Başbakan'ın kendini kedi olarak çizdiler diye mahkemelere başvurduğu bir memlekette ise en çok ihtiyaç duyulandır mizah. Zekadır. Vicdandır. Analitik düşünebilme yetisidir.
Genç Siviller'i tanıyor musunuz? "Genç Siviller Rahatsız" logosunu görmüşlüğünüz var mı? O çok iyi bildiğimiz postal gibi duran bir spor ayakkabı teki. ihtiyacımız olan hafifliği, özgürlüğü simgeliyor.
Genç Siviller'in dünkü toplantı için hazırladığı çağrı metnini
ciddiyetle okuyalım:
"14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerle Türkiye'de tek parti yönetimi son erdi ve çok partili hayata geçildi. işte o günden beri rahat yüzü görmedik. Halk meclisleri doldurdu, vatandaş Meclis'e giremedi, Reşolar Memolar memleketi yönetmeye kalktılar, her kafadan bir ses çıktı.
O tek doğru partiyi kendi başlarına bulabilmeleri için halkın önüne defalarca sandık kondu, şaşırtmaca için çok sayıda seçenek sunuldu. Ancak her defasında 'bu halkı boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya'
sözünü haklı çıkaran sonuçlar ortaya çıktı. Demokrasi bize beş beden büyük geldi. işte bu yüzden bizim şimdilik layığımız bir Tek Parti rejimidir.
Tek Parti kalsaydı, o parti de iktidara gelmesi meşru tek parti olan CHP olsaydı başımız ağırmaz, bu sıkıntıları, darbeleri, muhtıraları yaşamazdık, darbe mi olacak diye her gece boşuna gerilmezdik, istikrar olurdu, iş dünyası da önünü görürdü.
işte bu duygu ve düşünceler içinde 14 Mayıs'ın 47. yıldönümünde Saatler 57 yıl Geri Alınsın; Tek Parti Olsun, Temiz Olsun demek ve CHP'nin
tek partiye dönüş için hazırladığı anayasa değişiklik paketini (ekte) desteklemek için 13 Mayıs 2007 Pazar Günü saat.12.30'da Galatasaray Lisesi önünde toplanıyoruz. 'Halk için halka rağmen' diyen herkesi bekliyoruz."
Genç Siviller bir de Anayasa değişikliği önerisi hazırlamış. "Baykal'ın konuşmalarından niyet okuması yaptık ve buna göre CHP için bir Anayasa değişikliği paketi hazırladık" diye sunuyorlar:
"-Saltanat geri gelsin. Sezer'in oğlu cumhurbaşkanı olsun. 3 CHP
oyu 1 AKP oyunu götürsün. CHP'ye verilen oylar 5, AKP'ye verilen oylar yarım sayılsın. Anayasa Mahkemesi dağıtılsın, Kanadoğlu BAŞKADI ilan edilsin. Göbeğini kaşıyan adamların oy hakkı olmasın. Tespit için Bekir Coşkun yetkilendirilsin. Tandoğan ve Çağlayan mitingleri Halk Konsülü olsun, ayda bir toplansın. CHP seçimlere girsin. Kazanamazsa
seçimler tekrarlansın. Halk Cumhurbaşkanı'nı değil, Cumhurbaşkanı halkı seçsin."
Tıkandığından yakınılan sistemin işlerliğine kavuşması için birçoklarının düşündüğü, bu açıklıkla dile getiremediği, bundan ibaret değil midir?
diyarbakır da sur belediyesi tarafından 11-13 mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan etkinliktir. yunanistan'dan bir animasyon grubunun konuk olacağı şenliğe fransa, suriye, ırak ve isveç'ten de çocuk grupları katılacak. etkinlik tarihi diyarbakır surlarından ben u sen burcunda yapılacak.
oyun alanları olmayan ve oyun oynama imkanı yıllarca sağlanmayan(!) diyarbakırlı çocuklar için -ki ilk kez oyuncakla tanışacak olan çocukları düşünürsek- bu anlamıyla düzenlenen festivalin çok yararlı olacağı kanaatindeyim.
her yıl düzenlenmesi dileğiyle.
12 eylül darbesinden sonra türkiye'nin bir diğer adının suçlular ülkesi olduğu ayan beyan ortaya serilmiştir.
cezaevlerinde gerçekleştirilen insanlık dışı eylemlerle, işkencelerle, gencecik bedenlerin asılmasıyla suç işlenmedi mi?
yıllarca süren OHAL yönetimleri sonucu, özgürlüklerin, demokratik hakların kısıtlanmasıyla suç işlenmedi mi?
köylerin yakılıp yıklıması, insanların zorunlu göçe tabi tutulması, kent merkezlerinde acınası bir yaşama mahkum edilmesiyle suç işlenmedi mi?
küçücük yaştaki çocuklara parklarda oyun oynaması gerekirken, sokaklarda mendil satıp para kazanmak zorunda bırakılmasıyla suç işlenmedi mi?
bu ülkede susurlukçular meşrulaştırılmadı mı?
ve daha birçoğu(saymakla bitmez) bu ülkede birçok suç işlendi. 27 mayısta, 12 martta, 12 eylülde, 28 şubatta suç işlendi. 27 NiSAN da bir suça daha tanık oldu bu ülke.
ve türkiye "suçlular ülkesi" oldu.
kendini "solcu", "demokrat","aydın" olarak adlandıran kesimin hükümete karşı ordudan medet umarak darbe çığırtkanlığı yaptığını geçtiğimiz günlerde adım adım izledik. bu kesimin sesini duyanlar" muhtırayı" verdi. darbeci solcular olarak adlandıracağımız bu şahıslar laikliği korumak adına darbe çığırtkanlığı yapan solculardı.
(bkz: deniz baykal)
"laiklik elden gidiyor" vesvesesiyle darbe çığırtkanlığı yapan bu darbeci solculara verilecek en sağlam örnek şudur ki : imam hatip liseleri, kuran kursları, camilerin en fazla arttığı dönem 12 eylül 1980 sonrası döneme denk düşmedi mi? irticai kurumlar bu dönem sonrasında ikiye katlanmedı mı? laikliği diline sakız yapmış ve bunun üzerinden çıkar sağlamaya çalışan bu "sözde solcular"a en güzel cevap dün taksim meydanında muhalif solculardan geldi: ne darbe ne şeriat, özgür demokratik türkiye
23 Nisan'ı beklemedi. Mahkeme, tutuklu yargılanmaları talebini ısrarla reddediyordu. Sonunda, beklenen o 18 Nisan günü karar açıklandı. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babasını 21 Kasım 2004 günü evlerinin önünde kurşuna dizen dört polis memuru beraat etti.
23 Nisan Çocuk Bayramı için size hediyem, Uğur öldürüldüğünde yazmış olduğum yazıdır.
Yazının bağlandığı soru, artık daha hayati. Çocukları şerefli katil ya da terörist maktul olmaya zorlayan dünyamız can çekişiyor. O gün görmezden gelinmişti. Bugün görelim hiç değilse:
"Tam bir hafta geçti. Bu süre içinde Uğur'un, ayağında terliklerle kana bulanmış cesediyle yüzleşmeyi reddettik. 12 yaşındaki Uğur, Mardin Kızıltepe'de babasıyla birlikte güvenlik güçlerince öldürüldü çünkü. Çünkü bu memlekette yaşayan, asabiyet içinde kendine bir isim arayan, ister Türk ister Türkiyeli halkım, ORADA olan bitenler üstüne herhangi bir söz sahibi olma hakkından daha başından feragat etmiştir. insan olarak, aynı sınırlar içinde yaşamakta olduğu, Türk olmasa da Türkiyeli vatandaşlarının hayat güvenliği üstüne söylenecek bütün sözleri silahlı güçlere teslim etmiş, rahatlamıştır. işte Uğur'un çocuk bedeni kanlar içinde bir soru işareti gibi yatarken, bu ölümü de bambaşka bir dünyanın, aklımızın ermeyeceği çatışmalarının büyük ihtimalle hak edilmiş bir sonucu olarak görüyor, susuyoruz. Bunca zamandır az satan birkaç basın organı dışında başta Umur Talu olmak üzere ancak birkaç kişinin ilgisini çekebilmiş olan bu ölümler de hesabı sorulmamış binlerce ölümle birlikte dikilmiş, gözlerimizin içine bakıyor.
Şimdi ne yapacağız? Bir kez daha kalakaldık mı çok sıktığı için boynumuzdan çıkarıp attığımız vicdan yakasının karşısında?
12 yaşında bir çocuğun, 'dokuzunun yarasında yakın atış izlenimi uyandıran barut izleriyle sağ ve sol eline dört adet, vücudunun sırt bölgesine dokuz adet olmak üzere toplam 13 adet mermi' ile vurulmuş olması dünyanın savaştan uzak durmakla övünen her ülkesinde kıyamet koparır. Öğretmeni tarafından 'az önce sokakta arkadaşlarıyla oynuyordu; 5-C sınıfından öğrencim' diye teşhis ettiği Uğur ve babasının evlerinin önünde, ayaklarında terliklerle toplam 21 kurşunla öldürülmesinde bir haber değeri göremiyorsak Türk basını olarak kendimizi toptan lağvetmenin zamanı gelmiştir. Ancak ora insanının yoğun çabaları ve birkaç vicdan militanının gürültü çıkarmasıyla toparlanabiliyorsak...
Hayatından bu kadar kolay vazgeçebildiğimiz çocuk ve babasının hikâyesini bu gün Ahmet Şık'ın kaleminden okuyacaksınız.
Bu haberi okurken neler hissedecek, neler düşüneceksiniz bakalım? Bu konuda bir açıklama yapma zahmetinde bulunmayan içişleri Bakanlığı, idari soruşturma başlattığına göre kendisine zar zor bir meşruiyet edindi bu konu da. Gerçi bir mahkeme kararıyla dosya üzerinde 'gizlilik' kararı alınmış ya, bu haberi okuduğunuz, çevrenizdekilerle tartıştığınızda artık 'vatan haini' damgası yemezsiniz. Mardin Valisi'nin açıklamasıyla yetinseydik, Uğur ve babasının, terlikleriyle karakol basmaya kalktıkları sırada vurulduklarını okuyup geçecektik. Şimdi de 'Dur' ihbarına
uymayıp ateş açtıklarını iddia ediyor, güvenlik güçleri. Başucuna uzun
namlulu silahı yerleştirirken terliklerini çıkarmayı unutmuşlar. Uğur, hele o bölgede katlinden sual olunmayan çocukların ilki değildi elbet. Belki katlinin hesabı sorulan ilk çocuk olabilir. Ama bu da hayatımızda bir devrimin ateşleyicisi olacak değil maalesef. Aslolan, Uğur'un nasıl bir dünyadan kovulmuş olduğu gerçeğidir.
Nasıl bu hale geldik?
Aman incinmesinler
Bu memlekette, en hassas koruma altına alınmış olan; güvenlik güçleridir. Emniyet ve askeri güçlerin moralinin bozulmaması için kendilerine sonsuz bir özgürlük alanı tanınmıştır. Güvenlik güçlerinin incinmemesi her şeyin önünde gelir. Devlet diktesinin de gücüyle ÖZGÜR basın, bu konudaki dikkatiyle vatandaşına göz yaşartıcı fedakârlıkta bir rehberlik görevi üstlenmiştir. Elinde silahı olan ve güvenliğimizi sağlamakla yükümlü Emniyet güçlerinin isabetine yönelik en ufak bir kuşkuyu dile getirmek, sizi bir çırpıda 'marjinal' yapacaktır. Avrupalı olma yolunda atmakta olduğumuz hiçbir adım, bu gerçeği değiştirebilecek kudrette değildir. işkenceci polisler hâlâ ve mümkünse hiçbir zaman cezalandırılamaz. Gözaltında ölümüne sebebiyet verdikleri kurbanlarının hesabı da kendilerinden sorulamaz.
Zamanaşımı onların yanındadır.
işkence yuvaları kurmuş cuntacı generalleri bile rahmetle anmak zorundayız. 33 Kürt'ü kurşuna dizip idam cezası alan Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın adı, daha geçtiğimiz mayıs ayında bir Jandarma
Sınır Taburu'na verilmedi mi?
Meselenin adını koyuverelim. Bu topraklarda polisin ve askerin morali her zaman bir çocuğun canından önce gelir.
Onları eleştirmek, bu kurumların ıslahının gerektiğinden söz etmek son derece tehlikelidir. Güvenlik paranoyasının topyekûn ülke sathına yayılması, sık sık düşman listelerinin çıkarılıp kendi fikir tartımızla dünyaya bakabilmemizin engellenmesi şarttır. Hepimize tek yol olarak gösterilen, kimi sertlikleri, münferit zalimlikleri olmakla birlikte bu kurumların en ufak bir eleştiri esintisinden uzak tutulmaları gerektiğidir. Bu, güvenliğimizin bedelidir. Onların da burnundan kıl aldırmayan bu ruh hali içinde düşman bellediklerinin yaşama hakkına yönelik en büyük tehdit oluşturuyor olması doğal.
Çocuk deyince
Çocuk katili Amerika diye haykırırken korunaklı, dokunulmaz Emniyet güçlerimizin 'terörist' diye çocuk katletmesini hazmedebilmek de bu toplumun ruhundaki yarılmayı göstermektedir.
Oradan yeni haberler geliyor. Kızıltepe ilçesinde, ellerinde 'Vali halka hesap versin' dövizleriyle bu ölümleri protesto eden, hükümet konağının önünde oturma eylemi yapanlara coplarla saldıran polis olayı görüntüleyen DHA muhabirinin kamerasındaki kasete de el koymuş. Uğur'un okul önlükleriyle eyleme katılan sınıf arkadaşları da gözaltına alınmış.
Kim bilir onlar nasıl bir muameleyle karşılaşmıştır.
Uğur'un, ölüleri teşhis için çağırılan kapı komşusu öğretmeni, Uğur'un başucundaki uzun namlulu silahı gösterip, 'Bu küçücük çocuk bu silahı taşıyabilir mi?' diye sorduğunda polisler, 'Karanlıkta koca adam gibi duruyordu' demiş.
Çocuk ölüleri karşısında ne hissediyorsunuz? Karanlıkta koca adam gibi durduğu için, başını sokabileceği bir evi olmadığı için, aç kaldığı, tedavi görmediği için ve daha birçok nedenle katledilen çocukların ölüleri nasıl oluyor da infial yaratmıyor bu toplumun bağrında? Asılabilsin diye yaşı yükseltilen çocukların cellatları nasıl hâlâ saygın kimliklerine bürünmüş, sıcak evlerinde ecel bekliyor?
Bu toplum, bu koca nüfus, vatan sevmekten çocuk sevmeye vakit bulamamış savaşçılar ve kasaba tüccarlarından mı oluşuyor?
Çocuğa yönelik, çocuğun kıymetini işaret eden nasıl bir örgütlenme görüyorsunuz hayatınızda? Bir çocuğun paramparça bedeni karşısında suspus olup yetkililerin açıklamasını bekleyecek sabrı, soğukkanlılığı nereden edindiniz? Terörist çıkarsa boşa üzülmüş olmak istemiyor musunuz?
Nasıl bu hale geldik?
Çocuk dünyasına yakın durmayan, hayatında bir tek çocukla hazmedilmiş bir tevazu içinde birlikte vakit geçirmemiş, bir tek çocuğun dilini asal kabul edip onun karşısında saygıyla titrememiş bir yetişkin için çocuk, elbette kolay unutulacak bir insan küçüğüdür. Çocuk dilini, çocuk
gözünü hiç merak etmeyen; onları bir an evvel eğip büküp güruha katmaya çalışan bu toplum, daracık dünyasında nefes darlığı içinde yaşayıp gidecek.
Bir çocuğun saçının bir tek telinin bu toplumun emniyetine feda edilemeyeceğini, edildiği takdirde emniyet duygumuzu sonsuza dek yitireceğimizi haykırmak gerek.
Uğur'un, kayda gelmeye tahammül edemeyen polisin tehdidi altındaki bütün sınıf arkadaşları 'çocuk bayramlarında' ona 'zarfsız kuşlar gönderecek'. Ya biz? Hiç değilse onları koruyabilecek miyiz?"
Daryush Shayegan, bundan 20 yıl önce "tarihte geri kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir deneme" diye tanımladığı Yaralı Bilinç kitabının girişinde şöyle diyordu: "Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu ikiyanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı ikiyanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir."
Bu çatlağın yarattığı gerilimin memleketimizde en çarpıcı tezahürü doğal olarak kadınların üstünden yürümektedir.
Bir yanda Cumhuriyet'in ve Atatürk ilkelerinin izinde aceleye gelmiş bir feminizan dilin de cilasına sığınıp toplumun 'saygın' kadınlarına bıyık-kravat taktırıp Meclis'teki erkek çoğunluğu eleştiren bir kampanya ile hemen akabinde yine kimi fikir kadınlarını türbanla poz vermeye kışkırtan kampanya, kanımca üstünde devindiğimiz gerilim hattını fevkalâde yansıtıyor.
Tandoğan mitinginde kalabalığın coşkusunun yanı sıra ilgimizi çeken vurucu unsurlardan biri, kadınların ön safta ve çoğunlukta oluşuydu.
Buradan yola çıkarak iktidar partisinin alması gereken dersleri işaret eden, kadınların bu iktidara yönelik genel bir mutsuzluk paylaştıklarından dem vuran akil yorumcular oldu.
Günümüzde keyfi bir jimnastik olarak sivrilmiş yorumlama sanatı, bulunduğunuz noktadan hiç kıpırdamadan dünyanın görebildiğiniz kadarı üstüne, sizin varoluşunuzun koşullarını hafifleten bir okuma yapmaktır.
Nitekim Tandoğan Meydanı'ndaki kalabalığı 'ulusal şahlanış' olarak da 'bindirilmiş kıtalar' olarak da okumanın mümkün olduğunu biliyoruz.
Askerini gördüğü yerde çığlık çığlığa üstüne atılıp ona el sürmeye çalışan, ondan kurtuluş dilenen kadının ürkütücü görüntüsü, kadınla hayatın arasında duruyor.
Gözlerinden coşkulu yaşlar akarak Atatürk'ün resmini sallayan bu kahraman Cumhuriyet kadını resmi siyasi bir okumadan çok fazlasını hak ediyor.
Bu yücelme halinde, kendini silip bir inanca adanarak yok olmanın sevinci var.
Hıçkırmadan, göğsü kabarmadan 10. Yıl marşını söyleyemeyen bir neslin kadın gücü olarak simgelere tapan, iffetli kadının haline maalesef Macciocchi'nin faşizmin kadınlardan beklediği 'mazoşist katılım' tanımlamasını hatırlamadan yaklaşmak mümkün görünmüyor.
Varlığını Türk varlığına armağan edip rahatlamış, ölümcül bir imge.
Darbeci paşaların cibilliyetini sorgulamadan, yakın tarihimizin zulüm uygulamalarını gecekondu bir antiemperyalist söylemle dış mihrakların marifetine indirgeyerek yabancı düşmanlığını körükleyen bu duruşun herhangi bir aydınlık tasavvuruyla ilişkisi kurulabilir mi?
iffet-kefaret ilişkisi bir yandan AB'ye girmenin yollarını kurcalayan Türkiye Cumhuriyeti'nin kadınlarına sunduğu yegâne meşru alan.
Özgürleşmek adına, demokrasi adına, kadın olmanın imkanlarını zenginleştirmek adına sokaklara dökülmeyen, sesini çıkarmayan Cumhuriyetçi fanatik kadın, çoğunlukla milliyetçi-militarist bir histeriyle sesini gürleştiriyor.
Çalıkuşu'nun tembeli apoletli Jan Dark'lar Cumhuriyet'i koruyor.
Öte yandan siyasi islam'ın kadınlara biçtiği kefen de farklı değil. Bütün varoluş nedenini, toplumsal kimliğini türban mücadelesine kilitlemiş islamcı kadının daha iyi, daha özgürlükçü, daha paylaşımcı, daha eşitlikçi bir dünyadan ses getirmeye mecali yok.
Cumhuriyet'in yüz yaşına fazla kalmadı.
Kadınlara kazandırdıkları üstüne iyice bir düşünmek gerek.
kaleminin ve yüreğinin büyüklüğünü yazdıklarıyla kanıtlamış yazardır. futbol maçlarıyla ilgili yazdıklarını es geçerek (ilgi alanım olmadığından dolayı) diğer yazdıklarıyla ilgili referans vermeye hiç kalkışmıyorum sayfalar yetmez zira. iyiki farketmişiz birbirimizi.
Konda'nın yaptığı 'Biz Kimiz' araştırması kimilerini öfkelendirdi.
Kimi sivil dernekler Milliyet'in sonuçları yayımladığı yazı dizisini durdurmaya yönelik dava girişimlerinde bile bulundu. Mesele, şundan ibaretti: 50 bin denekle yapılan kapsamlı bir çalışma sonucu Türkiye beton çıkmamıştı.
Bu topraklarda hemen herkesin 'Biz kimiz?' sorusuyla hiç kuşkusuz dünyanın diğer birçok halkından daha çok başı derttedir.
Bitmez tükenmez bir ergenlik durumunun kilitlenilmiş soruları da olacaktır elbet. Bu durumun doğası icabı yüzleşme korkusu varsa. Kendiyle, dünyayla, hasım veya hısım belledikleriyle.
Bir de şuradan bakalım. Biz kimiz? Şu anda hangi gündemin peşinde, ardında ya da menzili dışındayız?
Eski hızına kavuşan Nokta dergisinin üst üste patlattığı iki haberle meşgul oluş biçimimiz, bizi bize fevkalade bir netlikte sunacaktır.
TSK'yı eleştiren basın mensup ve kuruluşlarını güvenilir olan-olmayan şeklinde sınıflandırdığı anlaşılan TSK'nın bu andıç hakkında yaptığı açıklama açık seçik bir gövde gösterisi, bir gözdağı verme operasyonuydu.
Askeri savcı albay Saim Öztürk, askerin gazetecilerle ilgili görüşünü yansıtan andıcın 12 Ekim 2006'da karargâhtan çalındığını belirtiyor, andıcı kimin sızdırdığı üstüne soruşturma yapıldığını açıklıyor, üstüne üstlük bu olayın tam da şu günlere denk gelmesinin manidarlığına dikkat çekerek yine o bildik provokatörleri işaret ediyordu. TSK'nın hâlâ ve ebediyen bize malûmat değil talimat verecek bir kurum olduğunu anlamayanların kafasına hakikati bir kez daha çakmanın mükemmel bir yolu. Andıç uygulamasının kamuoyu gözünde normalleştirilme çabasının muhteşem bir tezahürü.
'Andıç hazırlayarak biz işimizi yapıyoruz. Sızdırılanı yayınlayarak siz kendi içinizden kimi güvenilir olmayanları vahşilerin hedefi haline getiriyorsunuz' demeye getiriyorlar.
TSK'nın amacı da zaten itibarsızları faş etmek değil miydi?
TSK, kamuoyu önünde bir yazar olarak, bir gazeteci olarak itibarımı sarsmayı amaçladığını açıkça dile getiriyor. Bana karşı stratejik savaş taktikleri kullanıyor. Her şeyden öte kamuoyuyla arama girmeyi kendi doğal hakkı görüyor. Onun referansı olmadan yazamayacağıma, yazdıklarımı yayımlatamayacağıma, yayımlattıklarımı okutamayacağıma yüzde 100 inanıyor.
Zygmunt Bauman, yeni yayımlanan kitabı 'Modernite ve Holocaust'ta şöyle diyor: "Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir... Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak. Yaptıklarıyla kitle katliamları arasındaki neden-sonuç ilişkisini bulmak zordu. insanların, gereğinden fazla kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden-sonuç zincirini en uç bağlantılarına dek gözden geçirmeye yanaşmama gibi doğal eğilimleri ahlaksal yönden pek ayıplanamazdı. Bu hayret verici ahlaksal körlüğün nasıl mümkün olabildiğini anlamak için, silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının 'idamının durdurulmasına' sevinen, ama Etiyopyalılarla Eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da 'hammadde fiyatlarındaki düşüş' dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken 'Afikalı çocukların açlıktan ölmesi'ne aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir."
işte, soluklanıp yeniden başlamamız gereken sıfır noktası budur.
Aynı yerden kanıyor
Konda'nın araştırma sonuçlarında altı çizilesi bir şey değil elbet. Ama bu toplumun sorunu ahlaksal körlüktür.
Demokrat bildiklerimiz, liberal bildiklerimiz ve bilmediklerimiz hep bir elden korku körüklemeye soyunuyor.
Onlar bu kuruma yönelik korkuyu en derininde hissedenler arasında korkusundan güç alarak itiraz edenlerin susmasını istemekle kalmıyor, itirazcıları her fırsatta işaret ediyor. Onlar, bu korkunun payidar kalmasını istiyor, TSK ile acı anısı olmayan kuşakların da bu korkuyu tez elden içselleştirmesi gerektiğine inanıyorlar.
Andıçlanıp kulakları çınlayanlardan güvenilmezler taifesinin önemli bir bölümü TSK'ya karşı olmadığını ilan etmek zorunda bırakılmış oldu.
Bu haksızlıktan yakındılar. Güvenilirler arasında geçmişin kanlı andıcına maşa olmuşlardan bir süre çıt çıkmadı. Sonra onlar da bu işlemin doğallığından dem vurup bir partinin benzer çalışmasını örnek gösterdi. TSK'yı açıkça bir siyasi oluşumla denk tutup, andıç uygulamasını kamuoyu gözünde normalleştirmeye çalıştılar. Onlar, zamanında meslektaşlarını andıca kurban etmiş, bir insan hakları aktivistinin vurulmasına neden olmuştu. Buna rağmen itibarları sarsılmadı.
Çünkü şık betonarme köşelerinde askerin çizmeyi aşmasına ses çıkarmamakla kalmayıp için için her an çizmeyi ayağına geçirebilir tehdidi altında yaşamamızı hayırlı buluyor.
Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in olduğu iddia edilen günlükte ayrıntılarıyla anlatılan darbe hazırlıklarının vahametine değil de günlüğün hangi kanaldan dolaşıma girmiş olduğuna kafa yoranlar da aynı basın mücahitleri.
işte bu yüzden Şemdinli olayı sessizce rafa kaldırılabiliyor.
Hayatı karartılan savcıya arka çıkamayan hükümetin başı, yüzü kızarmadan Örnek'in olduğu iddia edilen günlük konusunda harekete geçmeyen savcılara sitem ediyor.
Kimse bu farsta çarpılan kapılar ve münasebetsiz tesadüfler dışında
bir şey görülsün istemiyor. Bağlantıları kurmuyor, bağlantı kuranları öfkeyle listeliyor.
Hrant'ın cinayetinin polisli jandarmalı arka planı bu yüzden bir türlü önümüze serilemiyor.
Musa Anter cinayeti gibi onunki de belleğimizde kalabalık bir
karanlık olarak kalsın diye.
Bir türlü silah bırakamayan emekli askerlerin dokunulmazlığı da buradan besleniyor. Darbecilerin baş tacı edilmesi de. Susurluk faillerinin önlenemez yükselişi de.
Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Kerkük'te ve dünyanın her yerinde
bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardında ne var sizce?
Tam da bu noktada George Orwell'in 'alt sınıflar' üstüne yazdıklarından ödünç alma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bize de, atalarımıza da Kürtler pis kokar diye öğretildi.
Orwell, Britanya'nın değişen sınıfsal çelişkilerini anlatırken
üst-orta sınıftan gelme bir Britanyalı olarak şöyle diyordu: "Bize böyle öğretildi: alt sınıftan insanlar kokar. Bu noktada da, şurası çok açık ki aşılamaz bir hudut söz konusu. Çünkü, hiçbir hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu 'fiziksel' bir duygu kadar temelli değildir. Irk nefretinin,
dini nefretin, bilgi, duygusal örgütlenme, eğitim farkının, hatta ahlaki ilkelerdeki farkların bile üstesinden gelinebilir ama fiziksel tiksintinin üstesinden gelinemez."
Kürtlerin pis koktuğu bilgisiyle mücehhez bir ulus olarak ne kadar demokrat insan kaygılarına aboneysek de gün geliyor Kürtlerle konuşurken ses tonumuza ekmeği geç getiren kapıcıyla konuşuyormuşuz gibi
bir tını yerleşiyor. Sıkıldığımıza karar veriveriyoruz. Sokma akılla
ne kadar yol alınabilirse sonradan edinilmiş demokratlıkla da o kadar
yol alınabiliyor. Karşılarında boyun büküp 'Ben bu tarafta fazla
bir şey yapamıyorum, sen de artık bir süre daha böyle idare et' diyemiyorsak, onların akılsızlığından, siyasi hatalarından bezmiş olarak yanlarından çekiliveriyoruz.
Üstelik vicdanımız da rahat.
Zulüm sürüyor. Hepimiz seyrediyoruz; kimimiz tiksintiyle yüzünü
buruşturarak kanal değiştiriyor, kimimiz köklü devlet politikamızın dayattığı sinizmle inanmıyor -ciddiye almıyor- provokasyon okuması yapıyor, kimimiz daha da siniyor.
Pekiyi biz kimiz?
Biz, onlarca yıldır aynı yalanlarla yaşadığımız için aynı korkulardan
bir türlü kurtulamayan bir nüfusuz. Bu topraklarda için için uğuldayarak tehdit altında yaşıyoruz