bence bir aşk şarkısı değildir, çok daha ötedir...
şarkılarım senindir "her zaman" derken ki o teslim olmuşluk öyle bir burkar ki insanın içini...bilen bilir...
p.s: ortaçgilin bir ankara konserindeki ifadesine göre; en sevdiği şarkısı imiş zira bu şarkıyı yazdıktan sonra çok uzun bir süre hiçbir şey yazamamış...
ton balığı yemek istemişsinizdir sadece, ama konserveyi açarken elinizi kesersininiz hem de aynı yerden aynı sebeple ikinci kere! öyle ki kan kaybından hastaneye zor yetişirsiniz. Dikiş atarlar bilmem kaç tane. Eve gelirsiniz, kapıyı açar açmaz mutfaktaki konserveye ilişir gözünüz bir de hemen yanıbaşında duran kanlı konserve kapağına... derin bir iç çekersiniz, boynunuz düşer hafiften; "sadece yiyecektim" dersiniz içinizden. Odaya geçip duman açarsınız, artık; ton balığının tadına bakmayacak sadece koklayacaksınızdır...
19. yüzyılın sonlarında New York City'de aristokrat kesim için kullanılan sıfat.
"Dört yüz" sayısı The Mrs. Astor'un son balosuna davetli olan 400 soyluyu temsil eder. "The four hundred" kalıbı, kendini o zamanlarda halkın sözcüsü ilan etmiş olan Ward McAllister tarafından türetilmiştir.
Soykırım şehitlerini anma müzesi olarak kurulmuştur. Almanların yahudilere yaptığı soykırımı bilinmeyen detaylarıyla teşhir eder. Soykırımdan sağ kurtulan yahudilerin röportajları, yahut yakınlarının anlattıkları, ve tüyler ürperten fotoğraflarla bezenmiştir.
(1865-1939) irlanda'nın en tanınmış şairidir. Yeats, özellikle, irlanda'nın 19. ve 20. yy'da yetiştirmiş olduğu en önemli şairlerinden biridir. 1923 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. Sadece yetenekli bir şair değil, aynı zamanda başarılı bir oyun yazarı ve üretken bir nesir yazarı olarak da adını duyurmuştur.
Babasının babası ve onun babası protestan rahipleriydiler. Babası John Butler Yeats, çocuklarına kendindeki yetenekler ve sanat aşkını aşılamış olan çok yetenekli bir sanatçıydı. Şairin erkek kardeşi Jack Yeats irlanda'nın 20.yy'da yetiştirdiği en tanınmış sanatçılardan biriydi. Kız kardeşleri Lily ve Lolly ise irlanda'nın "Irish Arts and Crafts" olarak bilinen sanat akımının önde gelen sanatçılarıydı.
Wlliam Butler Yeats'in eğitim döneminde hiçbir zaman iyi bir öğenci olamaması şaşırtıcı bir gerçektir. Londra'da eğitim gördüğü Godolphin Okulunda, sınıf arkadaşları arasında en başarısız öğrenci olduğu rivayet olunur. 13 yaşından itibaren şiirleri ve oyunlarını kaleme almaya başlamıştır.
Henüz 23 yaşındayken, ilk şiir seçkisi "The Wanderings of Oisin and Other Poems" 1889 yılının Ocak ayında yayınlanmıştır. Ancak Yeats, yazdığı edebi eserlerden para kazanmak için çok çaba sarf etmiştir. Hatta bu amaçla William Blake'in tüm eserlerini yayımlayan Edwin Ellis ile işbirliği yaparak, irlanda folkloru ve şiiriyle ilgili bir kaç antoloji hazırlamış, çok sayıda tanıtım sayısı ve makale yazmıştır.
1938 yılının Kasım ayında "Under Ben Bulben" adlı şiirini yazdı. Bu şiirde mezar taşı üzerine yazılmasını istediği bölüm de bulunuyordu. 28 Ocak 1939'da Fransa'nın güneyinde öldü ve Roquebrune'e yakın bir yere gömüldü.
ne kadar anırsan boşuna
eşekliğini...
bizim kadar gürültülü ilan edemezsin
bizim
radyomuz var
pikabımız var
teybimiz var
ve insanlar nutuk çekerken
hoparlör kullanırlar
Kiralık Konak, Yaban'ın popülerliği bir yana bırakılırsa gerek içeriği, gerek kişilerinin işlenişi, gerekse kurgusu bakımından Yakup Kadri'nin romanları arasında önemli bir yer tutar. Türk romanının köşe taşlarından oluşu, değerini günümüzde de koruması ise konu edindiği gerçekliğin, değişik boyutlarda da olsa sürmesinden gelir. Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri onsekizinci yüzyılda görülen ve Tanzimat'la somutlaşan Batılılaşma olgusuna bağlayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu Kiralık Konakla Yakup Kadri, altyapısından üstyapısına bir değişim sürecine giren Türkiye'de, bu sürecin sonucu olan bir sorunsalı getirir gündeme. Zaman dilimi olarak da bu sorunsalın belirgin biçimde yaşadığı ikinci Meşrutiyet dönemini seçer.
ikinci Meşrutiyet salt mutlakiyetçi yönetimin sona erdirildiği siyasi bir devrim olarak ele alınamaz. Geleneksel toplum yapısının çözüldüğü, sınıflaşmanın belirginleştiği bir tarih sürecinde sivil-asker bürokratların, dışa bağımlı egemen güçlerin desteğinde yönetime el koyması olayıdır temelde. Ama Türk burjuvazisi üretim güçlerini geliştirecek, üretimin toplumsallaşmasını sağlayıp hızlandıracak güçte olmadığı, değişim toplumun kendi iç dinamiklerince belirlenmediği için çöküntü durdurulmadı, tersine hızlandı. Böylece, Türkiye'nin yukarıdan aşağıya kapitalistleşmesi süreci içinde, yapı kendi iç dinamiğiyle değişmedi. O zaman doğrudan doğruya saldırıya uğrayan doğa kendisi değil, hayat tarzı, değerler, ahlak, kısacası kültür oldu.
alıntı: "Murat Belge / Birikim, s:2, 1975"
Bu açıdan bakılınca yapısal bir çözülüşün, toplumun bütün kesimlerine, hayata yansıyan bir çöküntünün romanıdır, Kiralık Konak. Değer yargılarının alt üst olduğu bir dönemi kuşaklar arası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup Kadri. Batıya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı toplumuna yabancılaşma olgusu, dünya görüşünün, buna bağlı olarak da yaşama biçiminin, değişmesi, insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur. Roman kişileri de bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtılır.
Osmanlı döneminden bu yana, batılılaşma daha çok bürokratlar ve paşalar etrafında şekillenmeye başlamıştır. Hal böyle olunca batılılaşma süreci de hızla yayılmaya başlamıştır. Çünkü o dönem içinde en ilerici, aydınlanmaya açık olan ve batının üstün taraflarına vakıf olan kesim onlardır. Bir başka gerçek daha vardır ki, değişimlerin pek çok koldan
ve hızlı olması toplumsal hayatta bir şaşkınlığa yol açmıştır. Kültürü, gelenekleri,teknolojisi ve değer yargılarıyla bir bütün olan Batının bazı unsurlarının alınmış olması ve diğer unsurların tamamlanmamış olmasından dolayı Batılı yaşayış ve
düşünce biçimi, Türk toplum hayatına tam manasıyla geçirilememiştir. Daha sonra bu durum, toplumun dinamikleri arasındaki homojenliği bozmuş ve birbirlerinin hayatlarını bilmeyen, birbirlerinden habersiz yaşayan, toplum birimleri meydana
gelmiştir.
Bunun yanında batılılaşma, ani değişimden dolayı doğru algılanma fırsatı bulamamıştır. içinde yaşadığımız dönemde de gördüğümüz üzere Batının neyini alıp neyini bırakacağız ikilemi, farklı kültürler arasında sıkışıp kalmış kararsız insanlar yaratmıştır ve yaratmaya da devam ediyor...
durup sorgulayamayacak kadar hızlı yaşıyoruz da peki nereye gidiyoruz? varacağımız yeri bilmemiz gerek, sapacağımız yeri de elbet!..
(*) işaretli, doldurulması zorunlu olan tüm boşlukları doldurmuşsunuzdur...
yer; doğrudur...
zaman; doğrudur...
sarılıp kendinize heyecanla beklersiniz... oysa yeni sürprizler peyda olunmuştur.
hüsranla izlersiniz... izledikçe solar sizin "gerçek" dedikleriniz...
dün, kayıp gider elinizden... yarın hiç bilmediğiniz bir yerlere saklanmıştır hünerle, siz gözleriniz kapalı sayarken...
sonra gözlerinizi açarsınız birden... ardakalan, en azından bugünü kurtarmaya çalışan bir "sen"!..
öyle işte!
"bazen, ne yaparsan yap; olmuyor bazen..."
Yalnızlığın besin kaynağı kesinlikle bir başkası, ya da başkalarıdır. Sosyal yalnızlığın, içimizde büyümeyen şımarık bir çocuk olduğunu söyleyebiliriz belki. Kurduğu oyunlara illaki arkadaş ya da arkadaşlar arayan... Sonra canı sıkıldığında oyunu bozma hakkını da elinde tutan...
Fakat ruhsal yalnızlık, acı, tatlı, iyi, kötü tüm yaşanmışlıklardan kendine bir kimlik yaratır. Büyür, olgunlaşır, sessizleşir. O büyümeyen şımarık çocuk kadar duymayız sesini, sadece hissederiz; anlatılmaz, paylaşılmaz, malum; "paylaşılsa yalnızlık olmaz"
zontaları balkondan silkelemek
ülkesini çitilemek
ve tozunu almak halkının, gerekirse
onun görevi
görevinin bilincinde, tebrik ederim lan
amerikan malı su tabancasıyla gercileri ıslatmak
gökyüzünü "e)hiçbiri" seçeneğine boyamak
demokrasi musluklarıyla oynamak da onun görevi
aç kapa
aç kapa
aç işlet zırlat devret
büyük hayat sözcüğünden bulmuş işini, azıcık bayat
bak şimdi h2o'ya olan sevgisini göz ardı edemeyiz
*****'lı tatil köylerini, yüme havuzlarını
ıslak giysili mankenleri çok sevdiğini
gözlük çerçevesi biriktirdiğini de göz ardı edemeyiz
ilkbaharı ürkütmek istemediğini tiniminnoş bir sincap gibi
zaman bulsa namaz kılmaya başlayacağını
darbelerden etkilendiğini de göz ardı edemeyiz
aydının hakkı günaydına
dil mi paşam? hiç olmazsa o mevsim
ama akıl a'nın kıl'lısı değil mi ya
sonunda anladı güvercinin yavruları olmadığını serçelerin
anladı da
televizyonu metres tuttuğundan her'alde
nicedir
Frankestein'la Einstein'ı kardeş sanıyor
ne zamazingo ki bu tıngırtı dünya
eskimiş aydınları
kimse el feneri yapmıyor
(şu köşeciğe bir akgün sözü üfleyeyim izninizle
izin vermezseniz
arka sayfayı okumanıza izin vermem ben de
ona göre
konuşmacı ile eş zamanda yapılan sözlü çeviri türüdür. icrası en zor mesleklerdendir; asla hata kabul etmez. Beyni çok fazla yorar, öyle ki geçici hafıza kayıpları yaşamanız oldukça olasıdır. Az önce kelimesi kelimesine çevirdiğiniz konferansın ardından, o kabinden çıktıktan sonra birisi sorunca "konferansın konusu neydi" diye; konuya dair bir cümle bile kuramadığınızda anlarsınız zihninizin yorgunluğunu.
Kaynak dil ile hedef dilin (çeviri yapacağınız dil) gramatik dizilimi de bu işin zorluğuna tuz biber eker. Örneğin, Türkçe ile ingilizce'den bahsedecek olursak; Türkçe'de yüklem cümle sonunda söylenir, ingilizce'de ise öznenin hemen ardından yüklem gelir. Andaş çeviri yaparken durup da cümle sonunu bekleme gibi bir lüksünüz yoktur. Aradaki o zamanı doldurmak, dinleyiciyi bekletmeden çeviriyi kotarmak çevirmenin işidir. Zira dinleyicinin muattabı konuşmacı değil; çevirmendir. Keza dinleyiciye hitap eden de yine konuşmacı değil; çevirmenin bizzat kendisidir.
aşağıdaki diyalog, andaş çeviri dersine başlarken, hoca ile bir öğrencisi arasında yaşanmış gerçek bir olaydır. Hoca 2 kişi çağırır yanına, birisi çevirmen olacaktır birisi konuşmacı. Bir metin verir hoca, konuşmacı olacak öğrenciye;
-Hoca: şimdi sen bunu normal konuşuyormuş gibi okuyacaksın, arkadaşın da aynı anda çevirmeye başlayacak?
-Hoca: şimdi bu metni çevirmeye devam ederken (başka bir metin verir) bunu da içinden okumanı istiyorum, ama çeviriyi aksatmayacaksın!
+Çevirmen öğrenci: Hmm ama şey hocam, yani...neyse peki hocam; deneyelim.
Der ama ister istemez çeviriden kopmaya başlar, zamanla sadece özneler ve yüklemler duyulur ağzından.
-Hoca: Tamam. Şimdi de; yine çeviriye devam edeceksin, bunu içinden okumaya da devam edeceksin, bir yandan da konuşmacıdan duyduğun sayıları, tarihleri, özel isimleri şu kağıda not alacaksın!
Çevirmen öğrenci: (isyan mode on): ayak bileğim boş kaldı hocam; onunla da çember çevirmemi ister misiniz çeviriyi aksatmadan!!!!
sabır gerektirir, zor iştir; çoook zor iştir vesselam...
P.s: Türkiye'de bu işi profesyonel anlamda yapabilen 78 çevirmenimiz vardır. Bunlar Tktd (Türkiye Konferans Tercümanları Derneği) çatısı altında korunurlar. Aralarından Okşan Atasoy, ülkemizin ilk kadın konferans tercümanıdır.
sözlü çeviri türlerindendir, ancak andaş (simultane) çeviriden farklıdır.
"Bu tür çeviri, konuşmacının yaptığı konuşmayı dinleyen çevirmenin, gerektiği yerde not alması, konuşma bitiminde de belleğinde tuttukları ile aldığı notları birleştirerek dinleyiciye diğer dilde aktarması ile gerçekleştirilir. Ardıl çeviri için teknik ekipman gereksinimi yoktur."
(alıntı: Aymil Doğan/Sözlü Çeviri)
her ne kadar andaş çeviriden daha kolaymış gibi gözükse de, esasen andaştan daha zordur. Zira, kısa süreli belleğinizde tuttuğunuzu sandıklarınızı bir anda karıştırabilirsiniz, ve toparlama fırsatınız da yoktur. Yani hafızanız sizi yanıltabilir!
fikrimce, andaş çeviriye nispeten en iyi yanı; anlamadığınız bir yer olduğunda dönüp konuşmacıdan usulünce tekrarlamasını rica edebilmenizdir. Andaşta ise konuşmacıyla diyalog kurma şansınız; sıfırdır!
Haydar Ergülen'in yeni çıkan kitabının ismidir. Arka kapağında şöyle der;
"Tren gelir, yüzün gelir, hüzün gelir, tutup 'trenler de ahşaptır' deyişim başka neden olacak, elbette bundandır, ahşap anıları da ancak ahşap yolcular taşır çünkü. Zira ahşap, kendinden çok başkasını taşıyandır benim için. O yüzden kıymetlim olan her şeyin bir adı da ahşaptır."
Bir şekilde tren'den geçen anılarını anlatır Ergülen bu kitabında. Bu yazılarının pek çoğu da raillife dergisinde yayınlanmış hatta.
Oldukça dinlendirici bir kitap olmuştur kendileri, tavsiye edilir; "ruh treni" başlıklı yazı özellikle; yolculuklara çıkarır sizi, bir ahşap kokusu tüter burnunuzun ucunda...
Ayrıca "Nazım hikmet treni" adli pek hoş bir anı da barındırır içinde; bilginize...
"uydurukçu" adlı ilk kitabı goa yayınlarından çıkmış bulunmaktadır.
Sözde "kent hikayelerini" anlattığını savunuyor. bana hediye edilen bir kitap olması vesilesiyle okuyayım dedim; ama sonuç maalesef hüsran oldu. kitabı 'sabırla' okudum, sonra harcadığım zamana üzüldüm. yazmasa da olurmuş dedim! sonuçta yazdığını sanan herkesin kitap çıkarma zorunluluğu yok; keşke birisi onu bu konuda uyarsaymış...
en cesur noktalama işaretidir. insanoğlunun taşıyamadığı onca anlamı yüklenir.
"..." soldaki sen, sağdaki o, aradaki nokta ise yoldur... Üç nokta; yolculuktur...
Rusların kendi ülkelerini ve dönemin aristokratlarını en doğru yanlarıyla yansıtan bir romandır.
Romanın ana teması her şeyden önce Rus ailesidir. Tolstoy, dürüst bir evliliğin açık mutluluğuyla evlilik dışı bir aşkın yol açtığı düş kırıklıklarını ve düşüşleri karşılaştırmaktadır. Anna Karenina, dönemin üst kademedeki bir memurunun karısıdır. Onu, hovarda Vronski ile kurduğu ilişkide hazin bir son beklemektedir. Bunun karşısında Kiti ve Levin'in arasındaki sağlam temellere dayalı aşk, Anna Karenina'nın kendini beğenmişliğini ve temsil ettiği aristokrasinin köksüzlüğünü ortaya koymaktadır.
Rus halkının Napolyon ile yaptığı harbin anlatıldığı Savaş ve Barış'ın yazarı Tolstoy'un Anna Karenina'sı, yazarın aile hayatındaki huzur getirmeyen zevklerinden usandığı ve inançsızlığın kıskacına düştüğü zamanların ürünü olarak görebiliriz.
Ayrıca yazar kitabı 1876-1877 yılları arasında kaleme almış bulunmaktadır.