ilk önce "michael scofield" sanal bir karakterdir. ona hayat veren kişi wentworth miller ise gayet heteroseksüel dir. başlığı açan arkadaşın yaptığı araştırmalarıda merak etmekteyimdir. ha dersenizki:" gay bir adamla arkadaşlık etmek sizide gay yapar" orası ayrı tabi.
başlığı daha önce bi açan olmuştur diye, araştırdım ettim. ancak dün öğle saatlerinden bu yana devam eden "blogger sıçışı" hakkında bi başlığa rastlayamadım.
evet efenim erişemiyoruz bloğumuza. ancak bu sefer sebep türk telekom değil kendileriymiş. ip adreslerini değiştirmişler. o yüzden blogspot uzantılı bloğlara erişemiyormuşuz.
bu kadar yakışıklı adamların mutlak bi kusuru olur derler. işte kimisinin sesi çirkindir, kimisinin elleri. ama kendisinde en ufak bi defo kusur yok kızlar. hz yusuf' un 21. yy versiyonu mübarek. gözleri insanı zaten hipnotize ediyor, o nasıl bakıştır öyle. insanın içine işliyor. dr sara tancredi'nin yerinde olsam, değil kapıyı açık bırakmak kendim kaçırırım adamı o hapishaneden. eller desen, ince uzun büyük perfect. valla benim ellerim onun ki kadar güzel değil. omuzlar iki oda bi salon. hele birde kısık sesle konuşmuyor mu, insanın o dakka ruhunu teslim edesi geliyor. o nasıl bi ses tonudur öyle.
ne jack ne sawyer ne de kıvanç tatlıtuğ; varsa yoksa wentvorth miller. insanda ergenliğine geri dönme hissi uyandıran bay karizma. tek kusuru, istisnansız bütün ünlü ve yakışıklı erkekler gibi çirkin kadınlarla çıkıyor olması.
(http://www.theinsider.com...h_Miller_s_New_Girlfriend /" >#a href http www theinsider comphotos124653 amie brice wentworth miller s new girlfriend target blank rel nofollow http www theinsider com h miller s new girlfrienda)
gülse birsel'in zekasına yakıştıramadığım bi finalle ekranlara veda etmiş dizi.
sen tut her biri kendi başına star olmuş, her birine ayrı ayrı film çekilse tutacak, onlarca karakter yarat; ama dizinin finalinde onları ***** bir araya getireceğin yere, yarattığım ve her biri ayrı ayrı star olan karakterlerim, bi işe yaramıyor, araya bir iki ünkü sıkıştırayım mantığıyla hareket et.
üstelik senaryoya eklene ünlüler! o kadar sakil durmuşlarki senaryonun içinde. onlara hikaye yazılana kadar veya onlar hikayeye sıkıştırılana kadar, dizinin asıl karakterlerine daha fazla özen gösterilmesini beklerdim ben.
yapayalnız olduğunuzu düşündüğünüz her an için, nefret ederseniz, ki genelde edersiniz.
mutluluğu mutlumsuluğa, huzuru kargaşanın suskunluğuna dönüştüğü için, bu kadar kör bir sofu oluverirsiniz.
yurdum insanlarının en nefret edilesi özelliklerinden birini sayın deseler bana; "dizi üzerinden sosyal tespit yapanlar" listeme dahil olurdu mutlaka.
bu sosyal tespit insanlarına göre; sanki sözlükte 7/24 aşk-ı memnu konuşuluyor sanırsınız. o gün realite de olan ne varsa o konuşulur. tıpkı futbol veya siyasi gündem yapmış bir olay gibi. bunu bu kadar abartmanın, ülke elden gidiyor yaygarası koparmanın alemi nedir anlamadım gitti.
milletin ahlakını felan da dert etmeyin o kadar. gözünüzü seveyim size bişey olmasın. kimse bir dzi izledi diye yengesiyle felan yatmaya çalışmayacak. üzülmeyin. film o. tv'nin düğmesini kapatınca herkes kendi küçük hayatlarına dönecek, valla bak.
eğer kendini daha iyi hissedeceksen, çekirdek yerine havyar yiyelim.
bir kadın için yaşadığı, gördüğü, duyduğu hiç bir şey, sadece tek anlam ifade etmez. bir erkek için "evet"in anlamı yalnızca "evet" iken, kadın için asla öyle değildir. sadece bir cümle bir bakış üzerinden bile, aslında ne demek istediğiniz hakkında sonsuz teoriler üretebilir.
mucizeleri ve gizleriyle meşhur lakin sonu, aydınlığı meçhul, karanlık bir ormanda kaybolmuş gibiyiz. ağaçlar kökleriyle arzın kalbini hiç nedamet duymadan, sızısına kayıtsız kalır kanatırken, çiçekler yapraklarıyla soluğumuzu zehirliyor.
patikalar korkularımızda kaybolduğundan, handikaplar ötesi bir çığırın yoldan çıkmasıyla büyüyor derin kederlerimiz.
ve çığlıklar büyük ayaklarıyla koşuyor bize doğru. yüzümüze, ağzımızın büyüklüğündeki kuşkuları yumurtluyor.
kısa anlamlar beliriyor tozlu tümcelerde. kadim ataların manidar kavramları; süper, oha, felan deyip, metal çerçevelerin kesiklerine zuhur eden tesirlerini yitiriyor, sırf bizim yüzümüzden.
daha öfkeli, daha suskun, daha gölgeli bir hal ile karşılıyor ormanın derinlikleri. içtihatlarımız karışıyor gök gürültülerine ve dış kainat bize iç alemi anlatamıyor artık. alemi yadsıyıp kainatı kirlettiğimizden.
yüzünüz yüzlerceye kırıksa size tatlı bir gülüş inşa etmeye, diliniz kesikse ses, eliniz kopuksa sarılış, bacağınız eksikse vuslat ve varış sunmaya kudretim yetmez.
belki giderek önemsizleşiyorumdur, belki uzaklaşıp yabancılaşıyorum ölümün soluğunu ensemde hissederken hayatınızdan. içi iltihap dolu bir sunakta idam ediliyor düşüncelerim.
belki bu sebepten, içi kan dolu bir yemine sığdırılıyor ruhum. gecenin karanlığında gördüğüm melekler susuyor bana. belki devede kulaklaşıyorumdur giderayak.
yüreğimde yerçekimini hissedemiyorum artık, toprak çekiyor beni. ölülerin fısıldayışlarını duyuyorum ne çok... belki...
muhakkak, zihnimizin bir yerinde, aziz olarak kutsadığımız herhangi bir yerimizde (mülkümüzde, erkimizde, hükmümüzde, darbımızda, kelamımızda, şefkatimizde, korkumuzda), olmak istediğimizde, olduğumuzda, geride bıraktığımızda, hayıflarımızda, habisliğimizde, hesaplarımızda ve her neyse. bir saklı bahçemiz vardır.
bazen yenilgilerde buluruz kalbimizi. kendimizi sıyırıp kurtarmaya çalıştıkça batarız bir parça daha. yalnızlık yer, yalnızlık kusarız adeta. yine de vazgeçemeyiz alışkanlıklarımızdan.
töreselleştirdiği alışkanlıklarından vazgeçemeyen yenilgilerden de vazgeçemez... çoğunlukla...
bir kolum hep ağrıyor, sol kolum. bir yanım gurbette üşümüş vatanı çekiyor.sol yanım.
bir elim sevgiliyi ararken hiçliğe dolanıyor; sol elim.
yaşama yarım öldüm, hayatta yarımım. hep sağ salimlik konuşuluyor. hapşırdığınızda dahi çok yaşa denir. halbuki bir yanım o denli eksik ki, boşluğu kapatacak servileri büyütüyor.
hayata geç kaldım, sabahlara erken uyanmak gibi. gecenin gölgeli tortuları üzerimde hala. ansızınlığın tuzu dudaklarımdayken, sol yerimi arıyor sevgili kalbim; sığınmak için belki.
beşeriyete sağdı ebedilik. ilelebet göğün mavisinde şimdi. elimi uzatıyorum yetişmek için, dokunamazsın diyor kaderi. alın yazgısını canlandırıyor, beden över yahut söverken.
her tepki bir karşılığa bürünüyor Cennet ve cehenneminden...
acıları yaşamak ile acılarla yaşamak ayrı şeylerdir. acıları yaşadığınızda kendinizi unutur, kendinize sır olursunuz, acılarla yaşadığınızda ise kendinizi kaybetmeme (bir şekilde sıyrılarak çözme) ihtimaliniz yüksektir...
anlatamadığınız müddetçe, tıpkı isimlendirilen "kekleşme hali" gibi, son derece saf bir üslupla kelamlarınızı, kendi bilgiçliğiniz ve bildiğiniz içinde yoğurduğunuz hamur ile tekrar edersiniz sadece.
oysa tek heceniz dahi ulaşmıyordur, uyuşmuşluğundan, uyuşukluğundan kurtulup karşınızdaki kişiye...
neymiş efenim " vücüdunu kullandır'mış" mış. peh peh peh. (bu kısım tespitin "sıvama" bölümü oluyor zar!)
aktör ya da aktirst nedir ki zaten. vücüdunu kullanan, vücüduyla para kazanan insandır. oyuncunun malzemesidir vücudu. ne yani;
banyodan çıkan bi insanı,
tecavüzcü bi sapığı,
gözü dönmüş bi katili
oynaması gerekiyorsa; "bi dakika yönetmenim, senarist böyle yazmış ama, ben vücudumu kullandırtmam" gibi, absürd cümleler mi kurmalı oyuncu. öyle cümle kuran insan zaten bu mesleği yapmaz. yapamaz. dedim ya, oyuncunun malzemesi yüzü, vücudu, sesi, beden dilidir.
senarist'lerin bu tür sahneleri, kadınlar arasında ilgi gördüğü için özellikle kullandığı kısmına, yani işin etiğ'ine gelirsek de; bundan daha doğal ne olabilir ki diyorum. aynı gün aynı saatte yayınlanan kurtlar vadisi'nde de, başka şekilde olmuyor mu bu durum? daha fazla seyirci çekmek için daha fazla adam öldürülmüyor mu? hatta dizinin hiç adam öldürülmediği bölümünden fanatikleri memnun kalmıyor.
dizi ya da sinema denilen şeyin bütünü zaten duyguları sömürmek üzerine kurulmamış mıdır? tabi bu bakış açısıyla da alakalı bi durum. çünkü bazılarımız bu duruma "sömürme" der, bazılarımız da;"bu duygulara hitap ediyor" der.sıçılan tespitten yola çıkarak, şunları da diyebilir miyiz mesela:
komedi dizisi, komediden hoşlanan insanların duygularını sömürüyor. (gülmek isteyen insanları güldürüyor. olmaz ki canım böyle.)
ağdalı, ağlak drama dizileri, ağlamak isteyen insanların duygularını sömürüyor.( hem de ağlatarak!)
ayrıca duştan yeni çıkmış behlül başlığı, sizi neden bu kadar rahattsız etti anlamış değilim. kendi satırlarınızla"erkek vücuduna övgüler yağdırılması" mı sizi rahatsız eden?(ki başlığı iğrenç hale getiren yine erkek yazarların kendisi.buyrun okuyun:(#5381734) sorun buysa girmezsiniz o başlığa olur biter. tıpkı benim, adriana lima ve paris hilton adına açılmış onlarca başlığa girmediğim gibi. bunun dışında ihl sözlük diye de bi yer var.
tespitin bu kısımlarını irdeledikten sonra, gelelim şu "gerzek roman" kısmına. benim bildiğim 6 adet roman, onlarca hikaye ve tiyatro eserleri yazmış bi insana *, ben ancak saygı duyarım. bu hayal gücü karşısında saygıyla eğilirim. bizim gibi iki kıçı kırık entry yerine, sayfalar dolusu bi şeyler yazmış her insan, en güzel duygunun insanıdır benim gözümde.
belki bundan 40-50 yıl sonra, daha net anlaşılacak, yeşil basın'ın empoze ettiği moda akımı. insanların kendilerini aklama, yeni rahatlama yöntemleri. yurdum insanının çoğunun işine gelsede, beni çıldırtan bi akım bu.
sivas katliam'ı konuşulur misal; hemen vicdanını rahatlatmaya ve suçu başkalarının üzerine atmaya hazır yurttan sesler korosu çemkirir; "sivas'taki otel yangını da ergenekon' un işiymiş naber" diye.
tamam o gözü dönmüş kalabalığın içinde 1-2 tane provokatör olabilir. tamam kibriti de onlar tutuşturmuş olabilir. ama allah aşkına orada gözünüzün alabildiğine bağırıp slogan atan binlerce kişi de mi ergenekon tarafından ayarlandı.
bu sürü psikolojisi benim aklımın alabileceği bi şey değil. 5-10 kişi değil, 20-30 kişi değil, binlerce kişiden, hiç birinin mi aklına gelmedi yanlış yaptıkları. içlerinden hiç biri mi demedi;" durun arkadaş, yanlış yapıyoruz biz" diye. 30 kişinin bir çocuğa tecavüz etmesi olayında olduğu gibi. bu nasıl bi sürü psikolojidir, anlamak mümkün değil.
evrim denilen şey gerçek midir bilemem ama; maymundan gelip koyuna dönüşüyoruz galiba.
son zamanlarda çevremdeki hatunlardan sık sık duymaya başladığım cümle öbeği. ofiste felan ne zaman adı geçse kıvanç'ımın *, bütün kadınlar ağızlarının suyunu akıtıp, gözlerini mütamadiyen devirerek aynı cümleyi kuruyorlar:
-kıvanç mı? bak sarışın sevmem ama; yerim onu ben, yirim yirim. **
peki, siz korkuyor musunuz? her şeyin, bilginizin, bilmediğinizin, varınızın yoğunuzun tacirliğini yapar ve siz bunca cesaretliyken, gözleriniz bakışlarınız, gücünüz zaaflarınız kadar simsiyah üstelik!
sevgilerinizin, emeğinizin, düşüncelerinizin, hatta inancınızın.
kimi tezgahlarda, taş tabletlerin içine hapsettiğinizi düşünüp, salkım saçak her yanından savrulurken, birkaç anı, üç beş düş, birkaç akçe, üç beş ak, karşılığında.
öyle çok şey saklıyor ki içinde karanlık, tıpkı saçı başı darmadağınık bir sokak kadını gibi, etekleri(sözleri) başka yerlerde göğüsleri(özü) başka. saçlarını savuruyor ufuklardan toplayıp alelacele öyle bir, yer gök, dağ taş simsiyah kuzguni renginde.
lakin eteğinde karnını saklarken, çığlıklar akıyor yanaklarından, kalbine damlıyor hıçkırıkları. çocukların elleriyle tutunduğu küçük evlerin eski pervazlarında, hayata bakan minik gözleriyle onlara, büyük korkuları öğretiyor. toprağı ve yalnızlığı taşıyor karanlık sırtında, bir başınalığı sağıyor sonra yorulup, ilk şükür yahut isyan sonrası dinlendiği kaldırımların tozlarını silerek oturduğu saatlerin en kuytu, en ıssızlığında.
kirli bir kadın bu. koltuğunun altında masumların kesik başları, avuçlarında minik yavruların tertemiz hayallerinden arda kalan sivri çakıl taşları. kanıyor elleri karanlığın. yumruk yapıyor görünmesin diye.
kaç vazgeçişleri, terk edişleri damıtıyor lisanı kim bilir, ağzı öfkeyle dolu, ağzı dili içinde. lekeli ve yırtık elbisesinden görünüyor kiminin günahları, kiminin yalanları, kiminin açıkta kalmış haramları.