bu adamı 21. yüzyıl yarattı. adamımızı, bu ülkenin "arkanı döndüğün anda çizerler" koşuşturması ve burnu havada insanlardan hiç göremediği sevgisizlik yarattı. uzun kuyruklarda hep önüne geçtiler. sınav kağıdı hocaları tarafından hep düşürüldü ve bu yüzden güzel not beklediği sınava bir daha girmek durumunda kaldı ve bu kez sıçış bir not aldı. "baba dışarı çıkıp yaşayayım mi?" sorusu babası tarafından hep, "durbakalımhelesende" şeklinde geri püskürtüldü. aç olduğunda tok olduğuna, aşık olduğunda takıntılı olduğuna, yazmak istediğinde her şeyi gözünde büyüttüğüne inandırmak istediler onu.
ve o karanlık bir odada şimdi. bütün gününü dört duvarın içinde geçiriyor. kapının açık olmasına tahammül edemiyor! evde yalnız olsa bile kapıyı hep kilitliyor. kapının açık olmasına tahammülü yok. perdeler gündüzleri dahil hep kapalı. masasının üzerindeki küçük lambadan başka bir ışığa ihtiyacı yok. yaşamak için de fazla bir şeye ihtiyacı yok: sessizliğe ihtiyacı var onun. ince duvarlardan ötürü yan daireden gelen konuşma seslerini duymamak için gece gündüz müzik dinliyor. müziksiz tek bir saniyeye bile tahammülü yok, sessizlik olunca düşünmeye başlıyor ve bu çok korkutucu oluyor. bazen beethoven'dan 9 nolu senfoniyi dinleyerek senfoninin koro bölümünde masturbasyon yaptığı bile oluyor ama bunu neden yapıyor kendisi de bilmiyor, içinde hiçbir sevgi ya da ümit yok. bazen üst kattan bir fülüt sesi gelince müziği daha da çok açıyor.
cep telefonun bataryası bittiğinde telefon günlerce kapalı kalıyor, aklına telefon gelmiyor, kimse aramaz onu. duvarlarına resimler asıyor bazen, bu resimlere kolaj şekli vererek bunlardan sadece kendisinin anlayabileceği özel mesajlar ve manalar çıkarıyor. odanın dışarısını bok götüyor evin içini, ama karanlık odadaki her şeyin bir yeri var: bazı kutuların içine geçmişten notlar, kağıtlar kartlar oyuncaklar yığmış, canı gibi değer veriyor onlara, fakat her şey geçmişte kalmış, o kutuların içine koyacak güzel bir şey yıllardır bulamıyor artık.
odanın içi sigara dumanından nefes darlığı çekiyor. karanlık odadaki adam sigarasız kaldığında panik geçiriyor. fantastik ve bilim kurgusal şeylerle oldukça yakından ilgileniyor, çünkü o hayali şeyler onu bu dünyadan alıp hak ettiğini düşündüğü gerçek yuvasına götürüyor ve kafka, albert camus, antonin artaud, murat gülsoy, hayalet gemi, küçük iskender gibi şeyler okuyarak kafasındaki rahatsızlığa ve fazla abarttığı birey olma sevdasına ve ışık görmek sıkıntısına iyi gelecek bir şey arıyor. hiçbir şey iyi gelmiyor ona. öyle bir durumda ki, günümüz müziğini bile dinleyemiyor, sürekli geçmişe, ot kokulu yumuşak sesli 70lere dönüp ordan seçiyor dinleyeceğini.
ama 70lerde yaşamış olmayı dileyemecek kadar da sıkışmış bir durumda. karanlık odadaki adam internet olmadan 5 dakika var olamayacak bir durumda artık. hiç umursamadığı bir ülkenin haberlerini nedense düzenle okuyor. evinden çıkmayı sevmediği için asla gidemeyeceği ülkelerin resimlerine bakıp iç geçiriyor. 4chan'in sitesine girdiğinde huzur buluyor! 4chandeki pislik içini rahatlatıyor, deviantarta girdiğinde insanların sürekli kedi patisi convers ayakkabı çeken gerizekalılar olduğunu söyleyip dışarıda bir hayatın olmadığına kendini ikna ederek rahatlıyor, "dışarıda benim gibisi yok" diyor, "yalnız kalmak en iyisi". sözlüğe yazıyor bazen, okyanusun ortasında batan bir gemi imdat diye bağırıyor sözlüğe yazdığı yazılarda. rahatlayamıyor, metallica'dan one çalarken darknesslı bölüm geldiğinde olasılıkla gözlerine gözyaşları hücum ediyor.
bu adamı kimse kurtaramaz. insanca yaşamayı reddetmiş birisi karanlık odadaki adam. geleneklerimize, adetlerimize sabah uyanınca günaydın demeye hiç inanmıyor. o kadar içine kapanık ki, sarhoş olamadıkça insanlarla konuşamıyor bile. kafkanın böceği bile ondan daha iyi bir durumdaydı ama o galiba kafkaya yabancılaşmayı bu kadar ayağı düşürdüğü için çok kızıyor olmalı.
karanlık odadaki adam hiç gelmeyecek bir mucizeyi bekliyor. çabuk sinirleniyor, "kapaaaat kapıyı!" diye bağırıyor odasının kapısını açanlara. odasında hiçbir saat yok, olanların da pilini sökmüş zamanın sesini duymaya tahammülü yok. aynada kendisiyle karşılaşmaktan özellikle kaçınıyor. sağ çekmecesinin içi boş sigara kutuları, sol çekmecesinin içi ise şeyler ile dolu.
karanlık odadaki adam bütün dünyadan yalıtılmış bir şekilde internetin başında zevke gelen, okuduğu kitaplardan aslında hiç olmamış gizemli anlamlar çıkaran, insanlar tarafından anlaşılacağı bir günün geleceğine inanırken hergün konuşmasını biraz daha unutan, dergilerden bulduğu sevgililerinin resimlerine ancak en aşağılık 3. sınıf bir porno sitesinin en mide bulandırıcı bölümündeki fantazilerini uygulayan bir adam. eğer gerçekten istemiş olsaydı, sınıfının en çalışkanı, arkadaşları arasında en çok sevileni, en harika sanatsal üretimi sergileyebileceği ve gerçekten yapmak isteseydi bir sevgili bulabileceğini düşünüyor. çok aldanıyor. onun içinde küf vardı, pas var.
o orada bir yerlerde. karanlığın içinde hoplayıp zıplarken biriktirdiği küçük anı kırıntılarını dev aynasında görüyor.
o orada bir yerlerde. onu belki de tanrı bile kurtaramaz artık. kendisi, kurtarılacak bir durumda görmüyor kendisini zaten.
gözlerinin önüne bir perde inmiş, karanlık odadaki adam bir bakıma bomboş bir sinema salonunda tek başına oturmuş harika bir film izlediğine yeminler ediyor.
belki de o odada gerçekten mutlu bir şekilde tek başına ölüp gidecek, "eğer dışarı çıkmış olsaydım herkesden iyi yaşardım ama canım istemedi ki.. değmezdi dışarı çıkmaya" sözleriyle..
(meraklısına not: hayır bu ben değilim. en azından bu kadar abartı manyak değilim, yuh)
siz kimsiniz
boş vakitlerinizde kimlerin günahını alıyorsunuz
siz kimsiniz?
neden böyle nefret dolusunuz
siz kimsiniz de her şeyden böyle emin konuşuyorsunuz
siz kimsiniz güneş doğarken
ve güneş batarken siz hala aynı kişi misiniz?!
siz kimsiniz ki böyle tanrılar uyduruyorsunuz
siz kimsiniz ki yasaklar koyuyorsunuz anayasalara
siz kimsiniz ki felsefe yapıyorsunuz
siz kimsiniz ki uzak ve yakın duruyorsunuz böylesine..
ben sizde miyim?
size bir özlem miyim?!
siz beni adam edebilir misiniz?!
siz o beklediğim misiniz?
beni alıp düş ülkeye götürecek..
siz..
bir yerlerde aranıp aranmadığını merak edenlerden misiniz?
benim gibi..
insana "embesilsin sen" muamelesi çeken eğitim hatası. okuduğumuzu anladık mı diye diye koca koca nesilleri okumaktan soğuttu bu düzen. okuduğumuzu anlamışmışmıy mışız? böyle sordukça daha başından okumaktan nefret eder oldu millet, boşuna değil, "destan gibi giri girmek" başlıklarının açılması, okumaya karşı alerji oluştu yediden yetmişe herkeste, ciddi ciddi okunucak bir şeyle karşılaştıklarında terliyor herkes, elleri sopalı adamlar, hükümet gibi kadınlar çıka gelir "okuduğunu anlamadın mı çocuğum?" diye sorarlar diye korkuya kapılıyorlar.
yalan söylemeyeceğim: ben okuduğumu anlamadım. çok iyi anlayıp özümsediklerimden ise herkesin çıkardığı sonuçların çoğu zaman tam tersini çıkardım, hiçbir hükümetin hiçbir aşkın ve hiçbir varoluşun yararına olamayacak sonuçlar çıkardım; belki gerçekten farklı düşündüğüm veya belki de şeylere ve birikmişlere ve eli sopalılara ve yargılayanlara ve karşımda bir cevap bekleyenlere sırf gıcıklık olsun diye..
burayı gözü yaşlı meşmula suratlı ağlama duvarına çevirecek değilim ama, ben okuduğumuzu çoğu zaman gerçekten anlayamadım; kaldırımları ve içineışıkgirmez odaları ve en karanlık saatte kurulmuş manzaraları birincilikle bitirirken, tc kimlik numaramı soran bütün sorularda sınıfta kaldım, o kadar büyük bir komplonun içine batırmıştım ki kendimi, tv seyrederken bile sınıfta kalıyordum artık..
okuduğumuzu anladık mı? cümlesine gülerek evet diyenlere bakıyorum da..
iyi ki okuduğumuzu anlamamışız aslında..
kimsenin okumadığı, kimsenin umursamadığı ve üzerine konuşmaya bile gerek görmediği bazı öyküler vardı; ancak bir tesadüf eseri bir pasajın en gölgeli eteklerine yığılmış sahaflarda karşınıza çıkabilecek.. en çok onları anladım ben işte. şair bu şiirde yaşadığı şehri çöle benzetiyor cümlesine bir gece yarısı bohçalarımı ve pılımı ve pırtımı toplayıp paldır küldür kaçarken, yaşamayı kutlanası neşeli bir panayıra benzeten diğer şairin ruh halinden bi b.k kavrayamadım.. ki hakimlere soracak olursanız, önemli olan yaşamın kutlanası neşeli bir panayır olduğunu görüp bunu onaylamamızdı.
bazılarımız okuduklarını çok iyi anladı aslında..
ve anladığımız şeyler hiç hayra alamet değildi..
an itibari ile girmeye çalıştığımda http://sexfucksex.mybrute.com/ sayfasına yönlenen.. kendi bilgisayarıma bir şekilde virüs mü bulaştı yoksa canım sözlüğüm hack mi yedi bilemiyorum ama çıldıracağım.
ek: kendine geldi yeniden.
ek 2: eyvahlar olsun.. hack yedi.
ek 3: gene düzeldi. kesin ek 4 gelcek gibi bu gidişle o yüzden hazır edeyim şimdiden. bu ne be?!
keşke hiç nobel almamış olsaydı diyorum bazen, haketmediğinden değil, hayır; eskiden bu başlıkta insanlar kara kitap'ın büyüleyiciliğinden konuşurdu, bir sinema filmi tadında da olsa yeni hayat'ın sürükleyiciliğinden ve diğer kitaplarından.. eskiden de farkındaydı insanlar orhan pamuk'un eksiklerinden, ama nobel'den önce hiç değilse oturup orhan pamuk'un eliyle gösterdiği yerde ne olduğuna bakar ve tad alırdık, saçma bir şekilde gösterdiği yere bakmak yerine tam tersini yapıp ellerine bakıp da "tırnakları da çarpıkmış lan" demezdik.
orhan pamuk'un avukatı falan değilim ama türkçesinin bozuk olduğunu söyleyenlere de şöyle karşılık veririm: anlatılan şey, şeyin nasıl anlatıldığından daha önemlidir bence ve özellikle kara kitap'ın eşi benzeri görülmemiş köhneliğiyle orhan pamuk harika bir düşperesttir.. düşperest olmak zor iştir. yazar olmak kolaydır. de'leri da'ları ayrı yazmak, devrik olmayan cümleler kurmak.. dikkat ettikten ve çalıştıktan sonra bunları bir embesil de yapabilir. bakın öss'de derece yapanlara, işlerinin en ehli olanlara.. toplum normlarına göre sonderece başarılı olduğu halde, özgün düşünebilme becerisinden yoksun angutlar sarmış etrafı ve bu döngü her zaman için farklı olanı aşağılamaya, anlamamakta diretmeye yatkındır: çünkü insanların yüzde 89'u fabrika üretimiymişçesine defaulttur, değiştirilemez özellikleri vardır ve bütün bu şempanzeler içinde orhan pamuk, huzursuz olmanın, yıkımla dolmuş taşmış siyah beyaz bir istanbul manzarasının insanın ruhunda nasıl çarpıntılar yaratabileceğini ve bunu nasıl anlatabileceğinin farkına varmış az sayıdaki kişiden birisidir. varsın cümleleri bozuk olsun, şartlandırma yöntemiyle en zor yetenek sınavlarından köpekler bile geçebiliyor. ve sizin düşüncelerinizin tersinde bir şey söyledi diye birisini linç edecekseniz, egonuz artık semaya yükselmiş demektir.
"bir tarafa ait olma güdüsü"nün ihtiyaçlarından oluyor bu ilkellik hep. orhan pamuk'un sözde ermeni soykırımı konusunda söylediklerine ben de karşıyım ama, nobel konuşması sırasında bu herif babamın bavulu konuşmasını tamamladıktan sonra kağıtlarını katlayıp, gözlüklerini çıkarıp, orda oturmakta olan kralın ve konukların arasında kendisini görüntüleyen en yakındaki kameraya dönüp buğulu gözlerle ve bozuk bir türkçeyle, "ve buradan geber marla singer ile bütün ailesinin de allah belasını versin, thank you dear friends" deseydi de bunlardan farklı düşünmezdim.
yüzüklerin efendisi filme çekildikten sonra çoluk çocuğun bile gandalf'dan bahsetmesinden dolayı gerçek tolkien okuyucularının kendi içlerine çekilmesi gibi bir durumu yaşattı orhan pamuk'un nobel'i alması.. siz daha hala şusu eksik pusu eksik diye konuşa durun, istanbul'u ve huzursuz olmanın ne demek olduğunu pek az kişi onun kadar güzel anlattı.
kara kitap gibi bir kitabı yazmış birisinin hayal dünyasına ve içinde yaşadığı şehri algılayışına her zaman saygı duyarım, kişiliğine saygı duymasam bile, ki resimde görülmesi gereken asıl nokta da budur.
kimindi bu laf hatırlamıyorum ama aşağı yukarı şöyleydi: "bana içinizden en dürüst adamı getirin, onu darağacına götürmek için on neden bulayim."
insan yeter ki bir kişiye ya da birisine kafayı taksın, artık bütün doğruları yalan olur o lanetlenmiş kişinin.
afrika'nın yeşil ormanlarla kuşanmış adı meşhur vadisi (adı meşhur diyerek vadinin adını unuttuğunu gizlemeye çalışıyor burda yazar) kuraklıkla eriyip tükenince, muzsevicikıllıtüylü atalarımız da çorak bir toprak örtüsü üzerinde daha hızlı hareket etmek için ellerini sktir edip ayaklarıyla yürümeye başlamış ve pırpır ederken canlandı "ellerim bak boş" kaldı durumu da bizlere zeus gökten şimşekler çaktırırken evrimin kapılarını aralamıştı. bu noktaya kadar güzel bir akşam için her şey ok mi?! ok..
fakat şu son geldiğimiz nokta beni biraz geriyor, çünkü bizi sıçrama tahtasına koyup muz yemekten kurtaran boşta kalmış ellerimiz artık boşta değil; tv kumandaları, nintendo joystickleri, aynanın karşısında boyun 45 derece yan yatmış pozlar çeken fotoğraf makineleri, otomobil direksiyonları ve pc mauseları ile tıklım tıklım, öyle ki an oluyor elimizle neyi tutacağımızı şaşırıyoruz. tuhaf olan: bu şeyleri tutmadığın zaman kendi türdeşlerinle uyum sağlayamıyorsun, kendi türdeşlerinle uyum sağlayamadığın gibi bir de ilk günden bu yana her saniye var olmuş olan ak sakallı yalnızlıkla da uyum sağlayamıyorsun.
kimi hayvanlar sosyal, kimileri ise tek yaşar.. ama kendini beğenmiş sosyologlar "insan sosyal eylemlerinin toplamıdır" gibi bir saçmalığa inansa da, bazen insan ikisi de olamamıştır. evrim, yaşamak için yemek yemeyi zevk verici ve en temel korkularla türünü devam ettirebilmek için üremeyi orgazm gibi bir doyumla haz verici şeyler haline getirirken, hayatta bazen bütün bunların farkına varıp "bunları bilmek bir halta yaramıyor" demekti.
milyarlarca yılın ve karman çorman hücre birleşiminin bizi getirdiği soylu ve asil sonuç: bana ne ya! uyicam ben! bugün okula gitmek istemiyorum!
bu sabah sırf anlatacaklarım bitmedi, daha yeterince bıkmadım diye sabahladıktan sonra küçük esatın eski bir evinden çıktım sokağa. sabahın 7.30'unda sessizlik vardı sokaklarda, demek ki hala konuşmamanın anlamlı olduğu saatler duruyor dedim kendime. telaşla yetişilecek yerler olsa kocatepe camisine insan kusacak, insan tükürecek bir merdivenden düştüm sokağa yürüdüm. koyun avına çıkmış kurtlarla göz göze geldim, taksi kullanıyordu hepsi de. "belki binmek istersin, iyi düşün?" diyorlardı. belki ağızlarını bile açmadılar ama çok net bir şekilde içlerinden ne geçirdikleri ilk taksi icat edildiği günden bu yana apaçık belliydi ve ben apaçık şekilde, beton içine gömülmüş ağaçlara görücü usulü kendimi sunuyordum. olgunlar sokağı yine geceden kalmıştı, ağzı içki kokuyordu biraz. sokağın ucunda gece tam 3'te kahkaha atmış bir kadının gülücük izi dalgalanıyordu, bir zafer kutlaması gibi. zaferleri hastalıklı bir kaybetmişlik hissiyle karşılamaya alışkın bileklerimden güç alıp suskunlukla karşıladım geceden arta kalanları. kaçınız bilir bilmiyorum ama, sabahın ilk ışıklarında gece çok gevezedir bütün coğrafyalara..
olgunlar sahaflarına ait kitaplar gene demirden kutular içerisinde bağıra çağıra okunmayı bekliyordu. çöp tenekesinin yanına fırlatılmış "ilkokul matematik 4" gibi bir ismi olan kitabın kulağına eğilip, "sahi okunmaya değer bir şeyler birileri hala yazıyor mu?" diye sordum, "sen yazana kadar kimse yazamayacak" dedi bir panik havası gökyüzünde. evrenin dili matematik olsa da, ve pi filmi çok güzel olsa da, bir matematik kitabı hayata dair hiçbir halt bilemezdi zaten, yalan söylüyordu. yemin etmişçesine istisnasız hepsi koyu renkte hacı takkesi gibi bereler takmıştı belediye işçileri, çöp kutularından kediler düşüyordu ve büfelerin içinde adamlar vardı, adamlar bekliyorlardı, beklemenin görevleri olduğunu bilerek.
elçiliğin önündeki polis bu sabah yoktu. elçi'nin karısıyla aşk yapıyordu belki de. elçiliğin yüksek korkuluklarının uçlarındaki sivri sivri hiç insancıl olmayan çıkıntılar, uyuz sıkıcı politik ağzını bırakacak olursa açık açık, "sktir git uzak dur burdan!" diyordu resmen. "simeeethhh" diye bağırdı simitçi, hamur işi şeyler yemekten kıt zekalı büyümüş olmamız hiç umurunda değildi, benim de onun nasıl para kazanacağı hiç umurumda değildi ve gelmiş geçmiş bütün seçimlerde anarşiye gözüm kapalı oy basmaya devam ediyordum çünkü üzerinize afiyet iskenderiye kütüphanesinin yandığı günden bu yana üzüntümden kuduz olmuştum ben. kuduruyordum gecelerin üzerinde.
yürümeyen merdivenler yürüyen kuzenlerini kıskanıyor muydu bilmem ama ben her erken sabah vakitlerinde üst geçitten geçerken o dilenciyi aynı yerde bir battaniyenin altında uyur halde görürken onu acayip kıskanıyordum çünkü bir sabah uyandığında dirilme ihtimali vardı onun. bir sabah nefes alır bir şekilde kalkma ihtimali vardı betonun üstünden ve benim sıcak yatağım ve rahat bilgisayar koltuğum ve gene daha rahat bar koltuğu üzerinde artık dirilebilmem için neredeyse hiçbir umut kalmamıştı. bir zamanlar umutsuzluk bir umuttu ve çok güzeldi.
"23 nisandan dolayı bugün uykusuz gelmedi!" dedi büfeci, "allah kahretsin bütün çocukları!" diye bağırdım yüzüne, anlamadı, "o dil hala konuşuluyor mu yeryüzünde? dikkatli ol!" dedi üzüntüyle.. tayyyip sırıtıyordu pis sırıtkan reklam afişlerinin pis sırıtkan parıldak ışıkların sırıtkan yılışıklığında, delirip kafamı sola çevirdiğimde güvercinler yürüyordu yerlerde, kaldırımları belki de kaldırım çizgilerine basmadan yürüyen bir melankolik kadar çok seviyorlardı belki de. "benden de çok seviyor musunuz kaldırımları, doğru söyleyin, kızamam size dostlarımsınız" dedim, uçtu gitti hepsi, yedikleri susamlar yarıda kaldı diye kalp krizi geçirdim adettendir diye.
adettendir diye oturup yazacaktım uykusuz uykusuz, uykusuz da bu uykusuz dergisi nerdeydi yoktu, yecüc mecüc yeryüzüne gelmeden bitmeyecek bir inşaatın yanından geçiyordum, hiç bitmeyecek bir inşaatın üzerine koskocaman atamın resmini asmışlardı. otobüsler geçiyordu yanımdan, voltran gibi birbirine geçmiş insanlar geçiyordu otobüslerin içinden. sokak lambalarından birisi babil kulesiyle yarışa girmiş gibi uzamışta uzamıştı, çok yüksekti; her gün batımında gökyüzü kızıla boyanırken "daha hala bulutlara dokunamıyorum" diye gözyaşı döktüğünden emindim namussuzun, namussuztu çünkü benim fantazilerimi çalmaya kalkışmıştı işte.. ve o direk gerçekten çok büyük, çok uzundu, neden?!
güvenpark çiçekçilerini görünce hapşurmaya başladım. hapşuruk tuttuğundan değil, sırf "çiçeklerinizden de sizden de nefret ediyorum" demek için hapşurmaya başladım. hayatımda tek bir defa birisine çiçek almıştım ve o kişi o papatyaları eve götürüp de poşetinden çıkarmayı unutunca ve aradan 1 hafta geçtikten sonra çiçekler poşetin içinde kuruyup leş gibi bir koku yaydıktan ve o kişi bana bunu güle güle anlattıktan sonra kimse çiçekleri sevmemi de bekleyemezdi benden zaten mazeretim var asabiydim.
50 kuruşa satılan portakal suyu içiyordu ulu orta herkes.. vitamine neden ihtiyaçları var ki? diye düşünüp düşünüp işin içinden çıkamadım. insan sabahın 7sinde işe gitmek için uyanıyorsa bence portakal sularına ve midede asit yapan asitsel vitaminlere de ihtiyacı yoktu. polisleri görünce kafamı önüme eğdim, biraz da alışkanlıktan ve sevdiğimden yere bakarak yürümeyi. polisleri görünce gene alışkanlıktandır diye terledim.
dolmuş, deli bir belediye başkanı gelip de kesene kadar ağaçların gökyüzünü sonsuza dek kapattığı bir yolda yürürken yıllardan beri ilk defa sokakta yürüyen liseli bir kıza baktım ve içimde hiçbir kötülük olmadan bacaklarının en derin ve lezzetli yerlerinden ısırdım, parfüm kokusu içinde kaldı dolmuş. dalgalandı kalabalık, "beyler ittirmeyin" çağırışları yükseliyordu ki, yaşlı bir teyze azarlarcasına "yapma evladım yapmayın" deyince bitti her şey. genel kurmay başkanlığı'nın önünden geçerken atamın resmi gene çıktı karşıma, bu kez ellerini arkaya atmıştı, "paşam yani ama bu ne hareketlilik, maşallahınız var, iyi gördüm sizi" dedim düğmelerimi iniklerken.
askerler nöbet tutuyordu; çocuklar büyüsün diye, büyüsünler de onlar da askere gitsinler diye, gitsinler de şanslılarsa(!) şehit olsunlar diye..
insanlar vardı.
sabahın 7.45'inde işlerine gidiyorlardı;
kahve ve sigara içe içe sohbet ederek geçen bir gecenin ardından,
ben gene uyumaya eve giderken.. gülüyordum;
faturasını ödeyemeyeceğim günlerin çok yaklaştığının farkındayken..
sinema ve çizgi film tarihinde "gözleri pörtlemiş, saçları arap saçına dönmüş ve elektrik kıvılcımları saçan şalterlerle fütursuzca oynayıp dururken 'nihihoahaha!' diye histerik kahkahalar atan çılgın biliminsanı" tasvirleri yaratılırken senaristlerin en çok beslendiği kişilerden birisi olmuştur. dünyanın tesla'ya uygun bulduğu rol işte bu!..
gerçek: dünyadan saygı bekledikçe şamar oğlanına dönüştürürler insanı.
lisedeyken falan pek haberimiz yoktu bu dahiyane kişiden. yine lisedeyken nefes alıp veren odunların ne kadar kalabalık olduğundan ve hiçbir şeyin hiçbir şeye yetmeyeceği günlerin geleceğinden de haberimiz yoktu gerçi. okul kitapları kendisini pek iplemezdi, ama zaten bu durumun zerre kadar tesla'nın umurunda olduğunu da sanmıyorum. tesla'nın tek umurunda olan x'ti.
okul kitapları: 69. sayfadaki serbest okuma parçası'nın değeri 3.14 olarak alınacak!..
bu süpersonik insanın çalışmaları general electric tarafından atomlarına ayrılmasaydı, kendisine hobi olarak virüslerle arkadaş olmayı seçmiş laptopumun jarjı da bugün iki de bir bitmeyecek, ücretsiz wireless internet hizmeti sunan alışveriş merkezlerinde popom uyuşup da taş kesilene kadar downloadın dibine vurabilecektim böylece..
biterken:
yazıların hepsini okudum ve edison, sen haksızsın ibne!
kendisiyle yeni tanıştık ama şimdiden diyebilirim ki, birazcık kafası güzel bir uygulama. daha sözlüğe geldiğim ilk günde geçen haftanın dikkat çeken entryleri'mde 4 entry birden belirdi. daha yazar değilken bile geçen haftanın dikkat çeken entrylerini oluşturabiliyorsam, yazar olduktan sonra ortamı hoplatırım diye düşünmeye başladım içten içe. birazdan da hesabımı 3 aylığına kilitleyip "geçen yılın en beğenilen entryleri"ne girmeyi planlıyorum. bakalım neler olacak sarı odalarda.
edit: pazardan pazartesiye geçişi unuttuk tabii.. benim halt yemem. geçen haftanın dikkat çeken entryleri uygulamasından özür diliyorum ve dikkat eksikliği için aile doktorumuz necati sağbırakmaz'a derhal baş vuruyorum.
nevi şahsına münhasır bir yazarmış, sözlüğe gelir gelmez ilk gözüme çarpan yazar oldu. komik ama içi dolu yazıyor, ki bu da nerden baksan ormanda on kaplan gücü demek oluyor. güzel hareketlenmeler oldu bende.
sürekli yanınızda olmasına rağmen kendisinden ve kendi hayatından hiç bahsetmemesinden mütevellit, hakkında pek de bir şey bilmediğimiz, hırlı mıdır hırsız mıdır kestiremediğimiz sevgi yumağı. pardon.. alışkanlıktan öyle çıktı ağzımdan.. sevgi değil, pis elektrik yumağı, deli edesi duygu protonu.
soru cevap yöntemiyle bu şeyi daha yakından tanıyalım şimdi;
1. soru: iç sıkıntısı ne ister?!
cevap: iç sıkıntısı canınızı ister. iç sıkıntısı kan ister. isterseniz bunu gidin sıfıra vurduğunuz saçlarınızın arasından, isterseniz de "hiçbir şey yapmak istemiyor canım"dan bulun ama o kanı bulun arkadaşım! iç sıkıntısı teklik öğrenci biletlerini yırtmak ister. iç sıkıntısı misafirliğe gelmiş amcalarınız, halalarınız, acayip kuzenleriniz karşısında çıkarıp pipisini göstermek ister.
2. soru: iç sıkıntısıyla ne yapılır?!
cevap: iç sıkıntısıyla gerdeğe girilmez. girerseniz de bu sizin için pek hayırlı olmaz. iç sıkıntısıyla bira içilir ama öpüşülmez. iç sıkıntısıyla kulağınıza yeni bir delik açabilir ya da saçlarınızı kısacık kestirebilirsiniz.. bu iç sıkıntının pek hoşuna gideceğinden gece aranızda bir elektriklenme olabilir, hazırlıklı olun.
3. soru: iç sıkıntısını kim bulmuştur?!
cevap: babamın bulmadığı kesin. son 23 yıldır herifin yüzünde tek bir duygu belirtisi görmedim.. iç sıkıntısını bulmuş olsa olsa, türkler bulmuştur. tarih kitaplarında yazan, "türkler asyadaki elverişsiz yaşam yüzünden batıya göçmüştür" lafı büyük bir yalandır. türkler iç sıkıntısından köpek gibi kudurdukları için göçmüşlerdir. iç sıkıntısı öyle büyük ve aman vermez bir şeydir ki: anadoluya geldiklerinde hala sıkıntıları geçmiş değildir. bu yüzden, "gelin lan biraz da şuraya gidelim" diyerek avrupaya geçmişler ve ukrayna civarında aradıkları ulvi şeye kavuştuklarında o rahatlamışlıkla gerisin geri anadoluya püskürtülmüşlerdir gariplerim.
4. soru: iç sıkıntısından nasıl kurtulabiliriz?!
cevap: eskiden olsa bu soruyu belki kısa süreli bir tatille ya da iyi bir kitapla ya da türlü türlü sanatsal aktivitelerle veya içerek veya sevgili bularak diye cevaplardım ama artık bunların işe yaramadığını biliyorum.. cem yılmaz'ın da dediği üzere, küveti sütle doldurup kıçımıza buzlu badem sokalım bence. diğerlerini denedik ve işe yaramadı. bu iyi gelebilir.
5. soru: i. melih gökçek'de iç sıkıntısı var mıdır?!
cevap: you're exactly right!
yıkımın, insanoğlu tarafından asla kabul edilemez ölüm gerçeği ve ıslak doğum sıkıntısı arasında bir yerde evrenin gerçek konularından birisi olduğunu yüzümüze yüzümüze çarptı.
bütün dünyadan kaçtığım odamda oturmuş star trek'in gelmek bilmeyen filmine ait fragmanını birmilyonsekizinci defa ağzım açık izliyorken ve enterprise'ı inşa edilirken izlemek "bu dünyadan kaçıp gitmek" histerilerinde ormanda on afrodizyak etkisi yaratırken ve "space; final frontier!" sözleri kalbimi sıkıştırıyorken, caprica da odyssey destanındaki troya'ya nanik yapıp şeytanı bile kıskandıracak bir alev banyosunun derinliklerine gömülmüştü.
çığırtmalar uçurdum yazmıştım uçurtmayı vurmasınlar sözünü ilk duyduğumda, galactica zamanda ve mekanda new caprica'nın yer kabuğuna doğru milyarlarca hızla düşüyordu, yere çakılacak diye kalbim duracaktı neredeyse, kalbim artık yaşamanın heyecan verici bir şey olduğunu unutmuşken. yedi yaşımdaydım, "hiçbiriniz masal anlatmasını bilmiyor mu!? hepsini mi unuttunuz?" diye kükrüyordum dedelerime ve ninelerime. kırmızı başlıklı kızı anlatan anneme kızıyordum, biliyordum can yakacak destanların artık bütün uluslardan saklandığını, geceye dair bütün masallar unutulmuştu ve pegasus, cylon ana gemisine haşmetle çarpıp paramparça olurken gılgameş destanından kaçırdığım gözyaşlarımı bu kez yıldızlara ait destandan kaçıramadım.
baltar kayalıklar madonnası ile birlikte metalden bir kayalık üzerinde hemen arkasında duran isa ile yıldızlardan düşen ulusa karanlık bir vaaz veriyordu, otel odasının çekmecesini açtığımda elime yanmış tevrat ve incil ve kurandan küller bulaştı, içkiler bitmişti her yerde, elimdeki kahveyi gösterip "sarhoşken içki bittiğinde kahve ile içmeye devam etmesi çok zevkli aslında!" diye bağırdım adama'ya, duymadı. kendini ortadoğuya atmış bir besteci bütün geminin koridorlarını ışığa bulayıp all along the watchtower ile supernovaları harekete geçirirken, ben de her fırsatını bulduğumda caprica altının üzerinde boşalmadık tek bir hücre bile geriye bırakmıyordum, cinayet mahalline geri dönen katiller gibi ayın 13'üne rastlayan her cuma'da kutup ışıklarının altına yatıp, "işte bunları tahmin edemedin hergele seni!" diye asimov'un yüzüne karşı pis pis sırıtıyordum.
kobol tanrıları akşam beş çayına geliyordu odin'in bahçesine, pan ile el ele verip tıpkı eskiden olduğu gibi bir pagan ayinini kutlarcasına sevişmeye devam ediyorduk caprica altı ile ve benim avalon üzerindeki bütün bahçelerim yanmaya devam ediyordu. "sus n'olursun sus!" diye bağırdım, "sen hiç kutup ışıklarını gerçekten görmedin ki!" diyen arkadaşımın yüzüne.
"perilere inanmıyorum" dediğimin sabahında, sokaklarda köpekler tarafından parçalanmış indigo çocukların cesetlerini buluyordu çöpçüler. "yeni bir şey değil bu" dedi boğazda gemi kaptanlığı yapan amcam, "her sabah boğazın sularında üç dört tane parçalanmış tanrı ceseti buluruz biz, bu arada hangi gemiyle karşıya geçtin?" diye soruyordu sonra, "galactica ile karşıya geçtim amca" diye cevap verirken elimde tuttuğum kahvenin içinde ölüp gitmek istiyordum aslında ve aslında bazen tunalı barlarının tuvaletine sadeleştirilmiş bir kapı zilinden kendi ellerimle hazırladığım sahte bir "dünyayı yok et butonu" yapıştırıyorken kaç kişinin sarhoş bir şekilde o butonu görüp de güldüğünü ya da korktuğunu asla bilemeyecek olmak canımı sıkıyordu, canımı sıkıyordu uzay gemisindeki değil, yağmurun altındaki yalnızlık.
ve işte her şeyin böyle böyle sonu gelirken, explosions in the sky dinleyip de kafa(m)bindünya şekilde bu galaksiden bir başka çağa ağıtlar düzmemem, caprica altı ile düzüşmeyi istememem ve bazışeylerbaşladığındaaslındaçoktanbitmiştirgiller'den birisi olmamam için geriye hiçbir sebep kalmamıştı. sonne'nin video klibinde annemin tatlı masallarına karşın pamuk prenses'in ne tatlı bir bdsm tanrıçası olabileceğini fark ediyorken, işte böylece yıldızlar üzerinde uçuşup gitti bütün arthur c. clarke düşlerimiz de.
so say we all dediğimizde çocukluk etmiyorduk, başından farkındaydık, evrende geriye kurtarılmaya değer hiçbir şeyin kalmamış olduğundan ve muz kabuklarından ve delirmelerden. dolmuş şoförünün yüzüne baktıkça, on üçüncü kabilenin artık bu dünyada olamayacağına yeminler ettim, gene de sihirli yedi rakamlarından bahsetmeye devam ediyordu sahaflara sıkışmış bazı herifler,
binadan dışarı çıktığımda kar yağıyordu. bütün gün "daha en başından galactica büsbütün cehennet'in merkezi olabilir miydi?" diye söylenmiştim, binadan çıktığımda dışarıda kar yağıyordu, kulağımda çalan all along the watchtower'ı dinledikçe onlardan, yanımdan geçenlerden ve birlikte yaşadıklarımdan birisi olmadığıma yeminler edip yürüyüp uzaklaştım korkunçluklardan ve şeylerden.
(not 2: bu yazımı daha önceden birkaç yerde daha yayınlamıştım, buraya da eklemek istedim)
görmesi, fark etmesi vakit alıyor, fakat yazıda en çok hiçlik saklanır, vakti geldiğinde kedinin kumunu değiştirmeyi unutmamak gibi bunu da unutmamak lazım geliyor.. bütün sanatların var olma sebebinde yer alan 'boşluğu ve değersizliği örtme' endişesinden fazlasıyla nasiplenmiştir edebiyat. insanın yalnız kaldığı her dakikada, her konuşmada, her suskunlukta, her kırılan yeminde ve her yaşlanışında yokluk yer alır; eğlenenler, gülenler, dans edenler neyi anlatır bu muallaktadır fakat, bazılarının 3000 sayfa boyunca anlattığı tek bir şey vardır; hiçlik.
ki en çok onlar göçüp gitmek istemiştir.
bulmacadaki gizli resim hiçlik. 100.000. geleneksel pazartesi beyin ölümü gerçekleşirken, anlatacak bir şeyiniz kalmadığını alttan alta sezinliyorken ve deliliğin bile artık basite indirgendiğini fark etmişken, bütün yazıların, kelime oyunlarının bağırdığı tek bir şey vardır; hiçlik hiçlik..
ama hiçlik manasızlık demek değildir!
bizim bildiğimiz anlamdaysa, mana hiç var olmamıştı bile olasılıkla, dervişlerin bütün o yüce sözleri içimizi rahatlatması için ortaya atılmış kıçtan uydurma şeyler değil miydi? hangisi gerçek anlamda gaybın kapılarını açabilmişti bizlere? ve bilenlerin hatırladığı kitaptaki gibi, yeniden soruyorum; kış gelince parktaki kuğular nereye gidiyordu?
"yazmak buna değiyor mu?" diye sormuştu değerli birisi.. bir yazı ne kadar iyiyse, yazar da o kadar yorgun ve yenik ayrılır yazdığı topraklardan. bunda bir gariplik yok; iyi bir yazı yazarını öldürür. "bu takasa var mısın?" diye sormuştu, "yazmak buna değiyor mu?" yemin ediyorum ki, hiçlik olduğu sürece bu takasa değiyordu, çünkü her seferinde daha içten ölüyorum. bağırırken, kahvem dilimi yakarken, gece yatağımdan aklıma gelen bir şeyi not almak için kalkmak durumunda kaldığımda ve yabancılaşırken, başkalaşırken ve kendi sınırlarıma dayanmışken yazmak her şeye değiyor,
yaza yaza her şeyini yitiren birisinin sonunda bütünüyle özgür kalabilmesi için çırpınıyor evren. sevişmek için soyunduğunda çıplak kalamıyor yazım, çünkü hüzün var üzerinde, asla çıplak kalamıyor, hüzün var dedim ya, hiçliğin silah arkadaşı.
elimi nereye çarpsam ama, diğerlerinde sadece hüznün robot resimleri.. ilk kim görmüş belli değil, bütün ilanlarda robot resmi asılı hüznün. onların onların onların!....
bugün yeni bir oyuna davet ediyorum kelimeleri ve içimdeki bütün garip gülüşleri! oyunun adı, "kim daha garip?" olsun.. kazananın ellerine kekikle terbiye edilmiş süpersonik nanoteknoloji harikası minimalist bulut taneleri dökülsün.
yol yeniden bitti; kedinin kumunu değiştirmeyi unutmayın!
yeryüzündeki en üzücü görüntülerden birisidir bu. tarihte, pakette kalan son sigaraya bakarken dona kalan, bitkisel hayata giren, hayatın anlamını çözen, dili düğümlenen, kekeme olan sayısız kişi vardır. az dostluklar bozulmamıştır bu yüzden. vakti zamanında bütün bir gece boyunca hamlet'i kaldığı yerden yazmaya devam etmeyi planlayan şekspir'in paketinde kalan son sigarayı görüp, "hay ama olmaz olsun böyle iş!" dedikten sonra gözlerinden boncuk boncuk yaşların süzüldüğü rivayet olunur. hamlet işte böylesine korkunç bir psikolojinin içinde yazılmıştır.
misafir oturmalarına giden insanlar için, uyku vakti.
şairler için, yaşamın gerçek konusu. tutunamayanlar için, kan pıhtılaşması. huzursuzlar için, göğüste tatlı bir ağırlık.
ve bilge karasu efendi için, düş görme vakti.
bazı evlerde 3 tane birden vardır. evin kendisi -ki mesela bizim ev bu- 102 metre kare diyelim.. ama balkonları birleştirdiğimizde ev nerden baksan 50 metre kare daha genişliyor. durum böyle iken, neden 1 balkon yapıp evi daha geniş ve ferah tutmaz deli olup deliresi yetkililer anlamam. demek ki istek var. istek var mangallara ve daha çok çamaşır ipi asılacak boşluklara ve "aman kedi balkona mı çıktı?" paniklemelere.
diğer yandan.. eskiden, akün sineması diye bir şey vardı. buranın bir de balkon kısmı vardı. çocukluğum bu balkon kısmında oturup film izlemekle geçti. tam ben büyüyüp, babamla sinemaya gitmekten nefret ettiğim sıralarda ise akün kapandı, çok acayip oldu, yukarda birisi sesime cevap mı verdi ne!
balkonlar yorar beni. yordu da. şimdi.. kedi hangi balkona çıktı bu kez!? tutun gene kaçacak!..
endless ailesi'nin yedi üyesinden birisi.. tıpkı sandman gibi pek çok farklı ismi bulunur. kainatın ilk gününden en son güne dek olan biten her şeyi yazmakla görevlendirilmiş tanrılardan birisi. raistlin kanlar içerisinde kapısına dayanmıştı..
çocuklukta eğlenilen şarkılardan birisiyken, zamanı geldiğinde, o an geldiğinde, büyümüş tosun olmuş bütün kuşaklar için çok acı anılarla dolup taşan ve çocukluktaki gibi artık eğlenilemeyen şarkı.
bir bar masasında oturursun şimdi. kimsenin sesi eskisi gibi kaygısız gülüşlerle dolup taşmıyor. kalanlar gidenleri anar. kalanlar yollara ve diğer şehirlere söver..
kalanlar bütün ayrılık kokan mevsimlere kafa göz.. ve hiç eksik olmaz, "zamanımız varken ayrılmayacaktık; dağılmayacaktık, zamanımız varken o sözleri gerçekleştirecektik.."
kalanlar yeterli vaktin olmadığından şikayet eder artık. kalanlar başaramadıklarını ve masadaki birkaç kişinin yüzüne, geçmişten konuşmanın o özlem kokusuyla cinayet gibi hevesler çalınır ve tam o sırada lanet şarkı çalmaya başlar, buruk mu buruk acı bir gülüş yayılır masadakilerin yüzüne.
kalanlar gidenler düşenler yükselenler.. şimdi herkes bir küfürdür..
those were the days, my friend
we thought they'd never end
those were the days, my friend
we thought they'd never end
those were the days, my friend
we thought they'd never end
ayrılıktır büyütür, sidik kokusunun bastırdığı dumanın altında ise "yabancılaşmadır" göbek adı.
bugün değil ama zamanın hiç olmayacak, hiç çekilmeyecek bir noktasında sen de ordaydın, bense köşede sigara içip öylesine laf olsun diye veya sadece birisi bunu yapmalı, ne olursa olsun birisi bunu devam ettirmeli diye 'yere bakarak dertlenen' eflatun atkılı kişiydim, fark etmedin beni.
edebiyat, tren garında büyüyen koca bir dünyaymış, yolda aklına gelenlermiş.. geçtik artık bunları di mi? bütün melankoliyi yitirdik. hiçbir şey yaşayamadığını ve hiçbir şey de olmayacağını düşünürken haklıydın, şiir yazılacak zamanlar da geçti, eskiden olsa ama, taşardık, hatırlıyorsun di mi, ne çok taşar, ne çok düşünür, ne çok sancır ve ne çok severdik..
tren garı artık sadece boş bir suskunluk, "paslanmış metal kokusunun arasından siyah beyaz bir fotoğraf gibi insan yüzleri düşüyordu" diye betimlemelerde bulunmayacağım, neyini anlatayim, ikimiz de ordaydık ya, gördük işte, bir şey olmadı, hiç kimse gelmedi ve ayrılabilinecek hiç kimse kalmamıştı bile.
lafı biraz uzattım, rol yapmayalım, ikimizin de hayatını anlatmaya kalksak bile bu kadar satır etmez, bu kadar satıra değmez.. ama sadece, bir gece yarısı evinden kaçarak tren garında istanbul'a gidecek ilk treni beklerken oracıkta ölüp kalan rus yazarın davasını devam ettirecek hemen hemen hiç kimse kalmadı, bunu bil istedim, bunu bağırmak için geldim.
her şey daha önce yaşanmıştı ve yeniden yaşanacak, uykuya yattığında, baygın düşündüğünde hepsi yeniden yaşanacak; hiçbir şeyin değişmemesinin sıkıntısı daha da büyüyecek ve ben orada beklemeye devam edeceğim.
son tren de gardan ayrılana dek. bütün yaslar ve yağmalar için oturup bekleyeceğim.
90'larda çok önemli bir boşluğu doldurmuş olan alacalı bir gemi. tayfası ve kaptanı ile birlikte dinlenmeye değer, kalbe dokunur sayısız öykü yarattı, sayısız okyanustan kimi zaman yara bere, kimi zamansa güle oynaya geçti ve en sonunda da derin bir dinlenmeye çekildi. hala yerini doldurabilmiş bir dergi çıkmış değil. bir ara düşe yazma bunu başarabilcek gibiydi ama o da çabuk pes etti.
bir dakika için romantizmden çıkmamız gerekiyor şimdi. hiç hoşuma gitmiyor sisli dünyanın şiirsel anlatımından çıkmak, kendimi çıplak gibi hissediyorum, ama daha ileriye bir adım atacaksak bir dakika için yüzü asık ve akademik ağızlı çok övülen realist insanlar gibi büyük ve tuhaf konuşalım biraz.
güzel sözlerle büyüttüler bizleri. güzel kızım, yakışıklı oğlum benim diyerek delirttiler, kandırdılar bizi. ağlarsak meme verilir sandırdılar, bu yüzden bütün erkekler ağlıyor şimdi; kızları ise güçlü ve içine kapanık olmaya alıştırdılar, bu yüzdendir ki bütün kadınlar güç şimdi. "oyyy amann ne cicisin sen öyle oyyy" diyerek çocuk ağızla konuştular bizimle, "abu gubi dudi" diyerek küçük burunlarımızı sıktılar, yanaklarımızdan ısırdılar, annelerimiz kışın sokakta oynamamıza izin vermedi; bu yüzden gerçek soğuğu ve kara karın ağırlığını yüreklerimizde hiç bilemedik.
dünya hiçbir zaman kirli olmadı, dünya hiçbir zaman iyilik dolu da olmadı. dünyanın her zaman içi geçmişti, dünya çok güzel giysiler giyen ve yeri geldiğinde bir şarkı patlatan ağzı bozuk bir alkolikti, sıkıntıdan içiyordu, çok güzel ve çok çirkin olduğu için içiyordu. saman yolunun sol şeridinde ne de güzel içi bayılmıştı, anlatacak ne çok güzel şey vardı; intikam vardı, kaos vardı, kızıl yapraklar ve belediye park havuzlarında yüzen ölü sinekler..
ama bize gerçeği anlatmadılar, bizi gerçeklerle büyütmediler.. neye saldıracağımızı şaşırmamıza neden oldular. kimden şüphe edeceğimizi bilemez yaptılar, üstelik bize o yalanları palavraları sıkan ailelerimizi candan can bilip sevmeye devam da ettik.. ne kendimizi bilmezlik ama!
dünya.. o hiç kirli değildi ki. hiç kirlenmedi.
avlananları ve avlanmış kan kokan leşleriyle çok güzeldi. sonra midemiz kaldıramadı kustuk. kusmuklardan koca koca kitaplar yazdık, sonra onları okuyan diğer insanlar da kustu.
onun gibi yüzlercesi gezer bu dünyanın dar koridorlarında, ama isimleri franz kafka değildir işte, bu yüzden iplenmezler, kimse onların yaptıkları ve düşündükleri üzerinde durmaz ve franz kafka tarihteki ilk ve son huzursuz ruhmuş gibi yüceltilmeye devam edilir. haklılardır da, kafka büyüktü, ama o büyüdükçe binlerce başka insan altında ezildi.
her şey sona erdiğinde bütün konuşmalardan ve yapılanlardan ve yapılamayanlardan geriye kalacak olan tek içleniş.
ne kadar çok keşke diyorsan, o kadar çok kendini bileklerine çekersin ama en çok sessiz sessiz iç geçirenlerdir, keşkelerini kendinde saklayarak kendi içindeki vadilerde hiç susmamacasına tekrar tekrar keşkeler büyütenlerdir benliğinin katili.
keşke bu yazı derdimize derman olabilseydi.
keşke bu yazıda anlatılamayanı anlatabilseydim.
keşke bu yazı bütün yaralarını örtebilseydi. keşke bu yazıyı okurken gülebilseydin. keşke bu yazıyı okurken kendini kaybedip hiç düşünmediğin şeyleri düşünebilseydin.
keşke bu yazıyı yazarken ölebilseydim. evreni birbirine katabilseydim. bir rüzgar koparabilseydim.
bir aşk değil, keşkeyiz altı üstü. hep sandırılan keşkeler hayatımız.
keşke bir fırtınanın tam ortasına düşebilseydik şimdi. üstümüz başımız bulut tanesi..
şu günlerde, yıllar önce atıp kaldırdığınız yerden birden bire karşınıza çıkınca tarifsiz bir mutluluk hissettirebilen alet. geçenlerde çıktı karşıma, tıpkı eskisi gibiydi, hiç değişmemiş, hala kapağı kırıktı. "iyi ki değişmemişsin" dedim, ses etmedi. "olsun, ben gene de hala seni seviyorum, istediğin kadar sus" dedim.. gene ses etmedi.. aradım taradım, queen'in live magic kasetini takıp dinlemeye başladım.. şarkılar arasında yer alan geçişlerdeki sessizlikle büyüyen bant çıtırdamalarını bile özlemişim, zamanında ne söverdim halbuki.. sonrasında sıkılmaya başladım, istediğim şarkıya gelene kadarki vönn vönnn dönmeler içimi kararttı, "o kadar da özlencek bir şey değilmişsin" dedim, geri attım bir yerlere.. ileriki 5 yılda olası buluşmamıza kadar hoşçakal dedim.. "artık seni hatırlamak, seninle olmaktan daha güzel" dedim.. dedim de ha dedim.
çok güzel eserlerin olduğu gibi, bir ton çöp çalışmanın da yer aldığı site. son zamanlarda devianta çamur atmak, okan bayülgen'e burun kıvırmak ya da teoman'a "ıyy" demek kadar bir popülerlik kazandı. bir taraftan bu eleştirilere katılsam da, diğer yandan, deviantı böylesine çok kötüleyen kişilerin durumu tam olarak anlayabildiklerini de sanmıyorum. insanoğlu kendi bireyselliğini kazandığı ve en basit insanın bile bir şeyler üretmekte serbest olduğu günlere kavuştuğundan bu yana zaten sanat adı altında yüzde 90'nını çöplük şeylerin oluşturduğu eserler sarmakta etrafı.
pislik zaten vardı; kadın göğsünü, konvers ayakkabıyı, elini kolunu, sokak tabelalarını fotoğraflamak için yanıp tutuşan milyonlarca insan zaten vardı. fakat daha önceki yüzyıllarda bunun bu kadar yüzeye çıkmasını sağlayacak bir iletişim sistemine sahip değildik.
deviant bir sanat sitesidir özünde. ancak asla ve hiçbir şekilde, üyelerin çoğunluğu vakit harcamaya bile değmeyecek işlerini kendi sayfalarına koydukları için, deviant suçlanamaz. suçlanacak bir yer varsa, o da, herkesin içindeki boşluğu rezil ve başarısız olarak da olsa, bir şekilde dışa vurma sıkıntısıdır. baktığım resimlerin çoğunluğunu rezil şeyler oluşturuyorken, benim de en az sizin kadar midem bulanıyor..
ama yanlış yere atıyorsunuz suçu. rezil olan deviant değil. -ki zaten ne beklerdiniz ki? deviant'ın yayınlanacak fotoğrafları kendisinin seçerek büyük bir kısıtlamaya gitme haksızlığını mı uygulamasını?-
rezil olan dostlarım.. insanlardır. kendini daha çok geliştirme derdine düşmeyen ve ultra photoshoplanmış renklere bürülü resimlerinden tat alan insan ruhudur deviantı bayağılaştıran.
güzel ve keşfetmeye değer çalışmalar ise hala orada. sadece eskisinden de daha derinlere inmeliyiz artık. yeterince derine daldığımızda aradığımı şeyleri de bulacağız.
bütün gününü internette harcayan manyak olmak için gereken tek şey. bir bulaştınız mı bir daha hayatınızdan çıkmaz, çok fena bir sevgidir. eklenti delisi olursunuz, oturumu kurtar seçeneği ile zevkten saçınızı başınızı yolarsınız, download day partilerinde barbekü eğlencesine katılırsınız, omzunuz kaşınabilir bi de, bunun firefoxla alakası yok ama. arada kaşınıyor o.