çok basittir. çünkü o barışı değil savaşı savunmaktadır. diğer savaş manyakları için buyrunuz.
(bkz: devlet bahçeli)
(bkz: cemil çiçek)
(bkz: deniz baykal)
bok atanların önce hem burda hem de ekşide birkaç arama yapıp ondan sonra bok atmaları gerekir. ben burda aradım bulamadım; ekşide hiç değilse fikir edinilebilecek kadar entry vardı.
alfabetik sırayla;
balkona kedisini almaya giden hopçikiyaya ve annesi arasında geçen bir diyalog:
anne: neden geldin gene
hopcikiyaya: çikoyu* almaya geldim, nerde o?
a: neden götürüyosun kediyi, rahatı iyi bizim yanımızda serin serin yatıyo işte bık bık mık mık vs vs.
h: bana ne, ben onsuz uyuyamıyorum.
a: artık bi koca bul da onla uyu sen!!!
h: ... *
demin sonuna yetiştiğim diziyle ilgili neler yazılmış bir bakayım diyerek tıkladığım başlık. önce ulan ne oluyoruz afallaması, sonra burda özellikle bolca gördüğüm milliyetçiliği de aşmış faşist zihniyette sürüsüne bereket entry.
şimdi ben bahsi geçmesini umduğum diziyle aynı adı taşıyan yazarı tanımam, entrylerini filan okumuşluğum da yoktur. tam olarak ne demiş de acımakla yetindiğim bizim dar görüşlüleri kızdırmış çok da anlamadım. şimdi bizim türk damarları fazlaca kabarık kitlemiz bilmez mi bu ülkede en ciddi azınlık kürtlerdir? bence bilirler de bilmek istemezler. oysa azcık bilimle flan ilgilenseler yüzde yüz saf ırkın bulunmadığını öğrenirler ve onlar için zor bir aktivite olsa da biraz düşünürlerdi.
ben konuyu çok uzatma niyetinde değilim, sadece vatan millet sakaryacı arkadaşlara küçük bir ihbarım olacak, bizim burda, burası da antalya oluyor, antalyanın bir ilçesine bağlı bir köy var. bu köyde yaşayanların yüzde 95'i çerkes ve bunlar bir araya geldiklerinde utanmadan çerkesce konuşuyorlar. bir el atın da vatanı ayrılıkçılardan kurtarın, siz bunlarla uğraşırken de bölünmesinden korktuğunuz topraklar toptan satılsın.
kötü oyları heyecanla bekler, küçüklerin gözlerinden filan öperim.
bu arada başlıkla bağlayalım bir yerde yaşayanların çoğunluğu hangi etnik kökendense o yer onlarla anılır. misal bizim buralarda o köye çerkes köyü derler, o nedenle de yaptığı tanımlama doğrudur how i met your mother'ın.
bazen sadece boşluk var. sonra aynılık. ufacık bi değişiklik sağlamca koyduğunu sandığın taşları oynatabiliyor yerinden. bir resim aslında olmayanı ya olursa ve neden olmasınlara çevirebiliyor. bir insanın başka birinin aklına düşmesi sadece bir böceğin kanat çırpması kadar kısa bir süre gerektiriyor. uzatılan bir el, fotoğraf makinesinin tuşuna basan bir el, kadehi kavrayan bir el vs...
çünkü herkes kadar benim de bir başkasına ihtiyacım var. bir resme bakıp o resmi olabilirliği üzerinden değil olduğu şekliyle görmeye. -mış gibi yerine aynen öyle demeye.
gelip şu saniye hayatıma girmeni ve
bir sürü fotoğrafımı çekmeni istiyorum. durmadan, sıkılmadan. her karede bana dair bir şeyler olmalı elinden çıkan. demeliyim ki bu adam çektiği her karede beni saklayacak, gitmeme izin vermeyecek. öyle alışmalıyım ki buna hep en güzel resimlerimi çekecek olanın sen olduğunu bilmeliyim başkasına gereksinim duymadan. sen sadece benim resmimi çekmelisin ben sadece senin ellerindeki kameraya gülümsemeliyim. abartıyor muyum dersin? hep abartmaya meyilliydim zaten.
aşk hayatın neden kötü sorusuna cevap budur belki de: çünkü her zaman biraz fazlaca abartırdı...
o zaman abartmaya devam edelim, ne dersin?
gözümü karartıp başka bambaşka bi yerde yeniden başlayabilirim her şeye. yeter ki inanayım. zaten kolay değil midir beni inandırmak? kandırmak da diyebiliriz aslına bakarsan. bir tek resim yeter de artar bile gelmeme.
peki ya gerçek hayat?
bir sürü engel var aramızda seninle. kurulu hayatlarımız, geçmişimizden kalan kırıntılarımız, korkularımız, güvensizliklerimiz. asla cesaret edemeyeceğiz birbirimize. belki de hiç rastlaşmayacağız ya da rastlaşsak dahi anlamayacağız.
"böyle huzurluyum" kalıbına sıkışıp kalacağız beraberce. sen tek bir kişinin resimlerini çekmektense birçok insanı alacaksın hayatına bense tek bir objektife bakmaktansa farkına varmadan birçok hayata dahil olacağım; "oysa sadece seni istemiştim" diyerek.
tek bir olasılıkta mutlu olabilecekken çoğulluklar içinde mutsuzluklarımızla oyalanacağız. ben belki gene gideceğim kör kadına sebep dilenmeye, avunulacak bir sürü mazeretim olsun diye. bir de seni merak edeceğim. sonra açıp bir resme bakacağım öyle görünen ama aslında öyle olmayan.
romantik komedi tadında br aşk filmi izleme niyetiyle gidip gerim gerim gerilerek çıktığımız film. olmaz olsun öyle aşk. aşk filmi izleyim, az içim açılsın filan diyosanız adına filan kanıp izlemeyin bu filmi sakın ha.
bu seneki altın portakalda izlediğim en iyi filmlerden birisidir. akdenizli olup da beğenmeyecek olana şaşarım. insanın aşk anlayışını sorgulatır; misal ben 30'umdan sonra vicky gibi bir yaklaşım edinebilirim sanırım.
ama hepsinden öte penelope cruz'un oynadığı maria elena için bile izlemeye değer. izlenmeli, kesinlikle izlenmeli.
olmaz
içimde kocaman bir boşluk.
dolduramıyorum.
bugün sokağından geçtim,
ihtimallerdeyim hala
sen artık benden bu kadar nefret ederken
ben sana bu kadar öfkeliyken
en başa, en geriye sarsak nasıl olurdu dedim?
Nasıl olurdu?
hiçbir şey değişmezdi.
sen beni gene sevmezdin
ama ben seni yine severdim.
ben her şeye hazırdım seninle,
şimdi ise hiçbir şeye hazır değilim.
asılı kalmak istiyorum zamanda
ne dün olsun ne de yarın kalsın.
zaman, ilk elimi tuttuğunda, ilk elini tuttuğumda
zaman, ilk beni öptüğünde, ilk seni öptüğümde
zaman, ilk birbirimizin kollarında uyuduğumuzda
dursun.
uzun upuzun zamanlar sonra kalbimin yeniden çarptığı "o an"lardan birinde
kalalım.
ben böylesine üzülmeyeyim, öfkelenmeyeyim, içim boşlukla dolmasın
sen de benden nefret etme.
haklı ya da haksız olmasın.
ben aklıma hükmedebileyim
sen de bir kerecik olsun beni merak et.
sonra serbest bırakayım seni
sen de beni.
sonra her şey yoluna girsin
artık yoluna girsin.**
bu sene benim için ayrı bir heyecan yaratmıştır. 5 senenin sonunda ilk defa bu tarihlerde evimde, antalyadayım ve bir adet de yaka kartına sahibim. allahın izniyle bu haftaiçi her akşam iki filme haftasonu da yetişebildiğim tüm seanslara girmek niyetindeyim. ayrıdır altın portakal, güzel kentimize ayrı bir güzellik katar.
herhangi bir şeyi daha net hale getirmek.
bu bazen hayatınız da olabilir. bir arkadaşınız karşınızda durur; yaşadıklarınız, halen yaşamakta olduklarınız ve yaptıklarınızla ilgili belki kendinize bile itiraf edemediğiniz gerçekleri gözlerinizin önüne seriverir. "netleştir hayatını" der; "netleştir." o gece durup düşünürsünüz. kararlar alırsınız. ne yapmaktasınız, hayatınız ne kadar ellerinizde; biraz durup gerçekten düşünürsünüz.
biliyorum bazen saplanıp kalıyor insan tek bir noktaya. ama sorun tam da burda istemedikten sonra saplanmak diye bir şey yok gerçekten. aşk mı her şey, her şey aşktan mı ibaret? ama durup bir bakınca aşk tekil mi peki? gerçekten ama gerçekten durup düşünmek cevapları kendiliğinden getiriyor. ben şimdi cevaplarımı alıyorum birer birer. ve kayboluyor giderek o her yanıma yaydığım fluluk. içimi netleştirdikçe hayatım da netleşiyor.
ve evet hayatımı netleştirdikçe daha iyi hissediyorum.
dün ulaştı elime kitabım, akşam üzeri. heyecanlı bekleyişimin aksine hemen başlamadım. gözlerimden uyku akarken, televizyonla * internetle filan oyalandıktan sonra * başladım. ve daha ilk cümlesiyle -hani duymuşsunuzdur :"hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."- yakaladı bir yerlerimden. hiçbir kitabı daha ilk sayfalarını okurken "bitirince yeniden okumalıyım" dememiştim. ki ben sevdiğim kitapları tekrar tekrar okumaktan büyük zevk duyarım. çok şey söylemicem kitap hakkında, çünkü ben sevdiğim için okur, şarkıları sevdiğim için dinler ve filmleri yalnızca sevdiğim için izlerim. yetkin hissetmem kendimi gerekçelendirmeye, nedenlere bağlamaya. çünkü ben hiç kitap yazmadım, şarkı bestelemedim, hiç film çekmedim. ama şunu söyleyebilirim ki çok yoğun bir hüzün var bu kitapta. ya da beni çok hüzünlendirdi diyelim. uzun zamandan sonra bir kitabı okurken bu kadar soyutlandı dünya benden. heyecanlandım, gülümsedim, üzüldüm okurken. ve en önemlisi bitmesin istedim, bitmesin. * ve şimdi bazılarının hiç bilemeyeceği, hiç tadamayacağı bir zevki keşfetmiş gibi hissediyorum kendimi...
çoğunluk aptal kız sorusu demiş; amma velakin ben bu görüşe pek de katılamıyorum. şimdi insanlar niyetlerini açık etmeliler bi kere. sevgililik yoksa işin ucunda karşındakine açık açık söyleyivereceksin bi zahmet. sormasın da ne yapsın kız, kucağında bebesiyle ortada mı kalsın?*
yani geyik bi yana bazen insanlar gerçek niyetlerini göstermeyebilirler; bundan dolayı sorulablir bir sorudur, yadırgamamak lazım.
inkar moduna geçildiyse,
kendine bile itiraf etmekten çekindiğin düşünceler * pek fazla işgal etmeye başladıysa aklını,
günün muhtelif zamanlarında aklına "acaba şimdi ne yapıyordur?" sorusu düşüyorsa,
sürekli o kişiyi görme isteği uyanıyorsa içinde,
ortak arkadaşlarla buluşulan anlarda herkesten ziyade onunla didişmekten zevk alınır olunduysa ve son olarak
durup dururken o insanla kurulmuş bir gelecek düşü gözlerinin önüne geliverdiyse aşık olduğunu anlamanın zamanı gelmiş demektir.
çok dinlemek bünyeye iyi gelmez, özellikle cumartesiyle birlikte alınınca tekilaları ikişer ikişer yuvarlamaya, haliyle çok sarhoş olmaya, sarhoş olup sapıtmaya, sapıttıkça daha çok saçmalamaya vesile olabilir.**
youtubeda~ tesadüfen rastlanılmış sonra limewire vasıtasıyla edinilmiş bsplayerda sürekli tekrar modu açılıp dün geceden beri dinlenilmekte olan şarkıdır.
sürekli dinlemenin etkisi: sonbaharda gelecek birini umutsuzca beklemeye başlamak. sonuç hüsran olacak ama olsun varsın "varsın şarkılar günlerce ağlasın
ben sana neşe olup geleceğim" kısmı bile yeter sevmeye.
nur içinde yat aysel gürel.
bilmek her şeyden önce bilmek istemeyi gerektirir. eğer kişi en baştan bilmek istemiyorsa gözüne saplanmış şeyleri bile bilmezden gelebilir. mesela aşktır, bilmenin önündeki en büyük engel. aşıkken insan, kör, sağır, aptal ve de dilsiz olur ya bilmek istemez gerçekleri maşukla ilgili. sonra ne mi olur aşık çok fena düşer, yine yeniden tuzla buz olur ve yeniden iyileşmeyi beklemeye başlar.
nedir o zaman? bilmek önemlidir, hayalkırıklığının en birincil nedeni bilmezden gelmektir.***
kendisi doktor olmasa da çok sevdiği bir arkadaşını görebilmek; onunla daha uzun vakit geçirebilmek için dört gece önce hopcikiyayanın da tuttuğu şeydir. eğlencelidir. asistan odasında sigara-kola içilip king oynanarak geçirilmiştir. güzel bir şeydir nöbet, sürekli tutulasıdır.**
haksızlıktır. susan ve sevmeyen tarafın aksine içi kan ağlaya ağlaya karşı taraf bitirir bazen de ilişkiyi. hiçbir şey söylenmeden bitmesine dayanamadım diyerek. bitti diyemecek kadar zor ne olabilir, vicdanın yükü altında ezilen birisi yapabilir bunu ancak başka açıklama bulamıyorum.
daha önce de yazmıştım ama öyle incelikler gizli ki bu dizi de yeniden yazmadan geçemeyeceğim. dün yayınlanan bölümünde ben apayrı bir şey gördüm. hep düşünürüm gerçek aşk denen şey nasıl bir şeydir diye. kendi çapımda bir sonuca vardım dünki bölümle birlikte. sedef'ten bahsediyorum. gerçek aşk kendinden ve herkesten çok sevebilmek, onun için her kötü söze, her hakarete katlanmak ve belki için kan ağlasa bile onun başkasıyla mutlu olmasını istemekmiş.
yarım kalan entry tamamlama editi: peki nasıl sever bir insan kendinden daha çok başka birini. yaradılış olarak bencil değil miyiz, verdiğimiz her sevgi ilgi kırıntısının karşılığını görmek istemiyor muyuz? bilemiyorum. nasıl olurdu böyle bir aşk, dokunamadan, öpemeden, sarılamadan... en kötüsü de ne kadar çok sevdiğini söyleyemeden. insan olma durumuyla bağdaştıramıyorum, insanüstü olmak gerekiyor gibi geliyor bana. ben bu kadar çok severken, sevdiğimin gözlerimin önünde başkasının ellerini tutmasına dayanabilir miydim diyorum? dayansam bile peki ya sevmeye devam edebilir miydim? hiç ümit olmadan sürebilir mi bir aşk? bilmiyorum, ama sürebileceğine de inanmıyorum. her şeyin bir sonu var benim için. her aşk her sevgi bitebilir her acı ise mutlaka geçer iz bırakarak da olsa.
ne de olsa şu hayatta başımıza gelen çoğu şeyin müsebbibi aşk değil mi?