bana genelde komik geliyor ama bir tanesi hayatı sorgulamama neden olmuştu. ritmin zirve yaptığı bir anda partnerim birden durdu ve yüzüme bakarak şöyle dedi;
sana bir çok konuda hayranım, yaşayamadığım her şeyi yaşamışsın, çok cesursun, değişmek istesem de değişemiyorum, asla senin gibi olamam. asla senin kadar özgür olamam. ama sen de beni kıskan. asla bir kadın olamayacaksın. asla senin tarafından sikilen bir kadın olamayacaksın. asla şu an aldığım zevke yaklaşamayacaksın. seni ve orgazm olurken yüzünün aldığı şekli çok seviyorum, yine de benim aldığım zevki hayal bile edemezsin.
siz ayar vermeden önce söyleyeyim söyleyeceğimi; çok ama çok aşık kadındır. ve duyabileceğiniz en içten sevgi sözünü söylemiştir. anlayana;
ellerim titreye titreye, kalbim duracakmış gibi, son nefesimi çekercesine, son yutkunuşumu yaparcasına.
"nasıl söyleyim bilmiyorum, tapıyorum sana hastayım"
şöyle süzdü beni, ayaklarımdan başladı usul usul, diz kapaklarıma doğru, yukarı doğru, göğsüme doğru
çıkarttı o mahven gözlerini, suratımda durdu, gözlerime çaktı gözlerini.
kaşları yay gibiydi yay
gözleri zümrüt elması gibi,
yanaklarına iki elma koymuşlar gibiydi,
dişleri pırlanta gibiydi, zakürt-ü sefa gibi
bir kılıç gibi gözlerimi kesiyordu küçümser gülüşüyle beni.
alnımdan akan terleri gördü, bir nefeslik kalan sigarından çekti derin bir nefes, üfürdü alnımdan dudağıma
"aşığım, çok aşığım sana, zinaya girer bundan sonra seninle oluşlarımız"
güldü, aldı o nasır tutmuş ellerimi bastırdı o göğsüne,
"izle dante gibi hayal ettiğin o cennetini, korkma hıncını alamamış bir katil gibi sık, parçala göğüslerimi..."
duraksadı...
"bu kadar mı senin aşkın,
çömel, yadırgayacak mısın bu sevdayı, afrodit ve erosa yakışır şekilde, ihmal etme vücudumda saklı kalmış çiçeği,
tepesine doğru çık, ısır dişinle o hınzır noktayı, dudakların hissetsin o iştah kabartıcı yerdeki yangını,
dökülsün şerbeti-i aleme benzer şehvet sularım, bulansın, ağzına, burnuna, dudaklarının kenarına,
içine çek kokusunu, saç suratıma doğru öc alır gibi, bula suratımı, açamayım göz kapaklarımı, hissedeyim ılık erkeklik tohumlarını, çekeyim bende kokusunu,
söndür içindeki o yedi cihanı yakacak cürümü"
düştük sırt üstü ikimizde yatağa, döndürdü suratını suratıma..
“ kalbimi çaldın çocuk, ölümüne vuruldum sana''
hadi.. durma sik beni.. sik de unutayım bütün acılarımı. sik ki içimden çıksın kaç yıldır kaçtığım ben. beni öyle sik ki bir daha maske takamayayım kendime. beni öyle acımadan sik ki hatırlayayım kadın olduğumu. erkekle kadının bir olduğunu. beni öyle gözümün yaşına bakmadan sik ki aksın kaç yıldır içime akan bütün gözyaşları. geçsin ağzımdaki yüreğimdeki tuzlu su tadı. beni öyle kendinden geçerek sik ki gömülsün mezarlarına bütün hortlaklarım korkularım düşüncelerim. geriye sadece kadın olmanın tadı kalsın..
belli bir yaşın üstündeki birinden bahsediyorsak çok da mutlu bir ilişki içinde olduğunu düşünmek zor. insan bu hayatta her şeyi yaşadıkça öğreniyor. duyduklarıyla, izledikleriyle değil yaşayıp sindirdikleriyle büyüyor. üstadın dediği gibi her aşk bir önceki aşktan yapılıyor.
insanın algıları, hayata bakışı ne kadar özgür ve açık olsa bile hayatımıza giren her kadından/adamdan öğrendiğimiz bir şey var. hepsi çimentomuza bir şeyler katıyor mutlaka. o çimentoyu doğru karmak, doğru kullanmak elbette kalitemizle ilgili ama malzeme de, içine başkalarının kattıkları da çok değerli.
duyguların, tutkunun, aşık olmanın ustalığı olmaz , onu söylemiyorum. aşık olunca acemileşir, eli ayağına karışır insanın. ama mutlu olmak, bir ilişkiyi yürütmek ya da güzel bitirmek öğrenilebilen bir şey. on yıl önceki gibi bakmıyorum ilişkilere hala aynı adam olsam bile. on yıl önce önemsediğim şeyler bugün gereksiz gelebiliyor.
eskiden ilişkilerimde karşımdaki insanı beğenip hoşlanmam, onu istemem ve karşılık bulmam yeterliydi. damak zevkim gelişmemişti sanırım. bugün konuşabildiğim birini, beğendiğim birinden daha çok önemsiyorum. on yıl önceki gibi değil bir sohbetten beklediklerim. on yıl önceki gibi değil kadınlarımı öpüşüm. on yıl önceki gibi dokunmuyorum kadınların ruhlarına, tenlerine. daha kuytuya, daha derine, daha fazla mutluluk ve haz verene odaklıyım. beklentilerim de aynı değil. güzellik yetmiyor artık bana. doyurucu başka şeyler de istiyorum. yapaylığa, klişe kaprislere tahammülüm yok artık. doğuştan şımarık değil yanımda şımarabilen kadınları arıyor ruhum. bana muhtaç değil , kendi başına bir dünya olan ama her şeyiyle sorunlarını bana teslim edebilecek kadınlara tutkun yüreğim.
bir kadının beni sevmeye, yanımdaki kendi halinden başlamasını isterim. yanımda huzurluysa, kendi olabiliyorsa, en yakınlarına itiraf edemeyeceği zaaflarını, duygularını, korkularını, açlıklarını, arzularını ifade edebiliyorsa, yargılanmayacağını, pişman edilmeyeceğini hissediyorsa bana yeter.
--spoiler--
17 yaşının vermiş olduğu tüm bilgiçlikle. dik burnuna iki de bir dokunup, aynı cümleyi tekrarlıyordu: "hayata tesadüfen geldik, mecburen yaşıyoruz."
sol elimi burnunun üzerine indirebilirdim. tanrı'nın kusursuz eserini boktan bir tabloya çevirebilirdim. sustum. sanki, sustuklarım da bana susayacaklarmış gibi sustum!
olmadı. bıraktım kendisi o kitabevinde. eski kitapların arasında. arkamdan bağırışını duyuyordum ama. "ya beni öperken kulağıma fısıldadığın o güzel sözler. söylediğin şarkılar. ettiğin yeminler... "
duymak istemedim artık kendisini. bilmiyordu çünkü. ve, bilemezdi:
"ben aşık olabilseydim öptüğüm ilk kıza aşık olurdum!"
karıştım şehrin kalabalığına. yırtık pardösüm. yırtık ayakkabılarım. dağınık saçlarım. sol elimdeki sigaram... yüzlere baktım. baktığım her yüz başka bir tarafa döndüğünde anlam aramaktan vazgeçtim. yuttum hepsini. anlamları, anlamsızlıkları, aşkı, sevgiyi, öpmeyi, öpülmeyi...
gözlerimi yumdum bir anlığına. annemin silueti geçti gözlerimden. içimden denizler geçti. içimden ben geçtim. kalktım yerimden. koşmaya başladım. o genç kızın olduğu kitabevine doğru. teslim olmaya gidiyordum. bu düzene. bu düzenin savunduğu her şeye!
"teslim oluyorum" diye bağırıyordum ana caddede. üzerimdeki pardösüyü çıkarıp, elimdeki sigarayı denize fırlatıp, eski ayakkabıları bir kaldırımda bırakıp bağırıyordum.
"teslim oluyorummmmm!"
insanlar geri çekiliyordu. deliliğimin korkusu ürkütüyordu her birini. durmak istiyordum. bir şeyler toslamak. kendimden korkuyordum ben de.
kendime toslayacağımı bildiğim için, ana caddede bağdaş kurup oturdum. insan çemberine alınmıştım. bir anda, kafamı dikip yüzlere baktığımda o genç kızı gördüm. dudaklarımı hafifçe aralayıp söyledim.
"teslim oluyorum."
duymadı beni. duyamazdı. tedirgin bir şekilde saçlarını kulaklarının arkasına atıp konuştu. artık ağız okuyabiliyordum:
aylardır rüyalarımda gördüğüm kızım. tanımıyorum onu. bir gün olur mu bilmiyorum. ama hep aynı kızı görüyorum. yemyeşil bir bahçede evimin penceresinden izliyorum onu. bahçede bir salıncakta mavi elbisesi, poposundan sarkan beziyle uyuyakalmış. ağzının kenarından salyası akıyor ve gülümsüyor. bu berbat senede kaç sabah huzurla, umutla, heyecanla uyanmam sebebim oluyor.
--spoiler--
"beni akvaryumdaki bir balık gibi sevebilir misin?" diye sormuştu yıllar önce. bileklerini ilk kesişiydi daha. 16 yaşındaydı. aslında, bileklerini kesmezden önce anlamalıydım ruhundaki görünmez prangaları kırmak için çabaladığını. çünkü; bir hafta öncesinde saçlarını maviye boyamıştı.
ana caddede tesadüfen gördüğümde kendisini "can sıkıntısı" demişti. ne menem bir illet olduğunu bilmeden, can sıkıntısının.
kendisine boktan bir espri yapıp, "sıkıcan iyidir. kolay kolay çıkmaz" diyebilirdim. demedim. sadece izledim, o konuşurken yüzüne düşen saçlarını. ince kirpiklerini. ve, küçük-dik burnunu.
hayata dair öğrendiğim her şeyi kusmak istedim kendisine, yanyana yürüyerek gittiğimiz bir dondurmacıda. olmadı. tuttum kendimi. dinledim. o anlattı. anlattıkça açıldı. güldü. esnedi. hapşurdu. "çok yaşa" dedim. bir temenni değildi. onun için duamdı bu. "sen de gör" dedi, sağ elime dokunarak.
gördüm o anda. eli elime değdiğinde. evrenin varoluşunun nedenini. gökyüzündeki tanrı'nın siluetini. ve, yalnızlığını. küçük kız çocuklarının saçlarına takılan kurdelaları. gördüm ben de. her şeyi...
alman usulü hesabımızı ödeyip de dışarı çıktığımızda gözü ilişti karşı kaldırımdaki akvaryumcuya. ve, ön camdaki bebek yüzlülere. "alalım" dedi. "istediğimiz kadar. ikimiz için sen bakarsın." dinledim her zamanki gibi. gözlerine bakarak. hafiften esen rüzgarın onun kokusunu ruhuma sokmasını içime sindirerek.
besledim bebek yüzlüleri günlerce. her sabah yemlerini verdim. sıkılmadan. bıkmadan...
bir sabah ekmek almak için pijamalarımla bakkala gittim. bir ekmek istedim. bir de kısa samsun. ekmeği dünün gazetesine sardı bakkal. hemen gördüm. kırmızı bilekleri. yüzü, bir önceki günün gazetesiyle örtülü bedeni. anladım. anlatamadım ama. sabahın aydınlığında, çöktüm yolun ortasına. yaktım sigaramdan bir dal. bilemeyişime üzüldüm.
o gün bana o soruyu sorduğunda, bilmeliydim. "beni, akvaryumdaki bir balık gibi sevebilecek misin?" diye sorduğunda anlamalıydım, her şeyin sonuna geldiğini. son bir çare olarak da benim sevgimle beslenmeye çalıştığını. doyuramamıştım. ama hiçbir şey yapamazdım ki.
çünkü;
oksijene alerjisi olan bir canlıya ne yapılabilir ki?
hayatta en büyük başarı mutlu olmaktır' a inanan bir adam olarak başka hiçbir şeyi başarı kriteri olarak kabul etmediğimden, buradaki yorumların çoğuna muhtelif organlarımla gülüyorum.
kim evlenir kim evlenmez herkesin kendi bileceği iş ama ben sadece şunu biliyorum ki; evli ya da bekar , mutlu olan kadın çok az. çünkü ne istediklerini biliyorlar ve bunun yeterli olduğuna inanıyorlar. oysa ne istediğin değil istediğin şeyin sana uyup uymadığı önemlidir.
sen birinin hayatını kurtarmak için beynine matkapla delik açacak özgüvene sahip değilsen beyin cerrahı olmayı istemenin bir manası yok. sen icraya gittiğin ilk evde oturup ağlayacaksan sırf cübbe sana yakışıyor ve baban seni erkek gibi yetiştirdi diye avukat olmanın manası yok. sen iki aylık flörtünün bile altından kalkamıyorken, hala ilişkide en önemli şey güven sevgi saygı zırvalıklarına inanıyorken evlenmenin manası yok. dokunduğunda ürpermediğin, konuşurken sıkıldığın adamla sırf üç yıl çıktın ve herkes sizi birbirine yakıştırıyor diye evleniyorsan, evlendiğinde ayda bir kez rol icabı sevişmek de, birinizin eve geç gelmek için bahane üretmesi de, diğeriniz de bilmem hangi londra üniversitesinde master yaparsa yapsın muhteşem yüzyıl izleyerek gecelerinizi doldurmanız da gayet normal ve müstehak.
evlen ya da evlenme, kadın ruhuna sahip değilsen, sana heyecan duyan birine kızacağın yerde ruhunun okşanmasına izin veremiyorsan, ten uyumunun, biriyle konuşacak şeylerinin olmasının, konuşmadan bile anlaşabilmenin büyüsünün ne anlama geldiğinden habersizsen, tanıdığın her adama herkesmiş gibi davranıp ay ben kimseye güvenmiyorum eikiki demeyi vazife sayıp herkesten kendisini kanıtlamasını bekliyorsan, cinselliği erkeğe verilen bir mücadele sonu armağanı olarak görüyorsan, güçlü olmayı mutlu olmaktan daha önemli sayıyorsan, yenilgilerinle, geçmişinle, zaaflarınla, hissettiklerinle barışık değilsen, yani kadınlıkla alakan yoksa , makineleşmişsen, maskeler öğretilmişlikler ruhunu ele geçirmişse ister harem kur kendine ister örümcek ağıyla kaplat hem kalbini hem rahmini sana kimsenin bir şey anlatması mümkün olmaz.
küçük adamcıkları adam etmeye çalışırken kendi ömrünü yiyen kadınlardır.
sızım sızım sızlarlar.
yılların yorgunluğu idi kadını kamburlaştıran. öyle sanıldığı gibi kalmadı büklümlüğü doğumdan. doğum dedik de, aklına düştü yine rıfat'ın sarmallığı, onu saran kollarının sıcaklığı. uzun zaman oldu, görmedi kokusunu bırakan adamı. koku iyi, güzel de, özlem fena yakıyor insanı hasılı arınmış avuntulardan.
erkeği gideli çok olmuştu da, anısı kaybolmamıştı. ah bu yanık kadınlar, hem türlü arızalı erkekleri sever, hem de anısına ihanet etmezlerdi. birazcık hayatlarına baksalar, yaşasalardı; ne var canım bunda, fena mı ederlerdi?
bir bardak var, yıkamadığı yıllardan beri. kenarlarında hareliklerinin ıssızlığı ile ruj lekeleri...
günah gecesinden kalan bir bebesi,
bir de yıkanmamış kadehteki ruj izi...
korktuklarından daha ağırını yaşayacaklarından habersiz kadınlardır.
--spoiler--
seni bugün özgür bırakıyorum önce beynimde. kalbimi sorma; en çok da onunla kavgalıyım, tüm bunların sorumlusu addettiğim olarak.
bugün teşrifatlarla dolu beynimi öyle azat ettim ki, döndüğünde sen de şaşacaksın kendinden emin, kendinden önce, cesur çıkan sözlerime.
belki belli etmeyeceksin ama telaşa kapılacak, daha bir kırılacaksın onca zaman kırgınlıklarının yanı sıra.
yılların kırgınlığı oysa ne hafifmiş diyeceksin dıştan içe dönük ama içten dışa bir türlü dönük olamayan serzenişlerle(!)
bugün özgür artık beynim. kalbime hiç değinme; hala batıklar var ve ben ne cımbız, ne sözcükler ne de dost kelamlar ile alamadım onları oradan.
haa, sanma ki çözümsüz bıraktım.
her şeye merhem olan zamanı keşfettim, öğrendim bunca süre içinde. aslında tek gerekli olan biraz sabır, biraz metanet, biraz özgüven ve bolca zamanmış. artık acelem yok, penceremi açıyorum çokça; açıyorum ki, tortulaşmış toz birikintileri güneşin devasa ışığında yansısın yüzeye ve ben temizlenecek rafları, köşe bucakları bileyim, iz kalmasın.
biliyor musun, artık çok rahat kafamın için, beynimin tali yolları ve pek tabii ana yolları.
oradan oraya geçecek olan düşüncelerim ve fikirlerim artık ne bir diğerine çarpıyor ne de yol vermemek için saygısızlık yapıyor. her şey rutinine oturdu, kuralları ezber edildi.
ama kalbime gelme, sorma onu; o hala beyin ile arasındaki o yol yol damarlar içinde didinmeye, çarpışmaya devam ediyor, seyr-ü sefer devinimiyle.
ivecenlik gitti beynimde. satranç tahtasının üzerine dizildi bu defa düzenle taşlar, artık seninle karşılıklı ve pek tabii eşit koşullarla oynama vakti, haydi gel buyur karşı sandalyeme.
artık yoksun düşüncelerimde. o kadar rahat ve kendimleyim ki, bu defa bu eli kazanabilirim, senin muktedir olduğunu sandığın güce rağmen.
evet, kalbim kırık hala.
onarmak zor değil, ona da var daha zaman.
telafisi çabuk olsa, aşk olmazdı, çabuk silinmiş bir hikaye olurdu bu hayatımdan.
--spoiler--
kendilerine bile söylemekten korktukları can yakan gerçekleri vardır. geceleri sarılıp uyudukları, gözyaşlarıyla emzirdikleri yalancı bebekleri..
yoksun umurumda bile değil
baş ucumda resmin hala duruyor
defterimdeki yazın hiç silinmedi
eşiğimdeki ayak izin, her gün gelişin,
gözlerimce gidişin hiç bilinmedi.
varsın böyle geçsin yabancı günler
varsın canımı yaksın yine yalnızlık
seninle doluyken baktığım dünler
yıkar mı sandın beni bu yalancı ayrılık.
yoksun umurumda bile değil
dudağımda adın şiir oluyor
ezberindeki sevdan hiç okunmadı
eşiğimdeki ayak izin, her gün gelişin,
yüreğime gidişin hiç dokunmadı.
varsın böyle geçsin yalancı günler
varsın canımı yaksın yine yalnızlık
kokunu verirken vazomda güller
yıkar mı sandın beni bu yalancı ayrılık.
mutluluk taklidinin ya da ego okşanmasının dolu dolu mutluluktan daha değerli olduğuna inandırılmış zavallıdır. ayrıca onun hissettiği şeye aşk diyenin amına koyayım.
geçerli sebepleri de olsa bir noktadan sonrası hastalık resmne. tanıştıkları her insana kafadan sıfır puan verip sen kendini önce bir ispatla bakiim havasındalar. karakteri oturmuş kendine saygısı olan bir adam kimseye kendini kanıtlamaya çalışmaz bir defa. hiç mi kadınlık sezgilerin yok, hiç mi insanları tanıyacak içgüdülerin yok ki kendine büyük ödül tanıştığın insanlşara da yarışmacı adayı gibi davranıyorsun?
mucizeler ona inananların başına gelir sadece. bodoslama inananların değil ama. bir mucizenin başlamak üzere olduğunun farkında olanların. kalbini dinlemeyi öğrenenlerin. bu dünyada iyilik yaptım kötülük buldum diyen budalalara kafam girsin dedikten sonra işin aslında gelelim. kimse iyilik yaptığı için kötülük bulmaz, kimse sevdiği için üzülmez. gözlerini en başta belli olan gerçeklere kapadığın için üzülürsün. kötü birine iyilik yaptığın için üzülürsün. salak olduğun için mesela. ya da inanmamamn gerektiğini bildiğin birine inanma ihtiyacı duyduğun için. kısaca taştan yaratılmadığın, insan olduğun için.
kimseye güvenmeden dürüstlüğü, aşka inanmadan aşkı, uyumu bulmadan doğru adamı/ kadını , ilk öpüşme berbat geçmişken cinsel başarıyı, ilk buluşmada tek kelime konuşacak şey bulamadığın insanla mutluluğu, çıktığınız ilk tatilde ne mal olduğunu ortaya koymuş insanın değişmesini, her zorlukta çiğliğini belli eden ve nasıl kıvırtacağını şaşan insanla dobralığı, kurallar ve saçma prensipler içinde özgürlük vaad edenden özgürlüğü, kendine saygısı olmayan birinden sana saygıyı, kimseye sevgi beslemeyen ego manyağı birinden seni sevgiyle doyurmasını beklersen suç onda değil sendedir evladım.
ben erkeğim. yanılabilirim. ama kadınların allah vergisi bir özelliği var. altıncı hislerinin müthişliği. ama hanginiz dinliyorsunuz onu. hanginiz ipuçlarının peşinden yürüyorsunuz aşkta. hanginiz size sayısız tedirginlik yaşatan kişiyi o gün terk etmeyi başarabiliyorsunuz. ya da tam tersi hanginiz sizi mutluluktan uçuran adama önceki lavukların acısını çektirmiyorsunuz?
bu işler böyle olmaz. olursa da hayrı olmaz güzel kardeşim. köpekler depremi hisseder ve kaçar. kadınlar altında kalacağı aşkı hisseder ama dur bakalım belki yıkılmaz der. bırakın bu işleri.
insan ömrü ortalama yetmiş yılken, ve savaşlar bile aşk için çıkarken, ve ne kadar reddedersek edelim, ömrümüzün çoğunu farklı yollarla da olsa karşılıklı ve mutlu aşkı arayarak geçirirken, ve bu duygu ve arayışların en yoğun olduğu zamanın 20-30 yaş aralığında yaşandığını da bilirken; bir çok kadının, aşka deli gibi susamış olsalar da sırf yaşadıkları biraz derin bir aşk acısı yüzünden, aşk hayatlarına uzun bir ara vermek gibi bir hata yapmaları çok anlamsızdır.
insanın elinde değildir aşk. sorgusuz sualsiz gelir. ve acısıda güzeldir aşkın. aşkı besleyen temel duygulardan biridir acı. insanın bunalrı yok sayarak, kendini acıdan, terkedilmekten, aldatılmaktan koruyabileceğini sanarak, bir ilişkiden kaçmaya çalışması, sonunda başka bir hatayla sonuçlanır. insan doğası yalnız yaşamaya ayarlı değildir. bir süre sonra, acıdan korunmak için kendini çeken bünye, açlık duymaya başlayacaktır ve bilinçli davranması imkansız hale gelecektir. bu yüzden de hatalı seçimler, aceleci karalar onca zaman kaçılan acıyı en yoğun şekilde yaşatacaktır. aşkın sayısız coşkusu, lezzeti, anlık sevinçleri ve tatminleri varken, onlara sarılmak, onlardan beslenmek varken, sırf acısından kaçmak için bunlardan vazgeçmek, aşkın doğasına aykırıdır. sonunda her zaman kaçtığın şeye toslarsın. acı elbette gelir seni bulur. yapman gereken tek şey seçici olmak, hayatında doğru ve heyecan verici ilişkiyi hissettiğiniz anda şartlar ne olursa olsun ona sarılmaktır. elbette herkes geçmiş yaşantılarından ders alacaktır. siz almasanız da hayat size öğretir zaten.
hayat kaçarak yakalanmaz. üstüne giderek, tüketmeden hakkını vererek, dişe diş savaşarak kazanılır.
eğer bir gün herşeyi yaşayacak hevesiniz kalmadığında elinizde sadece keşke sözcüğü kalırsa anlarsınız burada anlatılanı. ve o keşke asla huzur vermez size
sevişme sonralarını kıçını devirip inek gibi uyuyarak geçiren arkadaşları tenzih ediyorum zira her mandıranın gönlünde bir başka inek yatar! ancak sevişme sonrası kaşık pozisyonunda, sevgilinizin sırtını size yaslayıp kıvrılarak uyuyakalmanın ve kalp atışlarınızı sevgilinize sırtında dinletmenizin de emin olun salamlık inek olmaktan daha kutsal bir tarafı var. en azından et değil duygu sözkonusu!
bazen sevgiliniz sizi; nabız gibi atan kadınlığına öyle bir hapseder; öyle bir kavrar ki sizi; orada ölmek, oraya gömülmek, orada uyuyakalmak istersiniz. ritmini bulmuş ve tamam olmuş bir sevişme sonrası; buz gibi soğuyan terleri dindirmek, bedene yayılan sızıların lezzetini kalıcı kılmak için bu kenetlenmeyi bozmamak, sevgilinin içinde kalmak; tenlerin, ruhların, duyguların, terlerin ve sıvıların karışmasıyla başka bir kimyaya kavuşan bedeni; yıllanmak için mahzende bekletilen bir şarap misali; sevdiğinizin içinde bekletmek gerekir.
kadınınız kadınlığına sizin için az önce odaya hakim olan şehvetten çok uzak; şevkatten müteşekkil bir hamak kurar ve sizi uyutur az önce kalbinin attığı dişiliğinde. siz salınırken huzurun koynunda, o ; terden sirilsiklam saçlarinizi okşar, ensenizi öper, ruhunuza sarilir
herkesin beyninden bir anlığına dahi olsa geçen, beni hırpalayan düşünce! içimde, hep bir tereddüt, hep bir teslimiyetsizlik! bunun, inanıp inanmamakla bir alakası yok!
sadece, düşünülmemesi gerekenleri düşünüyorum. duyulmaması gerekenleri duyup, görülmemesi gerekenleri görüyorum.
ve, korkuyorum! yok olmaktan! bir iz bırakamadan sonsuza dek yok olmaktan korkuyorum. yarına kalabilmek değil arzum. ki, zamanı dilimleyenler de edebiyatçılar değildir. yalnız insanlardır.
sadece, korkuyorum! oksijen bağımlısı şu ruhumun, karanlık bir mezarda kıyameti beklemesi ürkütüyor beni. şimdi, onlarca losyonla beslediğim şu vücudumun binbir börtü böceğe lunapark olacağı gerçek'i kahrediyor beni!
gerçek'i arıyorum evrende. yana yakıla. kendimi paralarcasına. bulamıyorum. ta ki ölüm'le karşılaşana kadar. tek gerçek; ölüm çıkıyor karşıma. doğum'un da muhteşem bir gerçek olduğunu biliyorum. fakat, doğum anında zihnim sıfır olduğu için doğumum bağlamıyor beni. beni neyin bağladığını düşündüğümde kulaklarım uğulduyor.
annem kızardı bana. çok küçükken. tanrı ile ilgili ilginç sorular sorduğumda. yaşıtlarım, tanrı'yı yaşlı bir adama benzettiklerinde, ben tanrı'yı yaramaz bir çocuğa benzetirdim. önünde oyun hamurları, istediğine istediği şekli veren yaramaz bir çocuk.
ağzıma biber sürmekle tehdit ederdi annem. büyüdüm şimdi. aradan yıllar geçti. sadece yıllar mı? aradan her şey geçti! aşk, ihanet, öfke, sevgi, ihanet... her şey geçti. sadece, ilk öpücüğüm geçmedi . geçmeyecek.
ne çok beklemiştim o'nu oysa. ilk oturduğumuz bankın üzerinde. saatlerce. neyse. şimdi sırası değil o'nun. ölüm var zihnimde!
hani, herkesin herkese hakkını helal ettiği ölüm! adımın hakkı olmasını isterdim. bir kereliğine. herkese hakkını helal etmesi için imam sorduğunda, "helal olsun" demelerini duymak için. bu "helal olsun" cümlesi içerisinde kaç kişi, yaşadığım hayatı takdir edip de "helal olsun" diyecek? o'nu da bilmiyorum.
gecenin şu saatinde, başa dönüyorum. aslında hiçbir şey bilmiyorum! o yaşlı bunağı takdir ediyorum, o meşhur sözünden dolayı. bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğu gerçeğini haykıran bunağı.
bir de, tek bir yalan bekliyorum insanlıktan. şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalan. söyleyenin cinsiyeti ne olursa olsun, dudaklarından öpeceğime dair söz veriyorum!
yaz başıydı seni tanıdığımda. tanışmadan tanıdık birbirimizi.. aynı sahil kasabasında yapıyorduk tatillerimizi. ben sevgililerimle, sen sarı kıvırcık saçlı harika kızın ve sürekli tartıştığın eşinle geliyordun. bir de kırılgan görünüşünün içinde beni kavuran asil bedeninle.
hırçın bir evlilikti sizinki ve denizin dalgaları kadar köpük köpüktü sana hissettiklerim. bazen küçümser bakışlarla süzüyordun her hafta başına ayrı bir tenle başlayışımı, bazense ben dudaklarımı kemiriyordum sen kocanla birlite yüzerken. çok ender gülüyordun ama yine de unutulmaz havai fişek gösterileri gibiydi dişlerini her görüşüm.. gündüzleri ben erken çıkıyordum yürüyüşlere; ardımda yatakta serin çarşafların arasında yorgun bedenler bırakarak. sense alışverişten dönüyor oluyordun güneşten daha sıcak bakışlı kızınla.. ben hayali poşetler taşıyordum ellerimde. sen ayağına batan denizminarelerinin imkansız bir aşka dönüşmesinin acısını hissediyordun avucunda kızının eli terledikçe.. bakışlarımız her çarpıştığında içimdeki tuzlu sularda depremler oluyor, kendi içimdeki tsunamilerin altında kalıyordum.karşı konulamaz bir şeyler yaşıyorduk ve ufukta hiçbir acil yardım ekibi görünmüyordu. içimiz ürpertilerle dolu geçerken yanyana, görünmez dokunuşlar yaşıyorduk sanki.
bazen kocanla kavgalarınız bu küçük kasabanın tek gündem maddesi olabiliyordu. normalde iyi görünen bir ilişkinin beklenmedik zamanlarda patlamalarla sarsılışı; ince duvarlı evlerin dizildiği bu sahilde üzücü etkiler yaratıyordu. sana karşı hep kocaman bir gülümsemeyle dolaşan erkeğin, nedense her hava kararışında başka bir insana dönüşüyor ve balkonlarda yenen yaz akşamı yemeklerinin bir sürü aşığın boğazında düğümlere dönüşmesine neden oluyordu. kocanın haykırışları ve hakaretleri, kızının hıçkırıkları ve senin asla duyulmayan iç çekişlerin.
iki yaz boyunca yatağım her tür baharatı taşıyan tenlerle ısındı.. ama içimde hep üşüyen bir yer oldu. gözyaşının tadını taşıyan bir baharatın, sessiz ağlayışlarının ve çaresizliğinin soğukluğunu hep içimde hissettim.. ama ne yapabilirdim. ismini bile bilmediğim bir kadın.. hep hayalini kurduğum bir kızın annesi. annesine benzeyen gözlerinden hayat fışkıran bir kızın annesiydin sen.. tek söz söylemeye hakkım olmayan bir adamın da kadınıydın.
o yaz erken ayrılmıştım sahil kasabasından, ismini bilmediğim kadının yalvaran bakışlarından. istanbul ' da bir facia yaşanmıştı ve beni çağıran acılar vardı. çok sevdiğim bir dostum ve hamile eşi bir kazada hayatlarını yitirmişler, ismimi verecekleri bebeklerinin kokusunu bile bilemeden bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. sevdiği insanları toprağa vermeye alışkın kollarım hiç olmadığı kadar güçsüzdü ve ancak bir sahil kasabasında yaşayabileceğim yalnızlık ruhumdaki derin yarayı iyileştirebilirdi.
döndüğümde yaz bitmek üzereydi. eylül ' ün ilk günleri.. sahiller boşalmaya başlamıştı.. sadece yalnızlık hastalığına yakalanmadan önce ilk balayılarındaki coşkuyu hatırlamaya çalışan asil yaşlı çiftler kalmıştı.. yazlıklarımızın arasında birkaç ev vardı.. perdeleriniz kapalıydı.. kendi evime giremedim nedense. sanki kapıyı aralasam içerde beni bekleyen bir parti olacakmış ve birsürü ismini bilmediğim kadın; boşver ölenleri biz buradayız işte diyeceklermiş gibi geliyordu. bazen yaşadığım hayattan nefret etmem bile yetersiz kalıyordu. acımı doya doya yaşamak istiyordum. hiç doğmamış bir bebeğin, ismimi taşıyacak bir bebeğin kaybının acısını en derinimde hissetmek istiyordum.. bu yüzden de yalnızlığımı yaşayarak acımı hissetmek için geldiğim evime giremiyordum işte..
adımlarım bana sormadan bahçe kapınızın önüne getirdi beni.. ismini bile bilmediğim; sadece bakışlarındaki ürkek davete icab ettiğim, tenindeki çillerle kaplı naifliğe vurulduğum, omuz çukurlarında bir ömre bedel vaatler taşıyan bir kadının içi acılara şahit, duvarları sessiz çığlıkları emmiş evinin kapısının önündeydim. bilmiyordum içimde usul usul büyüyen bu duygunun adını. tenhalıklara yakalanmış ruhumun ince sızılarla daha tanışmadığı o günlerde; yaşadığım şeyin aşk mı aşktan öte bir şey mi olduğunu bilmiyordum.. bugün biliyorum ne olduğunu içimi ürperten o şeyin. ismini fısıldamaktan korktuğum o duygunun içinde çalkalanıyorum tam 13 yıldır her kadehte.
tahta perdeli bahçe çitinizin ortasında bir gelinliğin rengini taşıyan kapınızı hani duygularla açtığımı hala bilmiyorum.. bahçenizin ortasındaki sahildeki tek anıt gibi yükselen cevizağacının dibine neden yürüdüğümü de.. ama ağacın dibindeki demir salıncağa çökerken zincirlere tutunup içimden geçeni biliyordum.
bir erkek olarak yaşadığım her gecenin sabahında bir cezayı hakederek uyanmıştım. yaşattığım bütün acıların, terkedişlerin, vazgeçişlerin, suskunlukların, söylemeyerek yıktıklarımın, söyleyerek yıktıklarımın bir bedeli olmalıydı. üzerek öldürdüğüm tenlerin, bedenlerin , kalplerin yaradanı benim için özel bir acı tasarlamış olmalıydı. benim gibi bir adamın; dünyadaki bütün güzel duyguları acıtmış bir erkeğin; bahçesinde bir kız çocuğunun bindiği bir salıncağı olmamalıydı.. ben sevemediğim her kadın için bana ceza kesmeye hakkı olan yaradan ' a cevabımı vermiştim oysa;
sen beni ne kadar sevebildiysen ben de onları o kadar sevdim !
eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. ben tanımadığım bir kadının evinin bahçesinde asla hayalini kuramayacağım bir salıncakta oturmuş; daha bir hafta önce yaşadığım acıyı unutmuş, bahçeye sinmiş olmasını ümit ettiğim bir kadının kokusunu keşfetmeye çalışıyordum..
sırtım pencerelerine dönüktü ama yine de hissettim aralanan perdeyi. arkama baktığımda tekrar kapanan perdeyi ve aynı anda kaybolan bir tutam saçı gördüm; siyah kızıl karışımı düz saçlar . yabancı bir evin bahçesinde yakalanmış olmanın utancıyla telaşlı bir yürüyüşle bahçe kapısına doğru ilerlerken yeryüzündeki tek cennetin kapısı aralandı. tekrar arkama döndüm. cennetin kapısında iki melek duruyordu. cehennemi çok erken bir yaşta haketmiş olan ben utancımı örtecek sözler ararken hafızamda ağzının ortasındaki delik aralandı ve dudak olduğunu sandığım kenarları kıpırdadı;
- ah siz miydiniz? merhaba..
eylül ayındaydık.. ama kulaklarıma hzıla eriyen kar taneleri doluyordu. ağzından sözcükler ; gökten döne döne ilerleyen kar taneleri gibi dökülürken ben içimdeki toprak kaymalarına tutunmaya çalışıyordum. dilim sanki kar yağışına alerjisi varmış gibi paslanmış, tutulmuştu. tek kelime edemedim. oysa sen yeryüzündeki bütün hoşgörüleri ceplerine doldurmuştun ve bana gülümsüyordun.
- sizi tanıyorum. iki yıldır komşuuyuz ama tanışma şansımız olmadı hiç. yazar olduğunuzu da biliyorum. bu mevsimde burada olmanıza şaşırdım. siz hep bizden önce ayrılırdınız. kitap yazmak için mi geldiniz?
kulaklarıma dolan kar tanelerinin ısısı ağzından çıkan her sözcükle yükselirken ben dilimdeki pası çözmeyi başardım;
- ben de sizi tanıyorum. sizin beni tanıdığınız kadar değil ama kızınız gördüğüm en tatlı çocuk. buraya kitap yazmaya gelmedim. zaten uzun zamandır yazamıyorum da. sadece biraz şehirden uzak kalmaya ihtiyacım vardı. ama doğrusu sizi de burada görmeyi beklemiyordum.
- ben.. yani biz.. eşimle ayrıldık.. kızım onunla yaşayacak artık. ben son bir kez burada kızımla olmak istedim. o yüzden geldik. yarın sabah da dönüyorum. kızımı bu akşam babasına yollayacağım. sonra bir kaç parça eşyamı da alıp ben de gideceğim.
-üzüldüm. eşinizi hatırlıyorum. birbirinize yakışıyordunuz.. ama hayat böyle malesef.
- evet! neyse şimdi içeride biraz işim var. kızımı terminale götüreceğim. ben sadece bahçemizde kim var görmek istemiştim. ama eğer isterseniz akşamüzeri birlikte yürüyebiliriz. kitaplarınızdan birkaçını okumuştum. sormak istediğim çok şey var size.
eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi.. ama işte içimdeki karlar duyduklarıyla harekete geçmiş, büyük bir çığın akışını başlatmıştı. içim üşüyordu. karşımda bir melek vardı. bana birlikte cennette bir kaç adım yürümeyi teklif ediyordu;
- elbette! neden olmasın. hava kapanıyor gerçi ama ben de doğrusu yalnızlıktan sıkılacaktım gece. kaç gibi alayım sizi?
- saat 6 uygun sanırım. eğer isterseniz yine salıncağın aynı sandalyesinde bekleyebilirsiniz beni:)
- zevkle!
eylül ayındaydık ve bütün mevsimler birbirine çarpıyordu bir yazın son günlerinde. bir akşamüzerini beklemek bir daha hiç böyle ürpertmedi içimi. bir kadını beklemek hiç bu kadar anlamlı olmadı 13 eylul ' dür..
gökyüzü kararırken hafifçe ve gece elçilerini yollarken kumsalımıza, ben; acaba salıncağa mı otursam, duvara mı yaslansam diye düşünüp duruyor ve ilk randevusuna hazırlanan toy bir oğlan gibi kalp atışlarımı kontrol edemiyordum. daha bir kaç saat önce hafifletmeye çalıştığım bir acı vardı. ama şimdi bana kendi acısından sözeden; iki yıldır gözlerindeki titrek hüzne satırlar yazdığım kadını; bir hayatı bekler gibi bekliyordum..
geldiğinde ağzımda o anda farkedip yoketmeye çalıştığım şapşal bir gülümsemeyle kapının önündeki basamaklarda oturuyordum. onu gördüğüm o andan sonra bir daha asla aynı adam olamadım;
omuzlarında ip askıları olan; ayçiçeği renginde boydan bir elbise, ayağında şık terlikler, ince ayak bileklerinde bir gökkuşağı gibi gözkamaştıran ince gümüş bir halhal, omuzlarında küçük buselere benzeyen minik kızıl çillerle girdi bahçeye ve yüreğimin kuytularına. adımları, bakışları, sesi sabah ki ürkeklikten uzaktı. sanki birşeylere kızmış ama sonra vazgeçmişti. birşeylerin kararını vermişti sanki. anlamak için yüzüne baktım dikkatlice. aydınlıktı. gülümsüyordu. ayağa kalktım. hiçbirşey söylemeden tekrar bahçeden çıkışını izleyerek peşinden gittim. sanki akşamın olmasını beklediğimiz o saatlerde suskunluk sözü vermiştik kalplerimize.
eylül ayındaydık.. kumsalda ikimizden ve ürpertilerimizden başka kimse yoktu. aramızda iki karış mesafeyle yanyana yürüyorduk ve dünyanın en sert rüzgarları esiyordu o dar ama sert kayalıklı kanyonda. aramızdaki bütün yabancılığa, yaşanmış acılara, çekincelere rağmen tenlerimiz arasındaki çekim hissedilebiliyordu. terliklerini bahçe kapısının önüne bırakmış, yalın ayak yürüyordu. küçük ayaklarında kanlı buseleri andıran bordo ojeli parmakları vardı. ben o parmaklara sanki tunçtan bir piyanonun tuşlarına bakar gibi bakıyordum. hiç konuşmuyorduk. batan güneşe ilerleyen iki süvari gibiydik. gökyüzü yaşadığımız olağanüstülüğe katkıda bulunmak istercesine hızla kararıyor, deniz giderek koyu lacivert bir örtünün altına giriyordu. tenlerimizin birbirini isteyişi giderek güçleniyor, dayanılmaz bir savaşıma dönüşüyordu. sanki bu çaresiz kavrulmaya bir son vermek ister gibi ağzındaki delik açıldı tekrar ve yürüdüğümüz kumsala şaşırtıcı sözcüklerle duyduğum en güzel ve delice teklifi yazdı;
- benimle yüzmek ister misin?
- şimdi mi? hava kararıyor ve yağm...
- benimle yüzmek istermisin dedim sadece!
- kesinlikle isterim..
- o zaman yetiş bakalım bana mantık delisi yazarcık!
- ?????
eylül ayındaydık ve bir daha asla bir elbisenin omuzlardan ayakbileklerine düşüşü böyle ilahi birşey gibi gelmedi bana. hiçbir zaman bir çift omuz üzerinde düşünmedim saatler boyunca ve hiçbir zaman bir kadının kokusunu bu kadar kazımak istemedim hafızama.
koşarak girdi denize.. esmer kızıl rengi karışımı tenine giydiği siyah bikini tehlikeli bir kokteyle dönüşmüş; denizdeki bütün balıkları ve beni sarhoş etmişti. üzerimi çıkararak koştum arkasından. hayatımda kendimi hiç bu kadar acemi ve şapşal hissetmemiştim. sabah ki ürkekliğini üzerinden atmış, aramızdaki herşeyi o idare eder olmuştu. ben; adı bütün süslü bebeklerin telefonunda kayıtlı olan bense; bir kavalın peşinden giden bir çocuk gibi ilerliyordum köyümün dışına.. denize girdiğimde o oldukça açılmıştı. ben biraz ona doğru yüzdüğümde , birden hatırlamış gibi beni geriye döndü ve bana doğru yüzmeye başladı. yanıma geldiğinde kıyıya doğru birlikte yüzmeye başladık. giderek kararan akşamda zayıf kolları birer hançer gibi parlıyor ve tenimi kamaştırıyordu. ayaklarımızın değebileceği bir sığlığa gelince sözleşmiş gibi durduk. ağzının ortasında kırmızı mücevherlerle süslenmiş gibi duran mağara yine aralandı ;
- ismini biliyorum. benim ismim esen. ama öğrenmek istediğim bir şey daha var seninle ilgili.
- nedir o?
- dudaklarinin tadi !..
eylül ayındaydık.. bir yazın son günleriydi. bir günün bitimindeydik. bir talanın ortayerinde. taze acılarla örülü bir yazın son günleriydi ve dillerin ağız içinde izlediği yolları ezbere bilen ben o akşam ağzında kayboldum esen! bir daha hiç bulunmak istemeyecek kadar kayboldum yoksul bir çocuğun pazaryerinde kayboluşu gibi. dillerimiz birbiriyle tanışırken ve tokalaşırken birbirine dolanarak; kollarımız bu tanışmayı bir davete dönüştürmek için buldu birbirini. o gece muzipliği tutmuş olan gökyüzü de bu tanışmayı bütün haber ajanslarına karşı kıyılara bir yıldırım düşürerek bildirdi. bütün dünya bedenlerimizin tanışmasını kutladı havai fişeklerle. biz o havai fişekleri göremedik ama kasıklarımızdaki kemikler de yaşanan patlamalar bütün denizi sarstı o gece. ama birden birşey oldu. arzunun esiri olmuş bu iki bedenin üzerine, vazgeçilmiş, eksik kalmış, hep istenilmiş hiç yaşanmamış bütün sevişmelerin acısını çıkarmak üzere olan bu iki bedenin üzerine ılık eylül yağmurları düşmeye başladı. omuzlarından süzülen yağmur taneleri bir ilki yaşattırdı bize. sen ağlamaya başladın, ben sana eşlik ettim en iri gözyaşı damlalarımla. içimizde tuttuğumuz acılar koyverdi kendine gözyüzüne selam durarak. ve biz; bir eylul akşamında, denizde ağlayarak, yağmur altında birbirimizin gözyaşlarını içerek seviştik..
o an yaşadığımız şey kocaman bir tuz gölüne dönüştü.. denizin tuzu, terimizin tuzu, gözyaşlarımızın tuzu, arzuların kasık seviyesinden yükselttiği sıvıların tuzları birbirine karıştı ve biz hepsini içtik deniz tükenene kadar. bedenlerimiz yaşadığımız ilahi dokunuşun, yağmurun, denizin, bu büyülü bir film setini anımsatan sahnenin esiri oldu. kendi yarattığımız mucizeyi izledik tekrar öpüşerek. gırtlaklarımıza hıçkırıklar bırakarak. derin vadilere sahip bedeninde ellerim tehlikeli slalomlar çizerken yüzümü gökyüzüne kaldırdım. gök delinmiş ve bütün sıkıntısını sevişmemizin üzerine boşaltıyordu. biz ruhumuzdaki bütün sıkışmış çekmeceleri açmayı başarmış, ruhumuzdaki bütün zehirleri döküyorduk denize. yağmur damlaları kirpiklerimi ıslatırken , denizin suları, yağmurun suları heryanımızdayken dudaklarımız hala kupkuruydu bütün ıslak sevişmelerimize inat. tuzluydu çünkü yüreğimiz . içimize akan bütün gözyaşlarının yangını hakimdi öpüşlerimize. bu yangını ancak ruhumuza örteceğimiz bir perde son verebilirdi. başka bir yangını başlatmak için bir diğerini söndürmek gerekirdi bazen.. tükettik ağlayışlarımızı. aldırmadık yağmura. yeni doğmuş gibiydik ruhlarımızın bu erken boşalmasından sonra ve yeni doğmuş iki insana yakışır şekilde çırılçıplak kaldık. bir fetihe hazırlanan ordular gibiydik. aşk miğferini giymiş iki başkomutan gibi ilerledik tutkunun başkentinde.bütün dinlere, bütün dillere ve ten renklerine saygılı bir fetih yaşayacaktık denizin ortayerinde. artık bedenlerimizi, kasıklarımızdaki yangını, arzunun piyadelerinin başlattığı bu fetih yürüyüşünü durduracak hiçbirşey yoktu. sen şehr-i istanbul kadar güzeldin .. ağlamaktan yorulmuş gözlerimizi gözlerimizde dinlendirdik birkaç saniye. susmaktan yorulmuş dudaklarımızı omuzlarımızda birer hamağı andıran gamzelerde dinlendirdik. küçük ellerinin minik parmakları çıplak göğsümde notalar çizerken ben büyük bir şarkıya imza atacak kör bir şair gibi ilerledim içinde..
eylül ayındaydık.. bir yazın son günleri, bir aşkın ilk saatleriydi.. suların içinde korlaşmış iki beden vardı alev almak üzere olan. ama hayat denen kuklacı sahneye en trajik oyununu koymak üzereydi ve biz bunu bilseydik iki yabancı gibi geçerdik bu kumsaldan yanyana. ellerimiz en kuytu acılarımıza dokunurken hayat oyununu başlattı ve bir ses böldü geceyi;
- anne !
eylül ayındaydık.. bir utancın ilk saniyeleri.. iki farklı acıyı gömmek için birbirinin bedenlerini seçmiş bu insanın yaşadığı şeyi tarife ancak utanç sözcüğü yeterli olabilirdi. kumsalda mavi gözlü , sarı kıvırcık saçlı bir melekcik bize bakıyor ve yaşadığı düşkırıklığını hazmetmeye çalışıyordu. otobüste uyuyakalmış, kötü bir düş görmüş ve gitmeyi reddederek geri dönmüştü. annesinden ayrılamayacağını anlamıştı. ama karşılaştığı şey; acısını birlikte yaşamak istediği annesi değil, bir aşkın enkazından çıkar çıkmaz başka bir aşkın sularında yüzen bir kadındı. o daha çocuktu ve bilemezdi avunmanın ne acılı bir ihtiyaç olduğunu..
13 eylül geçti o akşamın üzerinden.. bugünlerde içimde o gün filizlenen bir fidanın ağacı var. yüreğimde bir ceviz ağacı.. dibinde utançtan bir darağacı. kendimi asacağım günü bekliyorum..
şimdi 13 eylül sonra gerisini hatırlamak istemediğim o eylül akşamının bütün sızıları içimde. en derinimde ortaya çıkıp beni ısıracakları günü bekleyen minik sıçanlar gibi bekleşiyorlar ve ben hala hafızamda tutmaya çalıştığım o kadının kokusuyla uyanıyorum her sabah. her eylül, takvimlerden kopan her sayfa, boğazımdan bir hıçkırığı söküp alıyor ve ben ;
bir tek dokunuşu özlüyorum her dokunuşta... ve içime dokunuyor bazı dokunuşlar..
o eylül akşamına dair hatırladığım en son şeyse sezonun o akşam kapandığını anlayan ve gökyüzünün muzipliğine eşlik etmeye karar veren, yazlık club ' ın dj' inin çaldığı son şarkı;
nolur sormasınlar bana.
nolur söyletmesinler derdimi.
saklarım ben onu kendime.
yerim kendi kendimi.
akiyorsa yaşlar gozumden,
dinmiyorsa bir türlü gece gündüz,
karardıysa butun dünya,
vardır elbet bir sebebi
şaşırma bu çok soğuk bir gerçek.aldattım seni kimdi senin yerine koyduğum,kiminle paylaştım tenimi,kimi öptüm,kimi okşadım,kulağıma aşk sözcüklerini fısıldayan kimdi?hatırlamıyorum ama aldattım seni.
en az yokluğun kadar acı bu.kendimle bir hesaplaşmaydı benimkisi..seni sensiz yaşarken sicak bir elin dokunuşu iyi gelir diye düşündüm.hani hastasındır ve seni iyi edecek diye bulabildiğin ilk ilacı yutarsın ya,bu da öyle bir şey işte..yüreğimdeki acıyı iyi edecekti,öyle sandım.özlem bitecek,hayata dönecektim,bunun için dokundum bir başkasına
belkide senin gözlerine benizyordu gözleri yoksa adımı seninkini andırıyordu?belki sesi hiç yabanci gelmedi.yada rakı kadehini dudaklarına götürüşünü benzettim sana.oturup saatlerce ne konuştuk peki?seni mi anlattim ona?içimde kapanmasından ümidi kestiğim yaranın,yokluğunda nasıl büyüdüğünümü yoksa?
aldattım,hatırlayabildiğim tek şey bu.hayır sarhoş değildim.içki bir süresir etki etmiyor bana.saatlerce içsem bile devrilen sadece kadehler oluyor,ben yine ayaktayım.oysa istiyorum kendimden geçene kadar,boğulana kadar içmeyi.olmuyor işte.bu yüzden farkındayım her şeyin.
bunu bu kadar kolay söyleyebildiğime şaşırıyorum aslında -.yüreğime hiç kimsenin girmesine izin vermezken bedenimi başkasının ellerine nasıl teslim etim anlamıyorum.neresi olduğunu bilmediğim bir yerde,birdaha asla görmeyeceğim bir yatak odasında,adını bile şimdi hatırlayamadığım biriyle uyandım işte.yanımda gecenin yorgunluğuyla uyanan o beden sana ait değil ve bu bile yeteri kadar acı verici..aldatanlardan biriyim bende artık.dışarıdaki herkes kadar kirliyim.ne garip..bir suçluluk duygusu hissetmeliyim ;ama,yok kim bilir,beni sensiz günleri yaşamaya mahkum ettiğin için seni suçluyorumdur belkide kendi suçluluğumu örtmek için bulduğum bir kaçış noktası belki.dışarıya çıkınca geceye dair hiçbirşeyin önemi kalmayacak.hiçbirşey olmamış gibi davranacağım biliyorum,biliyorum.biraz azalsaydın,biraz unutsaydım seni daha da suçlu hissedebilirdim kendimi.ayni noktadasin ve ben seni yaşamaya devam ediyorum.yine de bil aldattim seni hepsi bu
--spoiler--
eşekte zevk olsa döner kendi götünü siker diye anadolu' nun bağrından bir deyişle sözlerime başlamak istiyorum.
cinsel açlıkla ilgilidir. cinselliğin yarısı beyinde biten bir olgu. bütün o doggy style' ler, kucakta hoplatmalar, kalça düşkünlükleri; çabucak ete temas edip boşalma derdindeki biz erkeklerin cinsel açlığıyla ilgilidir. cinselliğin zevkli kısmını boşalma anı sanan biz keresteler; bırakın ön sevişmeyi, kadın bedeninin de kendi bedenimizin de asıl zevk noktalarından habersisiz. böyle olunca da zevk alacağımız detayların değil, zevk alacağımızdan emin olduğumuz garantili detayların hayalini kurup, onların hastası oluyoruz. sonuçta erkek biyolojisinin kadın biyolojisinden farklı özelliği var. misal çıplak kadın bedeni görünce erkeğin tahrik olabilmesi gibi. öpüşürken ereksiyon olabilmemiz gibi. bunlar hayvanlık değil metabolizmamızla ilgili kontrol edilemez görünen ama kontrol edilebilecek fakat hiç niyetine girmediğimiz tepkilerimiz. bu tepkilerden biri de kadın tenine temas etmenin bile biz erkekler için zevk kaynağı olması.
bir kadının cinsellikten zevk alması için bir çok şartın bir araya gelmesi gerekiyor. duygusal olarak bişeyler hissetmek, ortamın güvenilir olması, ten uyumu, erkeğin kokusu, fiziken, ruhen ve bedenen kendini hazır hissetmesi vs vs. biz erkekler için de gerekli bunlar ama bizim haberimiz yok. olmadığı için de; en kestirmeden zevk almanın peşine düşüyoruz. bizi bunun için bu kadar aşağılamanıza gerek yok. valla.
hal böyle olunca da , hazır kadın tenine dokunarak bile zevk alabilen erkek bünyesi, dokunabileceği alanın geniş olmasını istiyor. çünkü kadın bedeni nasıl bir şekilse artık bir memenin üç ayrı noktasından insan evladı üç ayrı zevk alabiliyor. lan insan bel çukuru diye bişeye sırf bakarak bir kadına aşık olabiliyor o derece. bu yüzden de erkek büyük memeden büyük popodan hoşlanıyor, hoşlandığını sanıyor. çünkü en garantili cinsel tatmin yolu bu. çünkü tv de maça az kaldı sayın seyirciler.
oysa erkek maça saatler kala sevişmeye bir başlasa, kadın bedeninin keşfedilmemiş sayısız noktası olduğunu bir bilse. kadının sırtının ortasındaki çizginin tuzunun, sırtının yan boşluklarındaki taddan farklı olduğunu bilse, kadının diz kapağının ardındaki çukur emildiğinde kadının gözlerini zevkten nasıl yumduğunu bir görebilse, ( kadının dizkapaklarının arkasını emmek için kadın yüzüstü yatacağından kadının gözkapaklarını görmek teknik olarak mümkün değil, kısaca bu da bizim kabahatimiz değil) bir kadının göğüslerinin ucunu emmenin ayrı, aralarını yalamanın ayrı, dolgun kısımlarını emmenin ayrı tadı olduğunu bilse, bir kadının gerçekten kendisiyle ilgilenildiğinde kalçalarını nasıl kullandığını, ya da vajinanın iç kaslarıyla erkeğin içerdeki penisine neler yapabileceğini görse, pelvis kemiklerini ısırmanın güzelliğine, omuz çukurlarına burnunu, kasıklara çenesini gömmenin tadına varsa erkek de bilir küçük memenin büyük memeden daha çok tad, koku ve arzu vaad ettiğini. kısaca; eğitim şart efem.
ışığa tutulunca sahte mi değil mi anlaşılan şeye para denir. bir insanın gerçekliğini anlamak içinse iki yol vardır. erkekse göze göz dişe diş kavga etmek, kadınsa dudaklarına yumulmak.
anlaşılmak isteği bir sızı hepimizin içinde. boş ve sonu olmayan bir sızı. kimsenin kimseyi anlamadığı bir hayatta, herkesin anladığı kadar yaşadığı bir dünyada yine de bitmeyecek bir sızı.
hep vardı. ezelden beri. hep varolacak. ebede dek. yerli-yersiz hissederim bunu. kağıt kesiği gibi. ya da kıymık batması. hiç bilemedin diş ağrısı. gelişini hissedemezsin. akıntıdır bu. kadınların özel günlerinde olan akıntının aksine rahatlatmaz, tam tersi iyice rahatsız eder. ki ben, sevildiği zaman huzursuz olan bir adamım. sevdiği zaman da huzursuz olan bir adam.
ruhumun dinginliğe kavuştuğu anlar ise sadece ve sadece hastalandığım zamanlar. o hastalıklardan kurtulmak için verdiğim mücadele. bedensel acılarla ruhsal acıları yer değiştirip, ruhumu rahatlatmak sadece.
beni anladığını varsayanlar bir bir çıksın inlerinden. yazılarımı okuyup bana sadece "hak" veren ahmaklar. asalaklar... kokuşmuşluk, lağımlardan daha kötü kokuyor çünkü. hissedebiliyorum. kokusunu alabiliyorum. ellerim üşüyor yerli-yersiz çünkü. en mutlu anımda bir mutsuzluk bulup çıkarabiliyorum. ve işte o an, bir sızıyı alıp, kalbimin tam üzerine oturtabiliyorum.
benim hiçbir şeyim değişmedi. ben de değişmedim aslında. ne bir zamanlar uzun olan saçlarım, ne de daha dün kestiğim 80 günlük sakalım, hiçbiri ama hiçbiri bende tek bir değişikliğe neden olmadı.
kötülüğe dair yapabileceklerim katrilyonlarca şey iken iyiliğe dair bildiğim her şeyi tek tek unutuyorum. beli bükülen yaşlıların aksine, ben toprağın kokusunu asfaltlardan sökmek uğruna, ellerim ceplerimde sürünerek yürüyorum. içimde, nedeni belirsiz bir sızıyla.
doğduğundan beri kalbinde bir delik
almak için bütün sızıları içine
sadece filmlerde ve romanlarda olan bir durum gibi gözükse de var böyle insanlar. yıllar önce tanımıştım bir tanesini. evi ilk terkettiğim yıl olan 98'in kış aylarından birisinde.
bir bodrum katında poker oynarken tanışmıştım kendisiyle. çok üşüdüğüm için paltosunu vermişti bana. kendi paltomun üzerine giymiştim. o gece, o bodrum katına polis baskını olduğu için, apar topar götürülmüştük karakola. nezarette yedi kişiydik. birbirimize bakıyorduk. konuşamasak da anlıyorduk. anladığımızı sanıyorduk.
güneş doğmaya yüz tuttuğunda uyudu diğer beş kişi. biz kaldık. dışarıda polisler vardı. bizi her şeyden koruyan maaşlı erdem sahipleri.
salındık dışarı. 2 saat sonra. insanlar işlerine gidiyordu. dosyalarımız ise savcılığa. hakkımızda dava açılmayacağını biliyorduk. onun için de bir çay ocağına gittik. simitlerimizi aldık. iki çay söyledik. güneşi karşımıza aldık. göğsümüze saplansın diye.
çaylarımızdan birer yudum çekip simitlerimizden birer ısırık aldığımızda ağzını açtı, yaşlı dostum;
"bir ömür benimkisi. bir kadının uğrunda harcanmış koca bir ömür. altmış yedi yıllık bir ömür. içerisinde bir kez ibadet yok. içerisinde bir kez şükretmek yok. iyilik ve kötülük adına varolan her şey var. kumar oynamak, içki içmek... kimsesiz çocuklara yardım etmek, yaşlılara yardım etmek... her şey var bu koca ömürde. fakat hiçbir zaman değişmeyen tek bir sabit var; aşk!"
susuyoruz. lokmalarımızı yutup, birer sigara yakıyoruz. ilk nefes boğazımı yakıyor. ikincisi ise nefesimizi açıyor. yaşlı dostum çayından bir udum daha içip devam ediyor;
"varlığımın veya yokluğumun bir anlamı olmalı mı bilmiyorum ama ben anlamsızlıkları yeğliyorum. sevdim. karşılık beklemeden. sevdiğim kadın benim olsun istemeden. sadece sevdim. o meleğin gölgesi gibi. bi kaç kez açıldım kendisine. açıldım dediysem, öyle ilan ı aşk değil. hafif bi tebessüm. bi kaç iltifat.
gerisi gelmedi. babası olacak domuz yüzünden başkasıyla evlendi. iki çocuğu oldu. bi oğlan bi kız. beni de evermeye çalıştı anamlar. olmadı. vicdanım el vermedi. kalbimde başka biri varken, yatağımı başkasıyla paylaşmayı onuruma yediremedim. yıllar sonra öldü kocası. meğerse akciğer kanseriymiş. bizim melek kaldı ortada. kocasının parasıyla mutlu-mesut yaşadı. kızı öğretmen oldu. oğlu ise doktor. ben de bu süre zarfında sadece yaşadım. tadıp tadabileceğim her duyguyu tattım. bıçaklandım. ihbar edildim. yoğun bakıma alındım. unuttum. unutuldum. annemi özledim. babama küfrettim... sadece yaşadım. bi kaç kez bilerek o meleğin pazar alışverişi torbalarını taşıdım. galiba tanımadı beni. bir kaç kez de bir parkın bankında oturduk. havaların serinlediğinden bahsettik. bu kışın sert geçeceğinden. ömrüm, o meleğin ömrüne endeksliydi."
susuyoruz tekrar. aslında söylenecek o kadar çok şey var ki. göğsümü yarsa birisi. o kadar çok çığlık çıkar ki. sabahın o kendine has soğukluğunda titriyorum. yaşlı dostumun gözleri gülüyor. yeni bir çay söyleyip de sigarasını küllükte düzelttiğinde gözlerimin en dibine bakıyor;
"bir gün tam beni tanıyacak gibi oldu. bilerek değiştirdim yollarımı. buluştuğumuz parka gitmedim. beraber beslediğimiz güvercinleri öksüz bıraktım. bozamamazdım bu büyüyü. tanrı böyle istiyordu. bunu bozamazdım. oysa neler bozmamıştım ki. kendi bedenimden başlayıp, koca evreni alt üst etmiştim. ama bu aşkı bozamıyordum. o yüzden de benle buluşmaya geldiği bir pazar sabahı sarhoş bir orospu çocuğu, sabahın altısında ezmiş meleğimi."
tiz bir ses duyuyorum o an karşı kaldırımda. genç bir kız çocuğu yüksek bir binanın tepesini gösteriyor. oraya bakıyoruz yaşlı dostumla. başka bir genç, aşağı atlıyor. iki saniyede bedeni çakılıyor kaldırıma.
seviniyorum masumca. insanlar, uğruna intihar edebilecekleri kutsallıklarına kavuştukları için huzur doluyor kalbime. yaşlı dostuma dönüyorum. o da mutlu. her halinden belli. kendi intiharını altmış yedi yıla sığdırdığı için mutlu. elime dokunuyor hafifçe. bu kez fısıldıyor;
"islam inancında, öldükten sonra en sık sorulacak soru şuymuş; ömrünü nerede harcadın? ben cevabımı cebimde götüreceğim öbür tarafa. ömrüm; bir meleğin, bir aşkın uğrunda heba oldu. peki ya insanlığın ömrü?"
kalkıyoruz çay ocağından. birbirimizin sırtına dokunuyoruz kalabalıklaşmaya başlayan caddede. karşı kaldırımdaki cesedi kaldırıyor sağlık ekipleri. arkamı döndüğümde yaşlı dostumu göremiyorum. paltomun yakalarını kaldırıp da hayata karıştığımda, ömrümü heba edeileceğim bir kutsallık arıyorum. ömrümü heba edebileceğim bir kadın...