konuşmanın mümkünsüz olduğu zamanlarda dahi car car konuşmaya bayılan meslek gruplarıdır.
-Sevgili sohbet etmeye çalışan dişçi; Be hayvanın evladı! ağzıma dana kadar matkap sokmuşsun, nasıl konuşayım ben seninle.
-Paraşütle atlarken adam bana diyor ki; ne iş yapıyorsun? Benim canım götümden çıkıyor adam neyin peşinde. Her yerini cırmıkladım tabii.
-Kulağıma 8 kalibre fön makinesi sokarken sorular soran kuaför, seni de unutmadım. Sen de az ipne değilsin. Efendim? Efendim? Neyyy?
Meraklısına (o kendini biliyor) not: bunlar da uydurmasyon anam.
bugün ne giymeseler: Çirkin ve/veya kısa kızlar hipster olmasın. Lütfen. Hayır zaten kazuletsin, bir de -sırf moda diye- saçları küt kestirip annenin sana hamileyken giydiği vatkalı orlon kazakları, yüksek belli pantolonları falan giyerek Endonezyalı çocuk bakıcılarına dönüşüyorsun.
-şarkıyı dinleyip, içlenen ergenlere tavsiyem şudur; elektrikli battaniye alın aslanlarım. 5 dakika fişe takınca her yer ateş olur. öyle, vay efendim kimse bana vermiyor, olaydı bir sevdiceğim sarılaydık ısınaydı hep buralar diye de ağlamayın. olur hepsi zamanla.
3 haftalık yarıyıl tatili hasebiyle evde götü yayıp oturmaya karar verdim. -'karar verdim' diyorum, neden? istesem başka aktivitelere de katılabilirim*- Mevsim normalleri, entelektüel hadiseler için son derece elverişliydi. yüzlerce kitap okuyabilir, binlerce film izleyebilirdim. bu soğukta başka n'apılır lan? Planım, seçtiklerimin tamamını okumak, izlemek ve yanı sıra bi dünya şey yazmaktı. Hey dostum bu harika olacaktı. Nihayet, uzun zamandır hayalini kurduğum sükuneti bulacak, son derece pastoral bir atmosferde, yediğim önümde yemediğim arkamda, hizmette sınır tanınmayan bir ortamda huzura kavuşacaktım.
Bu çiçekli düşüncelerle eve varıp kapıyı çaldım. "Açık, gir" dediler. ibneler. Ben 41 pare top atışı beklerken sanki bakkaldan gelmişimcesine sıradan bir karşılama beni, pek tabii derin kederlere gark etti dostlarım. Ama onları derhal affettim çünkü mahallede ne biçim de komik şeyler olmuş lan. Böyle sohbet dedikodu filan biraz vakit geçirdikten sonra ben derhal kitap okumaya karar verdim. Kaybedecek zamanım yoktu. Anneme, en davudi sesimle "Televizyonun sesini biraz kısar mısın lütfen valideciğim" dedim. "Niye travesti gibi konuşuyorsun" dedi. "Sigara mı içiyorsun yoksa, Takoz Mustafa'ya dönmüş sesin" dedi. Takoz Mustafa bizim komşu ama kendisinden bahsetmek istemiyorum. Sesini az çok tahmin ediyorsunuzdur diye düşünüyorum. Annemin beni eziklemeleri bununla da sınırlı kalmadı. Belirli aralıklarla, saçımı bokuna çevirişimden, böyle oturmaya devam edersem götümün kamyon tekeri kıvamına gelecek oluşuna kadar geniş bir yelpazeden saldırdı. Ayrıca televizyonun sesini de asla kısmadı.
Bu taarruza rağmen entelliğimden ödün vermeyerek kitap okuma çalışmalarım, Rilke'nin caanım romanının arasından Esra Erol'lar, Songül Karlı'lar fışkırmaya başlayınca son buldu. Kendimi doğaya attım. Atmamla bokumun donması arasında milisaniyelik bir fark var. Oğlum harbiden çok soğuk lan. Karların altında, biraz koşarsam belki ısınırım dedim ama amaçsızca koşmayı hiç sevmem. Bu yüzden kendime derhal bir amaç edindim ve tavuk kovalamaya başladım. Yakalarsam ne yapacağımı düşünmedim. Zaten bir türlü yakalanmıyor namussuzlar. Ama tavuk kovalamak gerçekten çok eğlenceli. Sonra işte onlar da ağaç tepelerine filan kaçınca bu maceram da bitti.
Gündüzler böyle böyle geçerken akşamları sıkışmışlığım ve kıstırılmışlığım daha da belirginleşiyor, içime afakanlar basıyordu. Belki derdime deva olur diye bir örgü gurusu olan annemden feyz aldım ve şişleri kapıp bir şeyler örmeye başladım. Ancak kalıplara sığmayan bir yapım olduğu için, annemin tariflerine uymayarak tamamen ruhumun yansıması olan sıpsıfır bir örnek icat ettim. Annem örneğimin adını 'hayvan sidiği' koydu. Bu hakaretten sonra ben de örmeye çalıştığım çorabı bir kenara fırlattım. Atkı da olabilir. Aslında ben eldiven olmasını umuyordum ama kısmet.
Ölü doğan örgü vakasından sonra artık nereye saracağımı şamşırmış vaziyetteyken aklıma müthişkulade bir fikir geldi. Pilates! Evet dostlarım, pilates yapacaktım. Madem roman yazamıyordum, bari harika bir götüm olsundu. Fakat o Ebru Şallı'nın ahırdaki ineğini sikiyim ben inşallah. Be hayvan kadın, ben ilk günden bacağımı ağzımın içinden nasıl çıkarayım? insan yapıyor bu egzersizleri!
Evet dostlarım, Şu anda her yerim tutuk vaziyette. Güzellik uğruna sakat kaldı haberlerine konu olacak kadar pert durumdayım. Tatilimin bitmesine 6 gün var ve bu süre zarfında başıma neler gelebileceğini kestiremiyorum. Yarın misafir gelecek. Ortamdaki insan sayısı 2'yi geçtiğinde, gözüne araba farı tutulan bir tavşan kadar katatonik olduğum için fena halde gerginim. Canım çok sıkılıyor. Olum kurtarın beni lan, sevgilimi özledim.
-hikayenin büyük bir kısmı doğru olmakla birlikte, eve uzak bir yerden dönüş yaptığım izlenimi yaratan cümleler bizzat götüm tarafından uydurulmuştur. zira, mütemadiyen evdeyim lan ben :(
"Hayatta asla anlam veremediğim şeyler: Göt kesen soğukta insanların birbirine kar atmaları, bunu yaparken eğlenmeleri, kara el sürmek, kar." mayonezseverim
"pantolonun altına giydiğim içlik, bana nereden geldiğimi hatırlatıyor." samihazinses
Dini veya kültürel gerekçelerle, erkeklerin cinsel organına yapılan cerrahi müdahale. şuradan detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Erkeklerde_s%C3%BCnnet ) neyse, dini vecibe gereği prepusu kesip atmışsın/atmamışsın işin bu kısmı beni ilgilendirmiyor. benim merak ettiğim asıl mesele şu; çocukların pipisinden bir parça deri kopacak diye neden onları Çırağan Sarayı avizesi gibi giydiriyoruz? hadi bunu yaptık; cinsel kimliği henüz oturmamış bu çocukların böylesine cafcaflı, süslü kıyafetler giydikten sonra gay olmasından niçin korkuyoruz? sizce de o görüntülerden sonra bu çok normal bir yönelim değil midir?
-bu arada verdiğim linki hiç gereği yokken sonuna kadar okudum sevgili dostlarım. boy boy sünnetli penis, sünnetsiz penis fotoğraflarını da döşemişler sağolsunlar, çok aydınlattılar beni. iğrencim gerçekten.
2008 yılının en iyi filmlerinden, aynı zamanda bana göre tüm zamanların kara mizah sahibi suç filmleri arasındaki en iyilerden biri olan In Bruges, Martin McDonagh imzası taşıyordu. 2010 yapımı The Guard ise kardeşi John Michael McDonagh'nın yazıp yönettiği ilk uzun metraj(imiş). Kardeş McDonagh'nın harika bir ilk film olan In Bruges'un izinden gittiği birçok yönden belirgin. Filmin gövdesine zarar getirmeyen, tam aksi o gövdeyi monoton klişelerden kurtaran yan senaryo tasarımları, gereksiz yere karmaşıklaşmaya çalışmayan olay örgüsü, baş karakterler arasında yaratılan kimya ve tabiî dengeleri bozmayan keyif verici bir kara mizah. Bu unsurların hepsi The Guard'da çeşitli şekillerde mevcut.
Ancak bu ortak yanlarına rağmen The Guard'ın bir In Bruges olamamasının en belirgin nedeni, In Bruges'daki suç matematiğinin karakterlere eşit oranlarda yansıyan dramatik ve mizahi izdüşümü üzerine derinlemesine nüfuz edilmemesi. Bu durum McDonagh'nın yeni bir In Bruges yaratma ihtirasına sahip olmamasına bağlanırsa ortada sorun kalmıyor. Yüklü miktarda bir uyuşturucu sevkiyatı, bu rota üzerinde işlenen birkaç cinayet, emniyet güçlerinin örtbas, yardım ve yataklık politikasına karşı duran irlandalı polis memuru ile Amerikan ajanının idealizmi filmin konusunu oluşturuyor. Bu sıradan ve sürprizsiz görünen gidişatı renklendirmek için elinden geleni yapan, iyi oyuncuların da yardımıyla bunu başaran McDonagh senaryosu, her ne kadar aynı yolun yolcusu olsa da In Bruges kadar büyük oynamayı tercih etmemiş, kendi yağıyla kavrulmayı seçmiş bir duruşa sahip. Bu tercihler de filme hep olumlu katkılar sağlamakta.
Bazı senaryoların kafa karıştırmak için filme süslü bir veya birkaç cinayet eklediğini, bu cinayetler sayesinde katilin polise ya da halka türlü mesajlar iletmeye çalıştığını gördük. Fakat o süslü bir veya birkaç cinayeti tamamen amaçsız biçimde sadece kafa karıştırmak için eklediğini itiraf eden fazla senaryo yok sayılır. Yozlaşmışlıkla idealizmi bir arada götüren polis tiplemesi de her filmde bu kadar renkli işlenmez. Bu tip ufak ters köşe yöntemlerle, Boyle (Brendan Gleeson) ve Everett (Don Cheadle)'in tadını damaklarda bırakan atışmalarıyla, bazı klişelerle inceden kafa bulan beklenmedik sahneleriyle sevimli ve sıcak bir film olabilmek, yeni tanıştığımız McDonagh genleriyle alâkalı olabilir.
The Guard bazı seyircilere eksiklikler hissettirebilecek mütevazi yapısına rağmen, In Bruges gibi bir filmle karşılaştırıldığı vakit hem kusurlarını, hem de değerini belli eden bir film. Henüz ilk filmleriyle adlarından övgüyle söz ettiren McDonagh biraderlerin getirdiği heyecan şimdilik kendini yüksek boyutlarda göstermemekte. Ama böyle giderse büyük stüdyolar tarafından keşfedilmeleri kaçınılmaz.
-McDonagh'ların beraber çalışmak yerine iki koldan sinema dünyasına girmeleri, gösterdikleri birbirine benzer senaryo ve yönetmenlik performansları yüzünden hiç şikâyet edilecek bir durum değil. Bundan böyle takip edilecek bir değil iki McDonagh olması benim gibi suç yapımları müptelâları için nimet sayılır.
doğrusu "hep denedin hep yanıldın, gene dene gene yanıl, daha iyi yanıl." olan; şu günlerde cool görünmek isteyen, (sözde) hayatın sillesini yemiş ihtiyar balıkçı edalarıyla hangi düşünürden hangi sözü aparsam da ortamlarda forsum olsa diye ince hesaplar yapan gençlerimizin çokça kullandığı bir samuel beckett sözü.
-tamam. deneysel edebiyat, postmodernizm falan anlıyoruz da. yeme bizi sevgili samuel, "bi' daha dene, daha beter sıç. biz de daha çok gülelim." demek istediğini anlamadık mı sanıyorsun allasen?
Kahramanımız küçük teyzem; Bulduğu her boşlukta çocuğuna telefon ediyor. Ben ne güzel aney sevgisi diye düşünürken, bugün yanımda konuştu evladıyla ve ben küçük dilime göz koyacak kadar büyük bir açlığın kollarında buldum kendimi. Kadın çocuğuna her şeye dair komutlar veriyordu. Şimdi yemek yiyebilirsin, şimdi elini yıkayabilirsin, evet bebeğim şimdi su içebilirsin, canım şimdi koltuğa oturabilirsin, höt zöt diye devam ediyor bu.
Hayatı boyunca kimseden komut almamış, vermeye kalkanları da estetik hareketlerle karşıya şutlamış biri olarak, zavallıcık çocukceğizin psikolojisini düşündüm. Neden böyle yaptım peki? Çünkü psikoloji çok mühimdi. Her eyleme şık bir kılıf idi. Aslında hiç kimse kötü değildi, olsa olsa psikolojileri bozuk idi. Yarın öbür gün bu çocuk manyak olduğunda hepimiz onu anlayışla karşılayacak idik. Karşılarız, orası mevzu değil de ben asıl bu kadının psikolojilerini düşünmeye doğru inceden yol aldım.
Sevgili Marakeşli hemşehrilerim;
Şu geçmişi boklu dünyada, bildiğimiz en samimi sevgi biçimi aney babey sevgisi değil midir? O mübarekler ki hiçbir çıkar gözetmeden, kayıtsız şartsız severler bizi. Samimiyet dediğimiz meret nedir peki? içinden geldiği gibi davranmak, içi dışı bir olmak, rol kesmemek, artistlik yapmamak ve saire. Ve fakat böyle manzaralar neticesinde bu konuda da artık bütünüyle kuşkudayım.
Her şeyden önce bi' kere bu kadın dünyaya kazık çakmış, zinhar ölmez! Hadi ölümü geçtim, "herhangi bir sebeple evladımın yanında olamazsam" ihtimalini düşünmüyor bile. Oysa kendisinin olmaması durumunda o çocuk sürahiyi bulamaz, bulsa suyu bardağa koyamaz, koysa ağzına götüremez, götürse yutamaz! Ne oldu şimdi? Susuzluktan öldü yavrucak!
Bir de olayın sevgi arsızlığı boyutu var. Kadın tarafında tabii. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak adı altında, onun eli, ayağı, böbreği ve dalağı olarak kendisine muhtaç bir sakata dönüştürüyor, karşılığında da minnet dolu bir sevgiden nasipleniyor böylece. Çocuğun beynine doğuştan yerleştirilmiş olan karar verme mekanizması ise, "kullanılmayan organlar zaman içinde küçülür" tezine göre, beynin diğer işlevleriyle beraber kişisel tarihin tozlu sayfalarına gömülmeye mahkum oluyor.
Ama ben biliyorum bunların sebebini. Hepsi, o 100 maddede hayatın katakullilerini öğretelim kitapları yüzünden oluyor. 100 maddede aşık oluyoruz, 100 maddede sevgilimizin bizi sevip sevmediğini, aldatıp aldatmadığını anlıyoruz, 100 maddede kariyer yapıyoruz ve 100 maddede daha neler neler yapıyoruz. Bu kadın da kuvvetle muhtemel 100 maddede çocuk yetiştirmeye kalkıyor. "Mantar bile yetişmez hanııımm" diyorum lakin anlaşamıyoruz. Bir bardak su uzatıyorum; "Susamışsındır, yutmayı unutma!" diyorum. Endişeli bir tebessümle bana bakarken ben olay mahallini hızlıca terk ediyorum.
-Böyle işte sevgili Bolivyalı din kardeşlerim. Bunları düşündükçe içim dışıma çıkıyor. Çok samimiyim anlayacağınız. Aklınıza mukayyed olun lan!
Tevazu ayağına, şarkıcıların "mırıldanmak", yazarların da "karalamak" kelimelerini kullanmalarına ifrit oluyorum. bu kadar değersizse, git ötede mırıldan ya da madem karalama bana niye gösteriyorsun? Hayvanöküzü herif.
-American History X'de bi' sahne vardı, hani adamın kafasına çotank diye basıyor eleman. Kaldırım sahnesini diyorum. Bildiniz mi? heh işte... Çok mu sinirliyim ben bugün acaba biraz?
Türk öykü ve roman yazarı, denemeci, eleştirmen ve çevirmendir. türkçe hususundaki hassasiyetiyle dillerden düşmeyen oktay sinanoğlu neyse tahsin yücel de o'dur. fakat; sevgili tahsin abi, Tamam biz de Türkçe'yi çok seviyoruz. ama, taksi şoförü olan bir roman kahramanı 'aklıma geldi' demek yerine 'usuma geldi' demez. yemin ederim içimi şişirdin, insaf yahu.
-Şu hayatta Dilber Ay dinlemeyen adamla işim olmaz. Kadınla olabilir. Ama olmayabilir de. Açıkçası tam olarak bilemiyorum. özetle; Oturmamış prensiplerim var. oturtmak zorunda mıyım?
çok sevdiğim hocam sezai sevim'in, ortaasya dersinin vizesinde her yıl düzenli olarak sorduğu terimdir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde 'ateşe tapan' olarak açıklanan sözcük, genellikle din adamı anlamında kullanılmaktadır (bkz: Mecusi). fakat, gelin görün ki bu soruya; "mecusilik çok kral lan; ısınırsın, çayını demlersin, mangalını yaparsın mis gibi." yanıtını verememek içerimde çok derin yaradır.
-eşşek kadar adamlara ödev yaptıran, zorla sunum hazırlatan, yoklamayla tehdit eden eğitim görevlilerine kafam girsin. gamını, kederini siktiğimin hayatı. neyse, bu güzide pazartesi sabahında ahlakını bozduğum kimseler varsa özür dilerim. çıkışta herkes bozulan ahlakını tümletsin. amin.