bilmeyenler için baştan söyleyeyim bu yonja dedikleri bir arkadaş bulma sitesi. yeni yetmeler buraya afilli fotograflarını koyup bir iki de romantik sandıkları zırva yazarak hatun ya da erkek kaldırmaya çalışıyorlar.
vaudeville for vendetta nam yazarın (bkz: yonja orospuları) diye bir entrysi var onu okuyordum ki ilgimi çekti bu ırspı mevzuları. vay abaza vay diyorsan yanılıyorsun, hiç sevmem ırspıları. çükümü kesseler halvet olmam ırspıyla. o derece yani. (hadi lan ordan!) (bkz: yaran iç sesler) *
öyle girdim kurcukluyorum işte sağını solunu, ilanlar diye bir kısma girdim baktım orada da iş fırsatları diye bir link var. dururmuyum tıkladım tabi hemencecik. bir taraftan da ohoo adamlar aşmış üyelerine hem aşk hem iş buluyorlar diye düşünüyorum ki yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. ilanların yüzde 90 ı sekreter geriye kalanı da yönetici asistanı. bunlardan birini seçtim sizin için. yaklaş hele biraz daha.
bak bak ilana bak, ilanı veren: nasa, amerikan inşaat firmasında çalışacak, bilgisayar bilen, sigara içmiyen, genç bayan sekreter.
adam bir de dağ başında bir villanın fotoğrafını koymuş ilana. bu ne biçim fantezidir müdür?
şimdi genç,(muhtemelen 20 sinde gözü açılmamış eblek hatun oluyor bu) bilgisayar bilen ( en azından porno film indirmeyi bilsin), sigara içmeyen (sigara içen hatunu öpmek kül tablasını yalamak gibi beaah), bayan sekreter adayları bu ilanı bulup, resimdeki villayı görecek, bu villada da ne tepişilir be diye fanteziler kuracak, sonra sana mesaj atıp çalışmak istediğini söyleyecek, sen de fındık kıracaksın ha?
hocalarımdan birinin aforizmasıydı unuttum hangisi olduğunu hakkını helal etsin. dur lan hemen atlama sabret biraz asıl anlatacağım bu değil. dinle bak.
malum herkes bir kriz söylentisi tutturmuş gidiyor. bir - iki yıldır fısıltı halinde dillendirilen kriz beklentileri artık yüksek perdeden haykırılmaya başladı. bu noktada bir zahmet (bkz: turkiye ekonomisi/#3001244).
şimdi krizin nasıl bir fırsata dönüşeceğini açıklamaya çalışalım. öncelikle şunu söylemeliyiz ki benzer sebepler benzer sonuçları doğurur. ne demişler; tarih tekerrürden ibarettir. eğer krizin zamanlaması ve muhtemel sonuçları doğru tahmin edilebilirse kriz kriz olmaktan çıkar fırsata dönüşür. tabi ki bu söylediklerimizde reel sektörü görmezlikten geliyoruz. kriz geldiğinde reel sektörün ne kaçacak zamanı ne de yeri vardır.
şimdi bir flashback yapıyoruz ve 2001 e gidiyoruz. tarih 02.01.2001 bir usd = 671.765 tl. 23 şubatta 957.879 tl. 1 agustos 2002 1.688.194 tl 25 mart 2003 1.746.390 tl, burada zirve yaptıktan sonra yavaş yavaş düşmeye başlıyor. bilginiz olsun bugün mb nin usd döviz alış kuru 1,2193 ytl.
hala 2001 deyiz bu defa imkb ye bakıyoruz tarih 2 mayıs 2000 endeks 19.406 puanda, 16 şubat 2001 e kadar istikrarlı biçimde 10.500 lere kadar düşüyor ama 19 ve 21 şubatta 1500 er puanlık düşüşler var. 1.500 puan yüzde onbeş demek. 29 martta dibi görüp tekrar yükselişe geçiyor. 1 agustos 2002 de 10.852 puan, 25 mart 2003 te 9.187 puan, bu noktadan sonra ralli başlıyor ve 31 ekim 2007 de 57.615 le zirve yapıyor.
2001 e biraz daha bakalım. mesela cumhuriyet altını. 2000 yılının 1. ayında 34,15 ytl, 2001 1. ayda 40 ytl, 2001 3. ayda 54,96 ytl, ağustos 2002 113,6 ytl, mart 2003 127,5 ytl, ekim 2007 199,5 ytl ve bugün 263 ytl.
şimdi diğer şartları sabit varsayarak şu verilere topluca bakınca çıkan sonucu inceleyelim. birincisi döviz krizden sonra hızla yükselip sonra düşüş eğilimine giriyor. krizden sonraki ilk yılda dövize yatırım yapanla altına yatırım yapan hemen hemen aynı oranda kazanmış. (1.688.194/671.765= 2,5 113,6/40=2,84) mart 2003 ten sonra borsaya giren yatırımcı ise yüzde 627 oranında kazanç sağlamış. (ekim 2007 ye kadar)
eğer yatırımcı olayların nasıl gelişeceğini görebiliyor olsa ne yapardı?
2001 in 2. ayı başında ceplerini dolarla doldurur ay sonunda dolarları altınla değiştirir ağustos 2002 ye kadar onları güvenli bir yerde saklardı. ağustos 2002 mart 2003 arası gider altınlarını tl ye çevirip faize yatırır mart 2003 te borsada ortalamanın üstünde kar getirecek bir kağıt bulup bütün parasını ona gömer ekim 2007 ortalarında borsadan çıkar muhtemelen yine dövize dönerdi.
şimdi bir örnekle somutlaştıralım. ali nin 100 ytl si var bununla gidip 2 ocak 2001 de dolar alıyor (100/0,67= 149$) şubatın 25 inde 0,96 dan bozdurur (149$*0,96= 143 ytl), gider (143/52=2,75) tane cumhuriyet altını alır. ağustos 2002 de (2,75*113,6=312,4) ytl si olur. bunu gider bir yıllık faize yatırır ( öyle yapmaz ama biz öyle oldugunu varsayıyıroruz) 1+r^t formülünden yüzde elli civarında kazanır etti mi sana 420 ytl? etti. mart 2003 te imkb de ortalama kar getiren bir kağıt bulduğunu varsayalım 2007 ye kadar 420 ytl sini (420*%627=2600ytl) 2600 ytl yapar. tanıştırayım köşeyi dönen adam ali.
ali 100 ytl yi nereden mi bulacak? 1,59 faiz oranıyla kredi veriyor olm bankalar. koş sen de yetiş trenin son yolcuları arasına gir. yoksa tren kalkıyor. bu kıyağımı da unutma köşeyi dönersen bi rakı balık ısmarlarsın, olur da batarsan tanımam seni.
talat paşa nın katili ermeni taşnak komitacısıdır. 15 mart 1921 de berlinde talat paşayı katletmiş daha sonra alman mahkemesince beraat ettirilmiştir. o yıllarda 24 yaşında bir üniversite öğrencisidir.
adamlar yapmış abicim.
araştırmacılar california berkeley de dünyanın en küçük radyosunu yapmışlar. bu radyonun bir metrenin milyarda biri kadar bir karbon nano tubeden oluştugu söyleniyor. araştırmacıların söylediğine göre normal bir radyonun bütün özelliklerine sahipmiş. hatta beach boys un good vibrations adlı şarkısını bile çalmışlar. tabi ki amaçları mikroskopik bir ipod üretmek değil, kan dolaşımı içinde hareket edebilecek radyo sinyalleriyle kontrol edilebilen araçlar geliştirmekmiş. vay bee.
imagine a world in which machines can read people's minds just by tracking their brain activity--in which, say, cyborg detectives can tell what you're thinking by monitoring the flow of blood and other physiological responses inside your head. sound like science fiction? don't be too sure.
a team of neuroscientists have announced that they've made a "decoder" that can tell what people are looking at just by tracking their brain activity using functional magnetic resonance imaging (fmri). for now, the decoder only works in a controlled setting, but scientists say it's a big leap forward.
for the study, two test subjects were shown 1,750 images while researchers used fmri to track their brain activity. basically, the researchers taught their decoder how the subjects' brains processed visual information.
then, each subject was shown a new set of images. the researchers knew which images were in the new set, but they didn't know which one a test subject would see--sort of like knowing which cards are in a deck but not knowing which one your opponent will draw.
the decoder's task was to figure out which image a subject was looking at, based on brain activity. it did it remarkably well--though it became less accurate the larger the "deck" of possible images was. when a subject "drew" from a set of 120 images, the decoder found the right one 9 times in 10. with a set of 1,000 images, its accuracy dropped to 8 in 10.
the implications
of course, impressive as that card trick is, it's not the same as trying to figure out what someone is looking at without knowing what's in the deck to begin with. to do that, says lead researcher jack gallant, "you'd need a very good model of the brain, a better measure of brain activity than fmri, and a better understanding of how the brain processes things like shapes and colors seen in complex everyday images."
no one has that knowledge yet, but it may well come. in fact, this study is already helping brain scientists better understand how our brains process visual information. and it accomplished more with existing fmri technology than many researchers thought possible.
all of which brings us back to the prospect of real-life mind-reading machines. "it is possible," says gallant, "that decoding brain activity could have serious ethical and privacy implications downstream in, say, the 30- to 50-year time frame." he and his team are quick to insist that "no one should be subjected to any form of brain-reading process involuntarily, covertly, or without complete informed consent." sure. but try telling that to a cyborg detective.
--steve sampson
özet olarak denebilir ki, fonksiyonel manyetik renozans görüntüleme, beyindeki kan akışı ve diğer psikolojik tepkileri gözlemlemek yardımıyla insanların ne düşündüklerini yüzde seksen doğrulukla tespit edebiliyorlarmış.
bu bir kalıptır. bu moderasyonla bu kadar diyebileceğiniz gibi bu parayla bu kadar, bu zekayla bu kadar vs. bir sürü cümle üretebilirsiniz. hatta sizin cümle üretmenize bile gerek yok. aklınıza gelen bir kaç kelimeyi başlık yazan yere yan yana yazın alın size başlık. pardon yahu siz zaten öyle yapıyordunuz değil mi?
bu kalıp umut kesilen durumlarda kullanılır. ahanda bu durum umudun kesildiği hatta zar büyüklüğünde parçalara ayrılıp meşe odunuyla yakıldıktan sonra himalaya rüzgarlarında savrulduğu durumdur.
gün geçtikçe sözlüğün okunurluğu dolayısıyla yazılırlığı kalmıyor. şimdi diyeceksin ki sen çok mu güzel yazıyorsun? hayır. ama ben okumadan yazamam ki arkadaş. sen bana oksijen vermeden nefes almamı bekleyebilir misin?
ben okunacak entry bulana kadar yüzlerce abuk subuk entry okumak zorunda kalıyorum. ben yazarken bu kadar sıkılıyorsam okumak için sözlüğe giren adamın durumunu var sen düşün.
bakın şimdi başımdan yeni geçmiş olayı anlatayım.
başlık: (bkz: bugün canım yazmak istemiyor) entry: içinde bulunduğum haleti ruhiye. (bir iki ağdalı laf yazayım da bi boka benzesin) yine ısrarla (bkz: yaran iç sesler) ben de gelmiş altına bir sinir, biz de yazsan diye bekleşip duruyorduk mealinde bir şeyler karalamışım. bir baktım çaylak olmuşum. hem de beş gün. hoş gerçi sicilim kabarık.
daha önce uludağ sözlük moderasyonu başlığına entry girmemek için modlarla sözleştim. otuz gün çaylak olup yeter diye feveran ettiğim hatta fake nick alıp yazdığım da oldu. ama be güzelim beni beş gün çaylak yaptıysan o ağdalı entryi gireni de hiç olmazsa bir gün çaylak yap da biraz umudumuz kalsın değil mi?
ama yok. bir derdim var fasilitesine bir ekran dolusu (17" hemde) derdimi anlatıp hiçbir cevap alamadan konunun kapatıldığı, tekrar açıldığı, aynen kapatıldığı, sonra da sen hangi modsun bir de bakayım bana josef olsaydı böyle yapmazdı herhalde mealindeki derdime, hep böyle yapıyorsunuz haksız çıkınca olayı kişiselleştiriyorsunuz * diye cevap alınca umut okyanusta kayıp balık nemonun g.ötündeki yumurtaya döndü.
sıktım sizi biraz. çek git kardeşim beğenmiyorsan diyenler vardır ama savaşmadan kale teslim edilir mi a canlar?
şimdi de deneme yapıyorum. bakalım moderasyon ne kadar dayanıklı. normal şartlar altında bu entrynin 2 saat 20 dakika sonra sözlük semalarında görünmesi gerek. bakalım.
düdüt: helal olsun be. dakikasında hallettiler olayı. utandırıyorlar beni. dilerim hep utandırırlar.
fenerbahçe adlı spor kulübünün kanıksanmış tutumlarıdır.
+derbilerden önce ortamı gerecek açıklamalar yapmak.
+derbilerden sonra ağlamak.
+kaybedilen maçlarda her türlü pisliği yapıp iltimas beklemek.
+kendini bir bok sanmak. vs.vs.
uktecinin notu: ukte'yi ben verdim o benim nan!..kıpraşma!!!
ukteyi veren: don dom can (05.03.2008 02:50)
ukte doldurmaktır. sol frame bakarsın ilgi çekici bir şey yoktur. ilham perisi de ortalıkta gözükmüyordur. bari ukte doldurup engin bilgimden insanları yararlandırayım dersin. ukteyi veren sana ilham verir. işte bu durumda ukteciden bir entry peydahlamış olursun.
aslında bilimum hayvanın dramıdır bu amma aylardan mart olduğu ve ortalıkta bol bol mart kedisi dolaştığı için meseleyi mart kedisi üzerinden açıklayalım dedim.
biliyorsunuz mart ayı gelince bu kedi milletinin kanı cinsel organına yürür. libidosu artar bilmem ne olur. biyolojik analizi bir tarafa, vakitli vakitsiz zaman mekan ayırmaksızın çiftleşme çağrılarına şahit olursunuz. işte dram da tam burada başlar. kendini bir an mart kedisinin yerine koysana.
hararet 90 a vurmuş. 11 aylık kesametten sonra ecnebilerin mega erection dediği kıvama gelmişsin. amma ortalıkta şöyle eli yüzü düzgün, nazlanmadan mercimeği fırına vereceğiniz ve spermlerinizi minik yavrulara çevirme potansiyelini barındıran bir minnoş ya da ne bileyim boncuk yok. bembeyaz, şampuan kokan, yumuşacık tüylü, renkli gözlü van kedisinden zaten geçmişsin daha iki gün önce çöpü karıştırırken rastladığın pasaklı pakizeye de razısın ama yok işte.
ortalıkta potansiyel partner olmadığına göre geriye tek seçenek kalıyor. avazın çıktığı kadar miyavlayıp dişi bir kediye sesini duyurman gerek. iş burada bitse iyi dişi kedi seni duyacak o da miyavlamaya başlayacak, başka cevval kedilerden önce ona ulaşacaksın, psikopat mahalle sakinlerinin kafanı patlatmak için attıkları bilimum taş, şişe, kavanoz, terlikten kurtulup sevdiceğine ulaşacaksın. sonra miyavlamanla onu cezbedip mercimeği fırına vereceksin.
velhasılı kelam üremek meşakkatli bir eylem. eğer bunu doğuştan gelen üreme içgüdünle yapıyorsan diyecek bir şeyim yok ama sırf zevk olsun diye bu kadar çile çekilmez be kardeşim. her şey bir tarafa o "azdım huleeyn karı yok mu karı" manasına gelen miyavlamalarınla kendini rezil etmene deymez.
kıssadan hisse: bahar geldi, ortalık şenlendi, kan kaynıyor. dikkat etmek lazım.
alın size cillop gibi bir üçgen daha. tepe tepe kullanın.
inşaat işleri genelde pis işlerdir. yani sadece işinizi yapıyor olmanız yetmez. çoğu zaman işinizin yanında işinizle doğrudan alakası olmayan işleri de yapmak zorunda kalırsınız. hele bir de belli bir büyüklüğe ulaşmışsanız kıyısından köşesinden pis işlere bulaşmanız kaçınılmaz.
inşaat işlerinin en kaymaklısı devletin yaptırdığı işlerdir. e devlet de işlerini ihaleyle yaptırır. hal böyle olunca çıkar çatışmaları, çıkar birlikleri kaçınılmaz olur. çıkar çatışmaları şantaj ve tehdit olarak çıkar gün yüzüne. çıkar birlikleri ise daha çok rüşvet olarak. atıyorum devletten 50 milyonluk bir ihale kapatacaksanız 50 tane de rakibiniz olur. eh bunların içinde de hırsızı uğursuzu iti kopuğu olması gayet normal. onlara bulaşmasanız doğru düzgün iş yapamazsınız. bulaşsanız kirli para. yani yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal. amma elinizi bir verirseniz kolunuzu da bedeninizi de kaptırırsınız. pisliğe bulaşınca da devamı gelir. görünürde inşaat işi yapıyorsunuzdur ama aslında kaçakçılık, komisyonculuk, aracılık gibi çeşit çeşit işlerde parmağınız vardır.
ee bu kadar pis iş bir arada olunca da bir paravan lazım değil mi? bu ülkede en çok sevilen şey nedir? koministini de faşistini de, ülkücüsünü de liboşunu da, yobazını da aydınını da aynı potaya sokan nedir? futbol. yaa girersin bir futbol takımının yönetim kuruluna ki onlar senin akıtacağın oluk gibi para yüzünden dünden razıdırlar. hem yeni ilişkiler kurarsın hem de siyasetçisi ile daha içli dışlı bir hale gelirsin. bir de bürün bunların üstüne halkın bir kesiminin sempatisini kazanırsın ve asıl önemli olan insanlar senin ismini duyduğunda bilmem ne inşaatın yönetim kurulu başkanı diye değil üsküdar idman yurdunun başkanı veya futbol şubesi sorumlusu ya da yönetim kurulu üyesi diye hatırlarlar.
eveeeet tahmin ettiğiniz gibi insan demez homo sapiens der bu homolar. pardon yalnızca homo değil hem homo hem sapiens. bu zevat çok bilgili olduğunu göstermek için mi yoksa evrim teorisine inandığını belirterek pozitif bilime inanan bir aydın olduğunu göstermek için mi bu yollara tevessül eder bilemem. sebebi ne olursa olsun beni ilgilendirmiyor zaten. beni ilgilendiren kısmı bu sözü ilk gördüğümde nedir ulan bu homo sapiens diyerekten girdiğim araştırma sonucu uğradığım dumurdur.
benim gibi cahil kalmışlar için açıklayayayım homo sapiens; düşünen insan demekmiş hatta alet de yaparmış. aklı evvel evrim manyağı biliminsanları! insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin düşünmesi olduğu zannına kapılmışlar ve güya bundan yüzbin yıl gibi bir zaman öncesi yaşayan evrimin bizden bir alt basamağındaki atalarımızı bu sıfata layık görmüşler. şimdi bazı entel kuntellerde çıkmışlar hakaret manasında bu lafı kullanıyorlar ya da bazı entel kuntel olamamışlar anlamını bilmeden insan manasında kullanıyorlar.
hakaret manasında kullanan entel kuntellere sorarım ki artık homo sapiens deyiminin yanlışlığının kabul edildiğini bilirmisin? ve ey entel kuntel tayfası yine sen insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin farkındalık olduğunun farkındamısın?
ve sen ey başkalarından duyduğu her şeyi ölçmeden tartmadan sorgulamadan benimseyen abidik-gubidik kardeşim sana diyecek hiçbir şeyim yok. kaybol gözüm görmesin.
başlığın aslı: grup mülakatıyla işe alınan elemana ekip çalışması yaptırmak.
grup mülakatı, batı kaynaklı bir eleman seçme yöntemi. bu yöntemde iş için başvuran elemanlar 5,7,8,10 kişilik gruplar halinde mülakata alınır. genelde tartışılması içi bir konu belirtilir ve adaylar bu konuyu tartışırlar.
ekip çalışması ise kaynak itibarı ile doğuludur. bir organizasyonda çalışan bireylerin birbirlerini tamamlamalarını, ekisikliklerini kapatmalarını ilke edinir.
yaa tanımları alt alta okuyunca çaktın köfteyi değil mi?
çakamayanlar için açıklayalım. grup mülakatında öne çıkan insanlar (diğerlerine kıyasla ) lider ruhlu, bencil, çıkarcı haydi biraz daha ileri gidelim makyevelist insanlardır. grup mülakatını kazanmanın en kolay yolu tartışılanları müdahele etmeden dinlemektir. şöyle ki; size başlangıçta belirli bir süre verilir. heyecanlı adaylarımız eteklerindeki bütün taşları birbirleriyle yarışırcasına dökerler. bir süre sonra ortada bir şeyler şekillenmeye başlar yani genel eğilim belirir. sessiz sessiz oturan makyevelist adayın repliği burada başlar. süreyi ondan sonra kimsenin konuşamayacağı bir şekilde ayarlayarak sazı eline alır. sorunu tanımlar, diğer adayların ortaya attıkları fikirlerden beğendiklerini (burada not almak çok işe yarar) onların da tasdikini alarak tekrar eder. sonra varsa kendi fikirlerini de belirtir. (bu arada diğer adayların kafalarını emme basma tulumba gibi sallayarak onayladıklarını tahmin edebiliyorsunuzdur.) ve bingo. süre bitmiştir.
son söz akılda kalır. ve son sözü söyleyen haklıdır.
bu tip mülakatlarla alınmış adaylar işe başlarlar. hepsi çıkarcı, arakçı ve lider ruhlu. sonra bizim o ağzınızı açıp baktığınız şirketler bu adamlardan ekip çalışması beklerler. bir ekibin en önemli özelliği ekibin her bireyinin diğer elemanların açıklarını kapatabilmesidir. amma ve de lakin seçilen elemanlar birbirlerinin açıklarını doldurmak için değil birbirlerinden bir adım öne geçmek için kollarlar.
şimdi diyebiliriz ki; koskoca şirketlerin geleceklerini emanet ettikleri insan kaynakları uygulamalarını gerçekleştiren birimlerin çuvallamasıdır. bunda tabi ki en önemli etken yeni ne varsa sorgulamadan alalım biz de yapalım anlayışıdır.
13 aralık 2007 de AB dönem başkanı olan portekizin ev sahipliği ile lisbon da avrupa birliğini oluşturan yirmiyedi devlet tarafından imzalanmıştır. üzerinde anlaşılan metin aslen 2005 yılındaki referandumlarla kadük olan ab anayasısını ikame etmek amacı gütmektedir. yürürlüğe girebilmesi için 01 ocak 2009 a kadar ab üyesi bütün ülkeler tarafından imzalanması gerekmektedir. fransa, hollanda ve danimarka referanduma gitmeyeceklerini belirtmişler. ingiltere nin tavrı ise başbakan brown a bağlıymış. bir de basından öğrenebildiğimiz kadarıyla üzerinde antlaşılan metin ülkelerin milli menfaatlerini avrupa ruhunun önünde tutuyormuş. eğer kabul edilirse şu anda yürürlükte olan nice antlaşmasının yerini alacak.
sabahın erken saatlerinde zırtapozların işe çıktıkları servistir. karşılıklı birbirlerini yalayıp dururlar. ay gözümün çapağı, vay burnumun kılı vs. bu servisteki yazarların dilleri yalamaktan nasır tutmuştur. o yüzden dilleri pek kıvrak değildir, odun gibi yani. o yüzden haznelerindeki otuz(30)- kırk(40) kelimeyi tekrarlayıp dururlar.
ukteyi veren: limon cicegi kolonyasi (29.12.2007 16:46)
bak bak bak. ukteye bak hizaya gel. neyse dolduralım boş kalmasın.
şimdi donanmak kelime anlamı itibarıyla giyinip kuşanmak, süslenmek demektir. don alıp donanmakta bir don marifetiyle giyinmeye işaret eder. kırmızı bir don alıp donanmak ise hem giyinmeye hem de süslenmek olur dersek yeterince açıklayıcı olmuş oluruz herhalde. ha bir de şöyle bişi vardır.
pkk lafını duyunca insani değerleri bir tarafa bırakmaktır.
şahsi kanaatimce haklı bir tavırdır zira bu deyyuslar insan gibi mantıklarıyla değil hayvan gibi hisleriyle hareket ederler. asalak gibi yaşayıp domuz gibi pislik içinde geberirler.