your knuckles whiten on the wheel
the last thing that your hands will feel
your final flight can't be delayed
no land just sky it's so serene
your pink fat lips let go a scream
you fry and melt i love the scene
sometimes i
fantasize
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
don't these times
fill your eyes
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
are you all alone
is anybody home
i'm standing warm against the cold
now that the flames have taken hold
at least you left your life in style
and for as far as i can see
tin twisted grills grin back at me
bad money dies
i love the scene
sometimes i
fantasize
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
don't these times
fill your eyes
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
are you all alone
is anybody home
sometimes i
fantasize
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
don't these times
fill your eyes
when the streets are cold and lonely
and the cars they burn below me
are you all alone
are you made of stone
ingilizce rastgele, random kelimesinin kısaltması olan bir dosya uzantısı. çeşitli programlar c: sürücüsü içinde bu uzantıya sahip güvenlik kodları üretebilir. misal: putty.rnd
lipton firmasının çıkardığı hafif gazlı, limonlu çayımsı içecek.
çayla pek alakası yok.
limonlu ice tea ile ilgili kötü bir anım var, tanım da yaptığıma göre onu paylaşmak isterim aziz dostlar.
hiç unutmam, geçtiğimiz yaz sezonunda uzanmışım ser-yata, sahilde gelen geçeni kesiyorum. yaşım gereği. yaz erkekleri 19-20li yaşlarda bunu yapmalı. neyse uzatmayalım.
ben de yaşım gereğince upuzun bac...
yani upuzun sahil şeridini tarıyordum gözlerimle.
o an o'nu gördüm. bronz ten üzerine en çok hangi renk bikini yakışır hedonist diye sorsanız "yeşil" derim. sormasanız da yeşil derim o ayrı.
yeşil bikini ve bronz tenin mükemmel buluşması olan kusursuz vücut bana doğru yaklaşmaktaydı. haftalardır uzaktan kesip de yanına yaklaşmaya çekindiğim kız üstüme üstüme geliyordu. sonrasını adım adım anlatacağım.
* limonlu ice tea içiyordum.
* nazik adımlarla ilerliyordu.
* bir yudum aldım. vücudumda dolaşan gazı hissettim.
* kız bana iyice yaklaştı.
* götümün sol lobu titremeye başladı ki, beni bilen bilir. bu iyiye işaret değildir.
* iyice yaklaştı ve yanıma doğru eğildi.
* ice tea'mden son yudumu aldım.
* aramızdaki mesafe 20 cm falandı.
* mükemmel kırmızı dudaklarını açıp "bir şey sora..." dediği sırada
* geğirdim.
bir daha görüşmedik.
işte tüm bunlara kadir olan içecektir limonlu ice tea. itina ile içiniz.
(bkz: inci sözlük/#8525246)
şu entryde de belirttiğim gibi amaçsız, işsiz güçsüz bir takım serserinin buluşma noktasıdır. bu hareket de inci felsefesi dedikleri şeye karşı çıkan bir oluşumdur.
- rosalinda bana bir bardak su getirir misin
+ peki josé, (hoze) sana bir bardak su getiririm
(gider, gelir)
- bana bir bardak su getirdiğin için sağ ol rosalinda
+ sana bir bardak su getirmemin hiç önemi yok josé
...
clint mansell imzalı muhteşem bir soundtrack albümüne sahip filmdir.
01. welcome to lunar industries (7:11)
02. two weeks & counting... (2:00)
03. i'm sam bell (3:45)
04. i'm sam bell, too... (5:05)
05. memories (someone we'll never know) (4:53)
06. are you receiving? (3:18)
07. can't get there from here (3:17)
08. "we're not programs, gerty, we're people" (5:10)
09. the nursery (3:46)
10. sacrifice (3:03)
11. we're going home (3:42)
12. welcome to lunar industries (three year stretch....) (10:03)
kertenkelelerin kralı, asilerin lideri ve bir anti kahraman, james douglas morrison.
ölmekten korkmazdı, ölüm anının tadını çıkaramamaktan korkardı morrison. bir gece yatağında sessizce ölmeyi değil, bir uçak kazasında ölmeyi yeğlerdi.
ancak olmadı.
27 yaşında, hayatının henüz baharında dünyanın tüm zevklerini tatmış, tüm çukurlara batıp tüm zirvelere tırmanmış bir şekilde küvetinde sonsuzluğa dalıp gitti.
ancak ölümsüzlüğün sırrını çözmüştü kertenkele kral.
o kertenkeleydi, deri değiştirip, şekil değiştirip tekrar gelirdi dünyaya bu sefer daha güçlü.
kertenkeleler dinozor çağından beri dünyada değil miydi, ölüme böylesine meydan okuyan bir türdendi işte morrison.
sözleriyle aramızda. şiirleriyle. ve o eşsiz sesiyle.
4 yıl öncesine kadar deliler gibi sevdiğim kızın şimdi neye benzediğini bile hatırlamıyorum.
sanki, suratı benliğimden aniden silinmiş gibi.
sebebi ihanet mi!? yaşadığım acıyı gölgelemek için zihnimin oynadığı bir oyun mu bilmiyorum.
tek ihtiyacım sendin dediğim, sıcak arabanda mahsur kalmış bir köpeğim ** dediğim kızı aniden nasıl unutuveririm. hayatımda bu kadar yer kaplayan birini?
zihnimin bu oyunu aslında bana edilen ihanete bir ihanet daha eklemek değil mi. unutmak sanki hiç olmamış gibi.
itiraf ediyorum sözlük. görüntüsünü kafamdan atsam da kim olduğunu, neden delicesine aşık olduğumu, ona dair hiçbir şeyi atamadım, silemedim kafamdan.
it's a god-awful small affair
to the girl with the mousy hair
but her mummy is yelling no
and her daddy has told her to go
but her friend is nowhere to be seen
now she walks through her sunken dream
to the seat with the clearest view
and she's hooked to the silver screen
but the film is a saddening bore
for she's lived it ten times or more
she could spit in the eyes of fools
as they ask her to focus on
sailors fighting in the dance hall
oh man! look at those cavemen go
it's the freakiest show
take a look at the lawman
beating up the wrong guy
oh man! wonder if he'll ever know
he's in the best selling show
is there life on mars?
it's on amerikas tortured brow
that mickey mouse has grown up a cow
now the workers have struck for fame
cause lennon's on sale again
see the mice in their million hordes
from ibeza to the norfolk broads
rule britannia is out of bounds
to my mother, my dog, and clowns
but the film is a saddening bore
cause i wrote it ten times or more
it's about to be writ again
as i ask you to focus on
sailors fighting in the dance hall
oh man! look at those cavemen go
it's the freakiest show
take a look at the lawman
beating up the wrong guy
oh man! wonder if he'll ever know
he's in the best selling show
is there life on mars?
bilim, insanın evreni anlama kapasitesini artırmak amacıyla, önümüze çıkan sorunları parçalara ayırıp inceleyen bir yöntemdir. sadece ama sadece bir yöntemdir.
ancak evreni anlama çabamızda son derece çiğ bir araçtır.
araçta bir takım kusurlar olması, aracı kullananın hatasını gizlemez.
şöyle ki;
son 200 yıl içerisinde -tarihsel kayıt anlayışımızın geliştiği bir aralıktan bahsediyorum- bilimin insanlığa yadsınamaz faydaları olduğu rahatlıkla söylenebilir. kuduz aşısı, renkli diş macunu, uzayın fethi, uydu ve bilgisayar teknolojileri...
bu ilerleme muazzam ölçüde gerçekleşti. ancak getirilerinin yanında, götürülerini hiç düşünmedik.
1800'lerin başında dünya nüfusu 1 milyarken, gelişen imkanlar ve teknolojinin getirdiği rahatlıkla "200 yılda 5 milyar çoğaldık"
yine bilimin getirileri (!) sayesinde doğa hiç olmadığı kadar kirli. hiç olmadığı hızda yok oluyor. hepimizin bir ağaçtan düşme maceramız yok muydu? hepimiz erik ağaçlarında büyümedik mi, ilk kız arkadaşımızla incir ağacının tepesinden dünyaya bakmadık mı?
biliyor musunuz, şimdiki nesil ağaç nedir bilmiyor. bildikleri şey resim. ya da okul gezisiyle gördükleri belgrad.
daha da vahim olanı tüm dünya ülkeleri silahlanıyor. birbirimizi öldürmek için, evreni anlama amacımızı kullanıyoruz.
değil bir başkasını, kendimizi tanımayı bile reddediyoruz. kendi pisliğimizde boğulmaya mahkumuz. 2050de dünya nüfusu 9 milyar olacak ve kaynaklar tükenecek, savaşlar -en kötüsü de sıcak savaş olmayacak, nükleer savaş gerçekleşecek- artacak ve kendi pisliğimizde boğulacağız.
2009'da vizyona girmeden direkt olarak dvd olarak satışa sunulan komedi-dram türünde amerikan yapımı film.
baş rolü jim carrey ve ewan mcgregor paylaşıyor.
doğuştan dolandırıcı steven russell,* hapishanede tanıştığı phillip morris * adlı mahkuma aşık oluyor. bu ikilinin imkansız aşkını anlatan film 102 dakika, ancak bu kısacık süreye, pek çok önemli mesaj sığdırmış.
"hiç izlemediğiniz türden, çok farklı bir aşk hikayesi."
jim carrey, zaten bildiğimiz gibi. filmdeki gay rolüyle, her türlü rolün altından kalkabileceğini bir kez daha kanıtlıyor üstad.
rolünün üstesinden çok iyi gelmiş. oynadığı karakter steve russel, liar liar, a series of unfortunate events, dick ve jane iş başında filmlerindeki karakterleri anımsatıyor. dolandırıcı, şirin ve son derece komik.
ewan mcgregor ise şahane. oyunculuğunun değeri gözümüzde bir kat daha artıyor. hatırlarsanız star wars serisinde obi wan kenobi gibi fazlasıyla erkeksi, savaşçı bir rolde oynadı. şimdi, onun tam tersini düşünün. işte öyle büyük oyuncu.
filmde pek çok küçük ve güzel ayrıntı var. detaylar çok zekice kurgulanmış, espriler usta düzeyinde. tabi bunlar jim carrey'nin oyunculuk yeteneğiyle birleşince, ortaya harika bir şey çıkmış. kısacası gidin, bulun, alın, izleyin.
gelelim filmin kritik noktasına.
filmin toplumun büyük çoğunluğu tarafından çekinceli görülebilecek kısmı ise, eşcinsel sevişme sahneleri içeriyor olması. ancak beyaz perdede heteroseksüel sevişme sahnesi varsa, ve o ne kadar normal görülüyorsa, bence homoseksüel sevişme sahnesi de olmalıdır. gayet de doğaldır. hatta geç bile kalınmıştır bu konuda. tabi bu türde pek çok hollywood yapımı yok da değil.
ancak toplumun gözünde bir tabunun daha gümbür gümbür yıkılmasına yardım etse keşke bu film.
sinemanın amacı da bu değil mi, kanıları değiştirmek, yeni hayat deneyimleri, farklı fikirleri göstermek değil mi?
kılıçdaroğlu'nun lider sıfatından yoksun olmasından kaynaklanan durumdur. adamda bildiğin "memur tipi" var.
not: he şu anlaşılmasın, karikatürü çokça çizilen kişide liderlik sıfatı ya da duruşu vardır demiyorum.
misal rte. liderlik özelliklerini bir kenara bırakın, mahallenin ihtiyar heyetine seçmezdim ben o adamı.
rte rastgele seçildi. örnekler çoğaltılabilir.
üzerine çok farklı yorumlar yapılabilecek, her değişik zihin durumunda daha farklı anlamlar çıkarılabilecek çok katlı bir romandır, yürek burgusu.
dışarıdan bakınca, genç bir mürebbiyenin iki çocuğa bakma hikayesi anlatılıyor.
daha içten incelediğimizde ise; "çocukların amcasına karşılıksız şekilde aşık olan bu bakıcı kızın yaşadığı duygusal bunalım, bu bunalımların içerisinde yarattığı hayaller" olarak yorumlanabilir.
tabi henry'nin üslubunu yakından tanıyanlar arasında bu romana o kadar derin anlamlar yüklenmemesi gerektiğini düşünenler de var. çünkü romanın yazıldığı ve edebiyatçılar tarafından tahlil edildiği dönem 20. yy'ın başları.
freud'un psikoseksüel teorileri revaçta. tabii romandaki pek çok sembol, freudyen düşünceye göre yorumlanmıştır. ne kadar doğrudur bilinmez.
forum sitesi tadında bile olmayan, sağından solundan vandalizm akan pislik yuvası.
yeni uğraşları facebook'muş. 4. yıldız diyorlar yaptıkları pisliğe.
kronolojik sırayla twitter, ekşi, okan * ve facebook'u s*kmişler(!) bak sen.
aslında yapılanlar sosyal bir deney bile olabilir.
"hiçbir halttan anlamayan, işsiz güçsüz taifesini bir araya toplarsak ne olur?" önermesini denemek için birileri tarafından kurulan bir düzenek bu.
birazcık kod biliyorlar -ee o kadar da olsun-
bir de örgütleyecek insan var ellerinde. hadi beyler şuraya saldırıyoruz, buraya saldırıyoruz diyerek akıllarınca eğleniyorlar.
son "saldırı"ları facebook üzerindeymiş.
ama bu seferki saldırıları tv programlarında olduğu gibi "kişisel" değil.
bu sefer facebook'ta birbirlerinin duvarına "cicişim naabıyosun" "kusi$ çok cix çıkmışın fotoda" yazan embesil facebook kullanıcılarını hedef almışlardır.
7/24 beyaz ekran karşısında birbirlerinin duvarına anlamsızca sıçan embesillere, duvara öyle sıçılmaz böyle sıçılır diyerek akıllarınca bir mesaj vermeye çalışmışlardır.
ancak bunu yaparak nereye vardılar?! aptallar hala aptal, inciciler hala incici.
kendilerini fight club falan zannediyorlar, yozlaşmış topluma tokat gibi eleştiri getirdiklerini sanıyorlar ya, ona çok gülüyorum.
yavaş yavaş hepimizin dönüşmeye başladığı yaratık.
zira şu sosyal medya dedikleri şey icat oldu olalı herkesin söyleyecek bir şeyi var. sözlük'ler, sosyal paylaşım siteleri ve saireler sayesinde herkes konuşuyor. 24 saatini 140 karaktere sığdırabilen embesil bir nesil yetiştiriliyor.
sosyal medya ağının içinde kaybolmuş birey giderek medya yaratığına dönüşüyor.
medya yaratıkları sürekli konuşuyor.
ne söylediklerine bakmıyoruz onların. nasıl söyledikleri önemli bizim için. "acaba yazdıkları 140 karaktere sığdı mı", "acaba yazdıkları sözlük formatına uydu mu", "acaba bilmem kim ne der"
öyle söylüyorlar ki, öyle göz boyuyorlar ki aslında anlatılanın ne olduğunu anlamıyoruz bile.
her birimizin eline bir klavye verip "anlat derdini, anlat içindekileri" diyorlar. sonra birkaçını ünlü yapıyorlar. neymiş efendim pucca, bilmem bokka. anlattıkları hiçbir şey yok. hayat gayesinden yoksun işsiz güçsüz tayfasını allayıp pulluyorlar ve önümüze sunuyorlar.
uzun zaman önce, trt'de "kuzeyde bir yer" geçen yıla kadar tnt'de "kuzey ışıkları" isimleriyle yayınlanmış muhteşem bir amerikan dizisi.
çocukluk-ilk gençlik dönemime denk gelmesinden olsa gerek, üzerimde en çok etkiyi bırakmış dizilerden biriydi.
dizi cicely diye bir kasabada geçiyor. ama öyle bir kasaba düşünün ki; yahudi bir doktor, feminist bir pilot, alaska yerlisi bir sinema tutkunu, hafif sıyrık eski bir nasa uzay adamı, zenci bir kardeşi olan radyo programcısı bir sanatçı, bunların hepsi bir arada bulunsun. ve öyle bir uyum içinde olsunlar ki, "hiç kimse birbirinin lafını bile bölmesin".
bırakın birlikte yaşama âdâbını, bilmem neyi. birbirlerinin sözünü bile kesmiyordu bu güzel insanlar.
zıt görüşte oldukları insanları sessizce dinliyorlar ve eleştiriyorlardı. varın siz düşünün geri kalanını.
eski sevgiliye açık mektup 23ü 24e bağlayan bi haziran gecesi, kafa hafif iyi, ışıklar sönük
"yokluğunda çok kitap okudum, ağladım gecelerce" falan demek isterdim. olmadı.
okumadım da ağlayamadım da. ben çok mu malım dedim bi süre. sonra boş verdim, bi film taktım. bol bol film izledim yokluğunda.
sonra bu yazıyı yazmam gerektiğini fark ettim. bir yıl olmuştu.
azıcık duygulanmam gerek dedim, yazıyı yazabilmek için.
eski resimlerimize baktım. evet silmedim onları. "sildim hem de shift+delete yaparak sildim" dedim ama yalandı.
masaüstümde 0 (yazıyla sıfır) diye bi klasör var. orada duruyor hala.
aynı klasörde çok şey vardı. sana yazdığım yazılar-şiirler, sana çizdiğim resimler,
sana anlatmaya çalıştığım şeyler vardı hep orada.
bir de tiyatro oyunu vardı inanabiliyor musun. bir yıl falan önce başlamışım yazmaya, ama unutuvermişim onun varlığını.
neyse işte, resimlere bakarken fark ettim.
siyah boğazlı kazağını özlemişim.
kollarını köpeğin kemirmişti hani. gözümün önünde kaç kere şamarı indirmiştin hamsinin poposuna.
3 gün ağladı hayvan. sonra inci kolyen, bir de sonsuza dalan gözlerin takıldı gözüme.
aynadan 180 derece açıyla çektiğin o resmi bile özlemişim. hani saçını boyarken çekip gönderdiğin. vay anasını, bugün tam bir sene he.
sonra aklıma geldi, ayrıldıktan bi hafta sonra falan ilişki durumunu değiştirmişsin facebooktan. boğaç mı ne, öyle bi çocukla (belki de adamla demeliyim!?) ilişkin varmış. toparlak bi adam. sendeki de nasıl bi zevkmiş, hayattan soğudum iki dakikada, yemin ediyorum.
misilleme olarak iletime özlü söz, rap şarkı falan yazacaktım ama daha aptalca bir şey yaptım. arkadaş listemden sildim. biliyorum biliyorum, çocukça.
o günden sonra pek zekice espri de yapmadım, yapamadım. sen sevmiyordun diye kelime esprileri yaptım hep.
hem espri yaparken neden kendimi aşağıladığımı sorardın. bence bu yüksek bir kendini beğenmişliğin eseri bu. tamam itiraf ediyorum bunu bile ben düşünmedim, bi abi söyledi.
kısacası sen olmayınca düşünmenin bile anlamı kalmadı. eskisi gibi kafa yormuyorum her şeye. akışına bırakıyorum. seninleyken her şeyi zorladım da ne oldu? her şey olacağına vardı, olacağı da buydu.
ama şunu düşündüm. ilişkimiz, diş etimdeki yaraydı. dilimle oynayıp acıtmayı, kanatmayı sevdiğim bi yara. iyileşmesini bekleyemezsin o yaranın, dilinle yine oynarsın. üzgünüm iğrenç bi benzetme ama durumu gayet iyi açıklıyor.
tıpkı her seferinde senden uzaklaşmaya çalışmam ama geri dönmem gibi. her seferinde daha az acı çektik ama, güzel yanı da buydu. ama yara kapandı. artık oynamak istemiyor bu beden.
post modern bir arka plana sahip, defalarca okunması gereken kitap. her edebi eser gibi katmanlı, tek bir bakış açısıyla anlaşılamayan bir şey. defalarca ve farklı bilinç halleriyle okunmalı.
sembolizm etkisiyle yazıldığından dolayı, yazarın kitaptaki tüm nesnelere bir anlam yüklediği anlaşılıyor.
şeytan minaresi, gözlük, domuz kafası her şey bir amaç üzerinde sıralanıyor.
insanın -çocuk da olsa insanın- içindeki hırsı, lider olma, en iyi olma, kral olma yönündeki isteğini, egosunu ve egonun ona emrettikleri doğrultusunda her şeyi yapabileceğini gösterir.