Bavulları hep toplu durmali insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...
Ihanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı ...
Çünkü omuz omuza günlerin vakti geçti.
Dayanışma, günümüzün borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...
Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.
Terörün bile bireyselleştiği çağdayız.
Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil;
Zaman, tek basina dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır...
Işte o yüzden alışmalı yalnızlığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan...
Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı...
Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli...
Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan, yalnızlığa yücelten paragraflar aşmalı evin en görünür duvarlarına...
Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz
Dizeleriyle başlamalı güne...
Telesekretere, Şu anda size cevap verebilecek kimse yok! denmeli,
Belkide hiç olmayacak...cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
Haklılığın onuru yaşatır insanı...
Susmanin utancı öldürür...
O yüzden en sessiz gecelerde Doğruydu, yaptımla teselli bulmalı insan.
Feryada komşuların yetişmemesine,
Soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı...
Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye,
Kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur,
Ama hep kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...
ölümün soğuk nefesini ensenizde hissettiren, şuursuzluğu beyninize; korkuyu da yüreğinize hakim kılan ataklardır.
nefes alamama ve aldığınız son nefesi geri verememe şeklindeki bir krizi tahayyül edebiliyor musunuz? ve bu krizin bir - iki dakika boyunca aynı ağırlıkta seyrettiğini, kriz esnasında morardığınızı, korku ile büyümüş gözlerinizle yardım beklediğinizi ve durmadan çırpındığınızı; sizin çırpınışlarınıza şahit olan ailenizin de feryatlar içerisinde çırpındığını hayal edebiliyor musunuz? sizi bilmem ama ben böylesi bir krizin dehşetini hayal etmekte pek zorlanmıyorum. çünkü ziyadesi ile yaşamışlığım vardır.
yatılı lise eğitimimin üçüncü yılındaydım. ağır bir grip ve berbat bir öksürüğe yakalanmıştım. ki zaten bitlis'in morartan soğuğunda böylesi bir illete yakalanmamak pek mümkün değildi. güç bela dolabımdaki dağınık elbiseleri bir sırt çantasına tıkıştırabilmiştim. ailem, kırk beş km uzaklıktaki bir ilçede oturuyordu ve cebimdeki para, sadece beni aileme götürecek minübüse binmeme yetiyordu. şehrin zemheri tepelerinden birine kurulu olan okuldan çıkıp da garaja gitmek için epeyce yürümek zorundaydım.
kara kış...
yerde var birbuçuk metre kar...
karın çilesi bir yana, o karı ve dışarda olan diğer bütün herşeyi buza kesen ayaz yok mu, işte o öldürücü soğuk insanın direncini kırıyordu. hastaydım. yürümekte bile zorlanıyordum.
sırtımda çanta...
sırtımda ağır kaban...
sırtımda soğuk terler...
sulanmış gözlerim ve tıkanmış burnum... durmadan kükreyen ciğerlerimle karda ve buzda düşmemeye gayret göstererek; ama bunu pek de beceremeyerek, tek kelime ile bitik bir ruh ve bedenle garaja kadar yürümüştüm. minübüsün arka dip koltuğuna çökerek başımı cama dayamış ve minübüsün hareket saatinin gelmesini beklemiştim.
şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama, tanıdığım haymatloss muhtemelen yol boyunca ölü doğaya bakakalmış ve ölümün doğası hakkında düşüncelere dalmıştır, yalnızlığın bir kader olduğuna hükmetmiştir.
evde geçirdiğim günler, tam anlamı ile bir halüsinasyon, bir yarı baygınlık seansıydı. evde kaldığım süre zarfı, birkaç haftayı bulmuş, bu süreçte birçok doktora gidilip onlarca tetkikten geçilmiş, her bir doktordan ayrı ayrı teşhisler duyulmuştu.
lakin bütün ağızlar yarım, bütün cümleler şüphelerden ve sezgilerden ibaretti. şimdi arkamda bıraktığım o sancılı sürece dönüp baktığım vakit, hiçbir doktordan kesin birşey duymamış olduğumu hatırlamak, fazlası ile enteresan geliyor bana.
bu sancılı ve sanrılı süreçte bir şafak vakti vardı ki, bir bütün halinde bu ağır hastalığın bütün kahrına rahmet okutturan cinstendi.
sabaha karşıydı. gece boyunca doğru dürüst uyuyamamıştım. inilti, öksürük ve de kabuslarla dolu bir gecenin son demindeydim. önceki günün bütün saatlerini hastahane kordorlarında tüketmiş, türlü türlü ilaçlardan medet ummuştum. lakin bu gecenin karanlık demleri de diğerlerinden farksız geçmişti. bir el hissetmiştim omuzumda. dönüp baktığım vakit babamı görmüştüm. sabahın erken saatinde hazırlanmış, toplantıya yetişmek üzere evden çıkmazdan evvel yanıma uğramıştı. iyi olup olmadığımı sordu. iyi olduğumu ima eden bir mırıltı ve baş haraketiyle cevap vermiştim. ben çıktıktan sonra kapıyı kilitleyebilir misin diye sormuştu bana. ağır ağır toparlanmış, ardı sıra kapıya kadar gitmiştim. o beni ve ailesini allah'a emanet ederek gitmişti. kapıyı kilitleyip yatağıma dönmek kalıyordu bana. lakin beni bekleyen bir sürpriz vardı. bir ilkin dehşeti vardı kapımda bekleyen.
odama doğru ilerlerken ufaktan öksürük tutmuştu beni. bir elimi duvara dayayarak ardı sıra gelen öksürüğün geçmesini beklemeye başlamıştım. lakin geçmesi bir yana, gittikçe derinleşiyordu bu öksürük. ve diğerleri gibi bir sonu olacağa da benzemiyordu.
öksürük derinleştikçe derinleşti. artık dışardan duyulmayan, lakin ciğerlerimde durmadan patlayan öksürüklerle iki büklüm olmaya başlamıştım. ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki, yaşadığım ürkütücü sarsılışlar bir anda kesildi ve aldığım yarım yamalak son nefes, ciğerlerimin çıkışında bir yerlerde donup kaldı.
nefes alamıyordum. nefesimi dışarıya veremiyordum. konuşamıyordum, bir sözcük bile söyleyemiyordum. sadece mırıltımsı bir haykırış fısıldayabiliyordum. duvarlara tutuna tutuna annemin yanına kadar gidebilmiştim. dürterek uyandırdığım annem, beni o halde görünce dehşete düşmüştü. beni yatırıyor olmuyor; beni kaldırıyor olmuyor, sırtıma türlü şekillerde vuruyor olmuyor, ellerimi tutuyor olmuyor, bağırıyor olmuyor, haykırıyor olmuyor, o da benim gibi çırpınıyor ama yine olmuyor... tam gözlerim kaymışken, dudaklarım morarmış, yüzüm kireç gibi beyazlamışken nefes alıp verme nimetine tekrar nail olabilmişim.
kimileri tarafından bir hastalık olduğu ve yıpratıcı bir dürtü olduğu ifade edilen duygudur.
kimileri tarafından da erdemli bir insanın olmazsa olmaz vasıflarından biri olarak nitelendirilmiş duygudur.
her iki yaklaşımın da doğruluk payı vardır.
lakin bu kadar zıt yaklaşımlar, nasıl oluyor da aynı anda doğruluk taşıyabiliyor ve kabul görebiliyor?
nasıl oluyor da bir şey hem aka, hem de karaya çalabiliyor?
mesele, bu hissin mahiyetinde gizli; bu hissin hangi gayeye hizmet ettiğinde saklı.
şayet kıskançlık, lüzumsuz bir ihtirasa uşaklık ediyorsa hasutluktur, habis bir urdur.
başkasının emeğine, başkasının çabasına göz koymuş bir insanımsı, kelimenin tam anlamı ile bencildir.
bu çekememezlik adamın hayatını da, yöneldiği insanın hayatını da zehir eder.
işte bu tutum bir hastalıktır. rehabilitasyonu lüzumlu kılar.
lakin kıskançlık sahiplenme duygusunun bir uzantısı ise, saygın bir itiraz mahiyetini alır.
sevdiklerine, sevdiceğine dulda olmak isteyen, onları sakınmak isteyen bir insan, bencil değil aksine toplumculdur.
kendinden, konforundan ve rahatından feragat eder.
bir endişe,
bir sorumluluk taşır yüreğinde.
karşılıksız, kazanç beklemeksizin...
isterki, güzellikler dışında bir kapı çalanı olmasın sevdiklerinin.
isterki, namahremin gözü, el evladının tek bir sözü değmesin sevdiklerinin gölgesine dahi...
mahremiyetin surlarındaki tek bir gedik, ölümcül bir darbe olur yüreğine.
kanlı bir irin olur ciğerine...
sevdiklerini sakınmaya, sevdiklerini sahiplenmeye yönelmiş bu duygu, erdemin taşıyıcı sütunlarındandır.
imandandır.
işte bu tutum, rahmanidir. ulvidir.
az önce, beyaz fayanslarla döşeli zeminde can çekişen birini farkettim. yalnızdı. yapayalnız... kendi türünden hiçbir canlı yoktu yanında yöresinde ve uzun kanatları korkuyla titreşiyordu. vücudunun bir kısmı ezilmişti. belliydi, ölecekti. kendi gözleriyle, kendi acısıyla son demlerini yaşıyordu kısa olan hayatının.
eğildim üstüne...
beni fark etmiş miydi? yüreğimdeki titremeyi anlamış mıydı, o an en az onun kadar ezik bir halde olduğumu; kendimi onunla özdeş gördüğümü, türdeş gördüğümü ve ondan tek farkımın şeklim olduğunu düşündüğümü hissetmiş miydi?
bilemiyorum...
özür dilerim arkadaşım.
beni öfkelendirdikleri vakit; '' ben ayağınızın altına alıp da ezebileceğiniz bir sinek değilim; ben insanım, insan!'' diye söyleniyordum.
özür dilerim arkadaşım.
bir sinek de, bir karınca da...
hiçbir canlı ayak altında ezilmeyi hak etmiyormuş.
hatırlattığın için teşekkür ederim hocam.
ölürken dahi, bir insanın hayatına nüfuz edebilecek kadar güçlüsün sen...
görevini hakkıyla ifa etmenin huzuruyla ölüyorsun ya, sana imreniyorum... sana imreniyorum!
isminin geçtiği bütün platformlardan, ötanaziyi isteyen bir ızdırap düçarı gibi kendi isteği ile el etek çekme eylemidir. vazgeçmektir. sonuçları göze almaktır.
dayanılmaz acılara elveda deme isteğidir. herşeyi göze alma cesaretidir. devasa bir öfke, tanımlanamaz bir kudurmuşluktur. öylesine derin bir patlamadır ki, döner dolaşır, öfkeyi doğuran yüreği kül eder de, o yola giren için en ufak bir tereddüt oluşturmaz.
vazgeçmek;
yıkıcı sonuçların ürkütücülüğünü öldürecek bir öfkedir.
bütün saldırıları püskürtebilecek en ölümcül hamledir.
bütün stratejileri çöp edecek, bütün planları/ bütün taktikleri hallaç pamuğu gibi atacak, hepsini çöp edecek bir yokoluş arzusudur.
kendinden vazgeçmek, cesareti vücuda büründürmektir. yaşayan her canlıyı aptala çevirmektir.
kendinden vazgeçmek, yalnızca yaratıcı iradeyle muhatap olma talebidir. insanlara çöp kadar değer vermemenin göstergesidir.
kendinden vazgeçen insan, insan değildir. vazgeçilen şey, bir insan bedeni değildir.
bir bütün halinde evrenin günahına tükürmek,
insanların emdikleri çiğ süte lanet etmektir bu vazgeçiş!!!
az önce aynada yüzünü fark eden insandır haymat...
yüzünün sabırsız katılaşma arzusuna şaşıran insandır haymat...
''neden bunca ölüme meyledersin beden'' diye mırıldanan insandır haymat...
--spoiler--
parmakları, yabancı bir coğrafyada dolaşıyormuş gibi gezindi yüzünde.
anlamaya çalıştı zamanı, tükenmenin karşı konulmaz hakikatini.
parmak uçlarıyla yakalamaya çalıştı, vebadan kaçar gibi kendisinden kaçan gençliğini...
dokundu,
dokundu,
dokundu...
günden güne sertleşen derisinin gözeneklerinde boğulan insanlarla karşılaştı.
kiminin kurumuş dudaklarına damla damla su bıraktı,
kiminin de mezarına fani gül...
--spoiler--
''bunlar hakikattir, biliyorum.'' dedi.
bildiğinde acılanmayı bilmediğini fark etti.
sustu ve gençliğinin gözden kayboluş hızına muadil bir çeviklikle ellerini yüzünden, gözlerini de aynadan kaçırıp kendi dehlizinde yol almak üzere ruy i zeminde mesafe katetti..
omuzları çökük...
--spoiler--
ey işkembem, seni birgün delersem,
ey korkularım, kanını birgün dökersem,
ve ey insanlar, sizi birgün s....
işte o zaman yükümde hafifleyip, ölüme daha hazırlıklı olabileceğim.
--spoiler--
acziyetimin mazeretine sığınıyorum ey kutsal kibriya!
herşeyi hakkıyla bilensin.
suskunluk benim payım olsun.
--spoiler--
Gayri haram bu can bana
Bu toprak damlar bu yollar bana
Bu sevdalar bu ağaçlar haram bana
Oğul uşak birde karım
Kurt bana hastir çeker
Yılan bana çiyan bana
Hastir ceker yılan bana
Lan kardaş bu nasıl yara
Lan kardaş bu nasıl yara
Kanar her yerimden
Dövülmüşüm, sövülmüşüm, kovulmuşum ben
Siktir çekilmişim yani kendi öz yurdumdan
Çeker giderim...
--spoiler--
tutunamayanlar vardır bu hayatta...
tutunamayanı çok olan bir hayat vardır bu evrende...
bu evren, her gerinişte,
bu evren her silkinişte
yakadan silkilen toz misali döküyorsa insanları derin açmazlara,
açıyorsa yürekte irinli yalnızlıklar,
ölümcül kaybedişler...
bu haykırış, var olmaya devam edecektir.
bu imalı isyan yüreklerde köklenecektir!
az önce birlikte ocakbaşında ciğerin dibine dibine vurduğumuz, yarım torba soğan ve beş demet nane tüketip, en az on güğüm ayranı mideye tıkıştırdığımız dostumdur.
ne yedin be emmoğlu... helal sana... ha bir de senin diline doladığın bi diyet mevzusu varya, işte ben senin o diyetin hakkında da bir parantez açmak istiyorum... la bi daha diyet miyet ayağına beni yemeğe çağırma. içten içe diyeti tersten uygulama fantezisi yaptığını düşünmeye başladım. yani diyet sonrası inşa ettiğin önlü arkalı balkonlara bakıp da bu diyete akıl sır erdirmek mümkün değil. dedim ya bir daha beni diyetisyen tavsiyesi ile oluşturulmuş sofralara çağırma. senin o diyetine hıyar doğrayasım geliyor emmoğlu.
dün akşam istanbul city's nişantaşı avm'de galası gerçekleştirilen dizidir.
efendim, çiçeği burnunda dizimizle ilgili kuru bilgimizi verdikten sonra, dilerseniz gala izlenimlerimizi paylaşalım.
gala programına gitmek için motive edici başat unsur, çocukluk ve ilk delikanlılık yıllarımda, aşkın bedene bürünmüş sembolü olarak kabul ettiğim, sebla gözlerinin her bir kıvrımında imana geldiğim türkan şoray'ın orda olacağını öğrenmekti.
hayallerde büyütüle büyütüle nerde başlayıp nerde bittiği belirsizleşen bir dilber'in, gönüllerde birike birike uçları gökleri tarayan uzun kirpiklerin ve sözcüklerin etkileyicilik kazanmak için kapısını çalmaya mahkum olduğu hilal kaşların temaşası... her bir oynayışında bana kadınlığı, her bir duruşunda bana anaçlığı, bana sıcaklığı ve bana efsunlu dünyaları nakış nakış anlatan o zeytin karası gözleri... işte, dilim varmıyor ama, birimizden birimiz gözlerini kapamadan bu dünyaya, iki çift gözden biri çürümden toprak altında, dünya gözü ile görmek istedim aşkın tarifi olan gözlerini...
neyse efendim, vardık nişantaşına. daha avm'ye girer girmez doğa rutkay'la karşılaşmak, bu gecenin oldukça renkli geçeceğinin habercisiydi. kokteylin verileceği alana geçip de gerekli hazırlıkları yaptıktan ve iş paylaşımını tamamladıktan sonra konukların teşriflerini beklemeye başladık. dantelli minili hanımefendi kokoşların teşrifleri ve yerli malı justin bieber makyajlı concon veletlerin ortalıkta afili cakalarla turlanmaları ve her ortamda aynı bok olan lakin böylesi bir ortamda isminin önüne beyfendi sıfatı yerleştirilen erkeklerin ortama doluşmaları ile yavaş yavaş hareketlendik.
onca sosyetik simanın arasında gözüme ilk çarpan kişi, yine bir çocukluk sevdam oldu. mütevazı adımlarla kalabalığın arasından geçen ve ilerde biryerlerde gösterimin başlamasını tek başına bekleyen kişi, hakan ünsal'dan başkası değildi. fotoğrafçıyı ardıma takıp usul ama heyecanlı bir yürüyüşle yanına gittim.
+hakan abi... (hakan bey falan değil.) hakan abi, nasılsın?
-(oldukça mütebessim ve samimi bir yaklaşımla) eyvallah kardeşim. iyiyim sağol. sen nasılsın?
+(mutluluktan sorduğu soruyu pas geçerek) abi, biz seninle büyüdük. mutluluğumu tahmin dahi edemezsin.
-eyvallah kardeşim. sağolasın.
+abi bi fotoğraf...
-tabi tabi... ne demek.
sonrasında bir parça daha muhabbet ve ardından, işten dolayı yanından ayrılmak... küçük hakan orda öyle yalnız bir şekilde gösterimin başlamasını beklemeye devam etti. devam etti ya, samimiyeti ve sıcakkanlılığı ile, hayallerimi cilaladığı ve sempatimi pekiştirdiği için gönlümde büyüdükçe büyüdü.
neyse efendim kokteyl başlamıştı. şarap şişeleri ardı ardına boşalmakta, ortalıkta dolaşan görevliler, servis tepsileri ile hanımefendilerin ve beyfendilerin mezelerini taşımakta ve flaşlar ardı ardına patlamaktaydı. gazetecilerin hayhuyu, yüksek sosyetik ve güncel medyatik simaların dedikoduları, servis elemanlarının koşuşturmacası falan derken, ortam iyice kıvama gelmişti. bu esnada dikkatimi çeken birşey oldu. servis elemanlarından birisi, sigara böreği türevi * bir meze ile doldurulmuş tepsiyi taşımaya çalışıyordu. mezeyi tepside, tepsiyi de havada gören yüksek sosyetik zevatın, kibarlık sınırlarını fazlası ile aşan hamleleri ve adeta mezeyi avuçlama mücadeleleri gerçekten görülmeye değerdi. eleman onların arasından zorla sıyrılıp da ilerlediği vakit, onu beklediğimi hissedercesine yanıma yaklaştı.
+abi, insanı insan eden para değil; kültürdür. dedi.
güldüm.
güldü.
güldük... sonra o işine, ben işime...
tolga karel'in gelmesi, şehvetli kadınları; ıssız adam'ın gelmesi zamane aşk manyaklarını dalgalandırdı. tabi şu gazetecilerin, görüntü kapma çingeneliği yok mu... arkadaş, her ortamın içine ediyorlar bunlar. tamam, işindir amenna... tamam en iyisini yapmak istiyorsun amenna... ama bunu yapmak isterken izdihama sebep olmak, insanları germek, ortamı tatsızlaştırmak da nedir arkadaş... işte böylesi bir hayhuy içinde yıldız yağmuru başladı. elimi sallasam bir ünlüye denk geliyor, başımı çevirsem, bir ünlünün nefesi nefesime karışıyor; nefes alacak olsam, onlarca ağdalı parfümün ağırlığı içimi sersemletiyor... böyle bir şey işte. artık ortam öyle bir hal aldı ki, o ortamda en imtiyazlı insan kimdir diye soracak olsaydınız, istisnasız bütün parmaklar beni gösterirdi. çünkü bir ben vardım aralarında ünsüz olan, aralarında farklı olan ve tabi ki bir tek ben vardım, aralarında caka satılacak olan. ee haliyle bütün gözler bana çevrilmişti. Ne tarafa gitsem, kıçımın dibinde bir ünlü bitiyordu. Hadi benimle fotoğraf çektirmek istesin, hadi beni pohpohlasın, Hadi bana hayran olduğunu söylesin diye yanımda biten ünlüler; onların bu beklentileri boşa çıktıkça daha da ateşlenip birbirlerini iteklemeye başladılar. Neyse efendim, ortam gerginleşmesin diye lavaboya çıkmaya karar verdim.
Lavaboda ellerimi yıkayayım dedim. Yanımda kır saçlı biri bitti. Başımı doğrultup aynada yüzüne baktım. Göz göze geldik. Gördüğüm gözler;
+metin uca ile aynı lavaboyu kullanıyorsun ahbap. Tadını çıkart; şeklindeydi.
Ben de bakışlarımla cevaben;
-bu ortamda caka satabileceğin tek insan benim. Asıl sen hizaya gel dostum; şeklinde mukabelede bulundum ve ellerimi (bkz: sensörlü kağıt havlu makinesi)ne uzattım. Anında avuçlarıma temas eden kağıt havluyu görünce, bizim emektar sensörlü makineye içten içe selamlarımı yolladım. Ve metin uca'ya göz ucuyla dahi bakmadan lavabodan çıktım.
Arkadaş, bunlar salgın bir virüs gibi... her yeri doldurmuşlar.
Cafeye oturmak geçti içimden. Hay geçmez olaydı. Karşı masada, Kır sakallarını entel patinajlarla sıvazlayan Sinan çetin'e haz yaşatmak istemiyordum çünkü. Göz göze geldik.
+beni görmek, seni mutlu etti anlaşılan; demek üzereydi ki, gözlerimle kestirik bir mukabelede bulundum:
-bana caka satma mutluluğunu o kadar rahat elde edemezsin ahbap dedim ve boğaza bakıp içli bir şekilde sigaramın ilk ve son nefesini çektim. Sigaramı küllüğe basıp cafeden çıkarken, koridorun karşı ucundan bana doğru mesafe kat eden kırmızı pijamalı adamı fark ettim.
Aradaki mesafenin azalmasıyla doğru orantılı olarak, detayların belirginleşmesine tanık oldum. Göğüslerinin çatalına kadar inmiş dar bir body ve üstüne salaş bir ceket ve çuval göt- boru paça kırmızı bir pantolon ve kaba kaba çirkin botlar... yüzündeki şımarık ve heyecanlı atikliği görünce, yine aynı diyalog diye geçirdim içimden. Canım sıkıldı. Adam gözlerini gözlerime dikerek bana yaklaştı.
+ahbap, tolga karel'e bu kadar yakın olmak nasıl bir his; demesine fırsat vermemek için, tuttum yanımdan geçen görevliye salon kapasitesi ve davetli sayısı hakkında sorular sordum.
O esnada omzuma çarpan bir omuzu hissettim de, tolga'nın hezeyanıdır diyerek dönüp bakmadım bile.
Sonra... sonrası işte işin en zor olanı...
işin gırgır şamata kısmı bir yana, o artistten o artiste koşan, misal, ali ağaoğlu'nun yanındaki kızın dedikodusunu yapanlar ya da istanbul valisi ile aynı karede bulunmak için çaba sarf edenler, riyakarlıklar, hileler, aptallıklar, anlamsızlıklar, maskeler bir yana...
hepsi bir yana...
ben o gözlerin ardı sıra gitmiştim. O gözleri devasa bir mıknatısa çeviren, nakış nakış işlenmiş hayallerimin ve tasavvurlarımın motivasyonuyla gitmiştim. Bir çift göz demedim. iki kaş, birkaç kirpik demedim. Efsunlu bir tebessüm demedim.
Ben oraya, inançlarımın bir kadın simasında nasıl tecelli ettiğine şahit olmak için gittim.
Ben, bir hasbihale gittim ki, mahiyetine ben bile yabancı kaldım.
............
Uzaktın. Bunaltılmış bir haldeydin. Belli ki, dinginliğe ihtiyaç duyuyordun. Belki de ben öyle olmasını arzu ediyordum. Yüzlerce gözün, yüzlerce riyakar maskenin menzilindeydin. Gözlerin dolaşıyordu insanların yüzlerinde. Ellerini tutarak yeni yetmeliklerini kamufle etmeye çalışan oyuncularla birlikteydin.
Ama sen başka bir derinlikteydin. Tebessümün bile emanetti. Bakışların kaçamak...
ve ben bir köşede durmuş öylece seni izliyordum. Duygularım dolup dolup gözlerime kadar yükseliyor, yüzümdeki maskenin tazyikiyle gerisin geri aşağıya inmeye mahkum kalıyordu.
Bakıyordum sana, bazen içim ezilerek. Bakıyordum sana, bazen dudaklarımı kasıntılar içinde bırakan hayranlıklara gark olarak.
Ben, öylece durmuş, seni izliyordum. Ömrüm kadar uzun olan benden habersizliğini kanıksamış bir halde, seni izliyordum. Ta ki, sen beni afallamalara gark edene değin. Ki bıraksalar, bir ömrü, yüzünün kıvrımlarında olgunlaşan tefekkürlerle tüketebilirdim. Hem nerden bilebilirdim ki, aniden kafanı kaldırıp da onca insanın içinde, onca hayhuyun içinde başka hiç kimseye ve başka hiçbir yere bakmadan doğrudan doğruya gözlerimin içine bakacağını... ve öylece gözlerini gözlerimde takılı bırakıp yumuşak bir tebessümde karar kılacağını...
hepsinden gözlerimi kaçırdım, hepsinden kaçtım da, işte senin o tebessümünde, senin o yorgun yüzünde tam yirmi beş yıl öylece asılı kaldım.
beynin ihtiyaç duyduğu bilgi donelerinin ve bilgi donelerini tanımlamak için gereken tefekkürün eksik bırakıldığı durumlarda ortaya çıkan güçsüzlüktür. öylesine derin ve kuvvetli bir zaaftır ki, tedbir alınmaması halinde, bireyin bütün sosyal alanlarına hızla sirayet ederek ölümcül bir diz çöküşe sebebiyet verebilir.
oldukça renkli bir gözlem yeteneğine sahip olan yazardır. Gözlemlerini, ahenkli bir metin şeklinde ortaya koyabilmesi de ayrı bir başarıdır. Tebrik edilesidir.
birçok kamu kurumunda ve özel şirkette, kullanıcılara kolaylık sağlansın diye kullanılan alettir. harekete duyarlı sensörler vasıtasıyla, otomatik olarak kağıt havlunun kullanıcıya sunulması gibi bir gaye ile üretildiği söylenebilir. ayrıca, hijyenin arttırılması ve kağıt israfının azaltılması gibi hedefler de sıralanabilir.
buraya kadar herşey güzel. bundan iyisi şam'da kayısı. lakin teoriyle pratiğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü söylenemez. şöyleki:
efendim, girersiniz lavaboya. def i hacet hasıl olduktan sonra ellerinizi ve şayet suya tutmuşsanız yüzünüzü kurulamak istersiniz. sizin ne denli değerli olduğunuzu ve konforunuzun ne denli önemsendiğini göstermek için oraya monte edilmiş sensörlü kağıt havlu makinesine gözleriniz takılır. suratınızda gevrek bir gülümseme ile makineye yaklaşıp elinizi uzatırsınız. beklersiniz ki, uzanan elinizin hareketini algılayarak mekanizmayı devreye sokan sensörler avucunuzu kağıt havlu ile doldursun. lakin... lakin bir problem vardır. heralde sensörlerin algı kapasitesi düşüktür diye düşünerek, ellerinizi ileri geri, aşağı yukarı hareket ettirirsiniz. hadi koçum, evet şimdi şeklindeki cümlelerle de makineyi gaza getirmeye çalışırsınız. lakin makine için bu çabanız çok da fifi dir yani. yüzünüzdeki gevrek gülümseme, bu aşamaya varana kadar zaten yok olmuştur. ufaktan ufağa kıl olmaya başlamışsınızdır. ıslak ellerinizi bu sefer, kağıt çıkış noktasında dolaştırırsınız. belki, kağıt çıkışında melun bir engel vardır diye el yordamı ile çeşitli kontrollerde bulunursunuz. lakin o da kar etmez. aptal makineye iki şaplak atıp, ''ulan seni akıl edenin aklına incir ağacı dikeyim. bir de konforumu düşünmüşler. lütfetmişler.'' şeklinde söylenerek kapıya doğru yol almaya başlarsınız. tam kapının koluna asıldığınız anda, arkanızdan yükselen ses ile duraksarsınız. haşin bir bakışla arkanızı dönüp de sensörlü makineye baktığınız vakit, boşlukta asılı duran, makine tarafından sizin kullanımınıza * sunulan kağıt havluya gözünüz ilişir. sinkaflı rahmet duaları okuyarak çeker gidersiniz. lan bu makine, benimle maytap mı geçti diye düşünmeden de edemezsiniz. bu da böyle bir alettir işte.
edit: bugün aynı olayın, bir başka kişinin başına geldiğine şahit oldum. uzaktan, tecrübeli halimle suskun ve bıyık altı bir tebessümle izliyordum adamı. adam makineye yaklaştı. kağıt gelmeyince, makineye orda olduğunu kanıtlamak için, makineyi ikna etmek için haka dansı yapmaya başladı. en sonunda makine tarafından kaale alınmadığını görünce, elini makineye hiddetle kaldırdı. sonra merhameti baskın gelmiş olacak ki, töbe töbe şeklinde söylene söylene kapıya yöneldi. adam tam kapıyı açacaktı ki, bizim ibne makine yine yaptı piçliğini ve kağıt havlu çıkardı. adam hışımla makineye saldırmak için atağa kalktı. neyse ki araya girip adamı etkisiz hale getirdik de, makineyi pert olmaktan kurtardık. sonra, herkesler gidince makineye yaklaştım. adama nasip olmayan kağıt havluyu, yana ve yukarı doğru çekerek koparttım. ''ulan bırak bu ibneliği. puştluğun sonu yok. kalacaksın birgün birinin elinde.'' şeklindeki nasihatimi verdim. makine uslu uslu yeni kağıt havlu uzattı bana. ama şımarmasın diye almadım. bu yalakalığa müsade etmedim. makineyi efkarlı bir tefekkür içinde bırakarak lavabodan ayrıldım.
--spoiler--
m: merhaba usta
b: hoşgeldin abi. saç traşı değil mi?
m: evet.. şey ben saçlarımı...
b: altları makine ile, üstlerden de kırıkları topluyoruz, biraz makas atıyoruz.
m: (şaşkın gözlerle) evet aynen... sen bu işi biliyosun usta.
b: eee onca yılımızı verdik abi, olcak o kadar tabi.
m: ( he aq.zaten, bildiğiniz tek saç kesim modeli bu. başka bir seçeneğimiz mi var sanki)
aradan biraz zaman geçer.
b: abi sen ne iş yapıyorsun?
m: ( lan üstümde kot var; deri ceket var. yaptığım işle alakasız bir havadayım.. du biraz uğraştırayım) usta önce bir tahmin alayım.
b: abi sen x işini yapıyorsun. değil mi?
m: ( kafa altmış dercelik bir açıyla ve bu sefer gerçekten şaşkınlık içinde adama çevrilir) abi sen müneccim misin, nesin ya... nerden anladın.. nasıl çıkardın?
b: eee onca yılımızı verdik abi, olcak o kadar tabi.
m: ( bu adamın özgüveni bitirecek beni arkadaş.)
aradan biraz zaman geçer.
m: usta, çok kesmedin mi? bak şakaklarda dökülme var, parlatma kafamızı...
b: abi sen hiç tasalanma. bak traşını görenler sana beni soracaklar. gelip bende traş olacaklar. ismim de ferda. sorarlarsa, direkt bana yolla...
m: neyse, ustanın işine karışılmaz. ( ya özgüvenin de bi sınırı olmalı ama)
aradan biraz daha zaman geçer.
m: usta, kabak ettin kafayı...
b: abi öyle deme... baksana şu saçın uyumuna... ahengine...
m: ( hangi saçın aq. hangi saçın...saçmı bıraktın kafada... ) gerçekten öyle... simetrik kesiyorsun usta. ( senin bu bitmeyen özgüvenin; benim bu bitmeyen sabrım... olan, ayakta kalma mücadelesi veren gariban saç tellerime oldu.)
b: abi sen hiç tasalanma...
m: evet arkadaşlarım çok beğenecek, ve senin ismini soracaklar... sen de hiç tasalanma..
b: aynen öyle abi. hehe...
--spoiler--
bu şekilde uzayıp giden diyaloglardır. alttan alta yumuşak bir gerilim söz konusudur. iç gıdıklayıcı bir merak da işin cabası... yeni halinizi yadırgamak ve biraz tuhaf karşılamak gibi bir netice de çoğu zaman söz konusu olabiliyor. böylesi durumlarda, destekleyici bir iki söz işitmek istersiniz. bu ihtiyaca cevap verebilen berberler, traş sonrası sendromuna iyi gelir. benim berber, şahsen özgüveni ile, o sendromu yok etmek için çok çabaladı. ama aynada parlayan kafamın hamleleri, berberin bu çabasını bok etti. beni melankolik bir tınıya mahkum etti.
ulan keşke dilinle traş etseydin. valla kral saçım olurdu.
sevginin, ümidin belli edildiği, bütün savunma mekanizmalarının, koruyucu maskelerin bir tarafa bırakıldığı durumlar da vardır. Dizlerini kırarsın ve, ey ademin evladı, yüreğim orta yerdedir, çırılçıplaktır, sana hediyemdir dersin. Sütün çiğini emmiş dilber, seni dizler üstünde, yüreğini tozlar içerisinde bırakıp gider. Hem de bir piç kurusu gurur sevdası ve dişilik oyunu uğruna... Çeker gider, hediyenin kıymetini idrak edemeyen kör gözler ile... Sürüklenip gider, boynuna kemend olmuş egosunun peşinden.. Sen kalırsın orta yerde, pişmanlıklar içinde.. Cahil bir pazarlıkla yok yere heba ettiğin, mahremiyetini mahvettiğin yüreğine karşı mahcubiyet içinde.. Kalırsın öyle, insan olmaktan büyük bir acı duyarak... Neyse efendim, yani böylesi durumlar da yaşandı ve yaşanıyor bu ruyi zeminde. Başlığın mevzu bahis ettiği acı, zikrettiğim acıdan evladır.
Ona hergün rastlardım kuyruğun bir ucunda
Bir minibüs parası sımsıkı avucunda
Uykusuna doymamış kırpışan gözleriyle
Anlarsa baktığımı başı inerdi öne
Bildiğim kadarıyla ölmüş anne-babası
Okulundan koparıp işe koymuş ablası
Ne rüyalar görürdü kim bilir yol boyunca
Hep gülümserdi yüzü ansızın uyanınca
Bir minik kız çocuğu saçları darmadağın
Yollarda yalın ayak üşür üşür üşür elleri
Meraklandım bir kaç gün durakta görmeyince
Tanıyanlar söyledi inanmadım ilk önce
Dalmış bir gün rüyaya mavi önlük içinde
Fabrika değil sanki bir okul bahçesinde
işte o an dişliler kapmış iki elini
Böyle ödemiş yavrum rüyanın bedelini
Tebessüm donup kalmış ağzının kenarında
Soluvermiş minik kız henüz ilk baharında
Bir minik kız çocuğu bir minik kuş yüreği
Ölümün kucağında üşür üşür üşür elleri
merhametinden şüphe duyulan her insandan daha iyi bir konumda olmak elzem olduğundan ötürü, erkeklerin daha dolgun bir ücretle çalışması tercih edilir olandır.
makyaj parasına çalışıp, arta kalanını da kreş ücretine yatıran kadınların insafına kalmak mı... allah, iyi insanları bu zulümden korusun... annesinin zulmüne maruz kalmış masum çocukları da muhafaza etsin.
ikisinden de daha berbat ve aldatmaca dolu insanın gırla olduğu bu dünyada, ikisinin de kurtulmasını isterdim...
düşmenin zaruri olduğu bir durum söz konusu ise, ve bu kontenjanı doldurmak gibi bir opsiyon mevcutsa, gözü kapalı onlarca insan sayılabilir... ki zaten atılmaya layık olanlar, içten içe bunu hissederler de, göt korkusundan dolayı adaleti temin etmeye yanaşmazlar... atılsın efenim öyleleri... copla mı oluyor, tazyikli bir zorlama ile mi oluyor, orası enterese etmez.. çok da fifi...
beşiktaş taraftarı, türkiyede futbol kültürünü en etkili şekilde kitleselleştiren gruptur. Bu yönü ile, avrupa standartlarına ulaşmış bir taraftar kitlesidir. Futbolun da bir mesajı, bir işlevi olabileceğine dair düşünceler uyandırır. Velhasıl ı kelam, sevilmektedir, desteklenmektedir. Farklı taraftar grubuna mensup olunsa dahi bu böyledir.
il sınırları dahilinde eğitim gören bütün altıncı sınıf öğrencilerine dizüstü bilgisayar dağıtan *, ortaöğretime giriş sınavlarında başarılı olan öğrencilere bisiklet hediye eden ve üniversiteye giriş sınavlarında ülke çapında ilk yüze giren öğrencilere sıfır otomobil hediye eden kocaeli büyükşehir belediyesi , başarının ödüllendirilmesi ve öğrencilerin başarıya kenetlenmesi için teşvik edici hizmetleri ile güzel bir örnek teşkil etmektedir. eğitime yönelik sözkonusu hizmet politikaları ile, hem bir moral motivasyon oluşturan hem de yüksek vizyon zemini inşa eden kocaeli büyükşehir belediyesi, bu şehirde yetişen ve halen yetişmekte olan genç ve esnek dimağların, hem bilişim teknolojisine aşina; hem de bilimsel bir nazariyeye vakıf bireyler olması adına güzel hizmetler gerçekleştirmektedir. kocaeli'nin her bir köşesinde açılan komek kursları ve bilgi evleri ile, bilgiyi toplumsallaştırma uğraşısı içinde olan kocaeli büyükşehir belediyesi, bu eğitim yuvalarının yanına bilim ve teknoloji kulüpleri gibi daha nitelikli ve hacimli hizmetleri de yerleştirerek, eğitimin her ölçekte geliştirilmesi adına güzel bir konsept inşa etmektedir.
ayrıca her yıl olduğu gibi bu yıl da nisan ayında gerçekleştirilecek geleneksel uluslararası 23 nisan çocuk festivalinde, dünyanın kırk bir ülkesinden kocaeliye getirilen bin öğrenci aracılığı ile, çocuk yaştaki algıların küresel çaplı olmasını ve kültürlerin birbirine aşina kılınarak minik bedenlere medeni cesaretin aşılanması gibi bir çalışma da yürütmektedir.
bunlara ek olarak amatör spora destek vermesi ve destek gören genç sporcuların, onlarca dünya şampiyonluğu, avrupa şampiyonluğu ve türkiye şampiyonluğu elde etmesi, çaba gösterildiği takdirde, büyük bir atılımın gerçekleştirilebileceğine en güzel örneği teşkil etmektedir.
eğitim atmosferinin her zeminde etkin kılınması çabasıyla bugüne hitap etmeye gayret göstermektedir.
ve kocaelideki öğrencilerin teknoloji ile buluşmasına gayret göstermesi, bu kapsamda neredeyse her eve dizüstü bilgisayar armağan etmesi ve türkiye'nin ilk silikon vadisini kurmaya namzet olması, bunun için zemin inşası çalışmalarına başlaması yönü ile de geleceğe hitap etmeye, geleceğe yatırım yapmaya gayret göstermektedir.
suya temas etmek üzere lavaboya doğru yol almak. Ağzı, yüzü, saçları suya bulayıp, nimetin şükrünü eda etmek. Allah'ım ne kadar güzel bir nimet lütfettin insanlara... Teşekkür ederim.
heybesinde ırkçılıktan başka hiçbir belge bulunmayan kişi... Yazdığı entryler alt alta konulduğu vakit, sözlük platformunda ırkçılık ve nefret söylemi icra etmekten başka bir işlevi olmadığı ortaya çıkacaktır.
eğitim politikası, doğası gereği dinamik bir konsepte sahiptir; ya da en azından öyle olmak zorundadır. eğitim politikalarının üç veçhesi vardır:
1) eğitim politikaları, geçmişin izlerini taşır. çünkü nisyan (unutmak) kökünden türetilmiş bir kelime olan insan sözcüğü ile nitelendirilen ademoğlu, geçmişi durmadan hatırlamak, maziyi sürekli zikretmek (hatırlamak) zorundadır. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları,geçmişin hatırlatıcısı olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
2)eğitim politikaları, zamane gereksinimlerine cevap verebilme potansiyeline sahiptir. çünkü hergün, yeni olay ve olgularla sınanan ademoğlu, gelişmeler karşısında makul bir tavır geliştirmek zorundadır. netice itibari ile ademoğlu, sorumluluk duygusuna vakıf bir mahluktur. (bu vasfını unutması, bu vasıftan mahrum olduğu anlamına gelmez.) bu sorumluluk duygusu, atılan her adımın ölçülü ve planlı olması zaruriyetini doğurur. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları, bugünün yön vereni olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
3)eğitim politikaları, geleceğe yönelik tahayyüllerde bulunabilme potansiyeline sahiptir. çünkü idrak etmek gibi bir merakla, bir dürtüyle yaradılan ademoğlu, daima hangi noktada durduğunu, bulunduğu noktanın geçmişten bakıldığı vakit nasıl bir algı oluşturduğunu ve en nihayetinde de bulunduğu noktanın nasıl bir potansiyel gelecek arz ettiğini bilmek zorundadır. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları, gelecek tahayyüleri ebesi olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
54. yıldönümünü idrak ettiğimiz, türkiye cumhuriyeti tarihinin en büyük deniz faciasıdır. bu facianın hafızalarda canlı tutulması amacıyla * yapılan anma töreni, bu yıl izmit iskelesinde gerçekleştirildi. törene katılan izmitliler, körfeze bıraktıkları kırmızı ve beyaz karanfiller eşliğinde bu hüznü hatırlayıp, * faciada yaşamını kaybedenler için dualarda bulundular.
enstrümantal açıdan oldukça başarılı bir çalışma. ciwan'ın yorgun ses tellerinden yükselen mırıltı ise, enstrümanın kalitesine ayrı bir tat katmış. o melodinin üstüne serpiştirilen ciwan'ın sesi, ahmet arif dizelerinin ve de yaşar kemal romanlarının depreştirdiği duyguların melodik bir tezahürü olmuş adeta. ahmet arif, bu dağ mengene dağıdır dediği vakit de, yaşar kemal baldırı çıplak anadolu köylüsünün fukara deryasını anlattıp bu deryadan bir destan çıkardığı vakit de aynı duygusal düzlemde yürüyorlardı. işte ciwan, bu duygusal zemini tekrar cilalayıp yüreğimize sundu.mısralarla değil, sayfalarla değil, melodik mırıltılarıyla...
hülya avşar için bir parantez açılacak olursa şayet, denilebilir ki, hülya'nın güçlü bir sesi yok. ayrıca bu türkünün tınısı ile örtüşecek yumuşak bir ses tonuna da sahip değil. kürtçe telaffuzları da sırıtmıyor değil. ama her halükarda teşekkürü hak ediyor.
bu türkü, bilindiği gibi, aşık daiminin ne ağlarsın isimli türküsünün kürtçe sözlerle yeninden yorumlanması şeklinde oluşturulmuş bir türkü. tabi sözler ayrı, sadece müzik müşterek. ve bu türkü, sezen aksu yorumu ile ünlendi. şimdi düşünüyorum da, hülya avşar yerine, bu türküde sezen aksu'ya kulak verseydik, acaba kaç ay boyunca durmadan, dinlenmeden bu türküye kulak kabartıp kendimizden geçecektik. ama olsun. bu türkü, bu hali ile de çok güzel, ve saatlerimizi ve günlerimizi dolduracak kadar da çekici.
emeği geçen herkes kesinlikle teşekkürü hak ediyor. elinize, dilinize, yüreğinize sağlık.
ayrıca türkü'nün sözleri de oldukça güzel. artık bir ütopya haline gelmiş saf aşkı fazlası ile özletiyor.
kahve ile kayış gibi sertleşmiş damağım, halimi özetliyor.
bedende takat yok; dilde mecal...
sebla çarpan yürek olmasa, yuvarlanıp kalacağım hayat çukurunda...