ve eriyip akıyoruz
sulardan dışarı
yorgun develerimizin
biçimsiz atlarımızın üzerinde
mağlup omuzlarımıza sitemle
göğün ağırlığını indiren
gözdağı veren
meş'um çığlıkları içinde
sahra kuşlarının
eğilip taşgemiden bakıyorum şimdi
bozbulanık akşam saatlerinden geçen
silinmiş istim almış - iskelede
bekliyor gemi
çelik kasların sabrıyla öyle masum ve davetkâr
bütün yükümüzü almaya hazır
yüzlerimizi çukurlaştıran hüznü
zırhlarımızı ağırlaştıran
önce kuşlarımızı uçurup dallarımızı budayıp
gövdelerimizi soyan
sonra her boya uygun
bir çarmıh mıhlayan.
(çarmıh mı dedim, bağırdım mı?
bunu yolcular duydu mu?
göğüslerine indirip kafataslarını
mahzende uyuklayan şehirliler:
mezar komşularımız
beşkırkbeş vapurunun lahûtî figürleri
şişko tezgâhtarlar ebedî kızlar daktilolar
terziler hünsa çıraklar simsarlar
memurlar kâhinler duahanlar
gözlemci melekler
ve öteki ruhaniler
ufuktan belâlanmış kavimler geçiyorlar
yoksul günümüzün dumanları içinde
kaynıyor yukarda kazan
kaynıyor ve taşıyor - melekler
sirkeciye açılan sokaklara boşaltıyorlar onu
insan eti kokan ucuz otellerden
piyango gişelerinden plakçılardan
sızan cinneti
yarı bizans yarı taşra kılan akşamı
bu borulara üflenen dakikalar
kanallardan üstgeçitlerden taraçalardan
toprağın altından, ta yedi şehir aşağılardan
sızan fışkıran akan şehirliler
mezar komşularımız
ne serin avlularda göç-ricat hutbeleri
ne inzarcı divaneleri kavmin
ne de 'şehrin ta ucundan koşarak gelen haberci'
hiç biri
uykunun karanfil kokulu
şerbetiyle ıslanmış bıyıkları
şehre inince küçülen omuzları
ve sıkılgan elleriyle
insanın dayısına benzettiği
köylüler de yok artık
hepsi geminin karanlık mahzenine gömüldü
topkapı minibüsleri yuttu onları.
gençtim şiire hevesim vardı
büyük sözlerden utanmıyordum henüz
alnım kırış kırıştı daha o yaşta
bir nalbant çırağı kadar sıkıntılıydım
atların toynaklarını yonta yonta
çöl gemileri yapıyordum
uçan gemiler
bej üstüne lacivert duygular
bırakan ruhumda
yelkenlerine su renginde atlar koşulmuş
içimizin karanlığından türemiş
sayısız hayaletin
mağripli cinlerin isimsiz ifritlerin
kum üstünde iterek yürüttüğü
can sıkıntısı ve boğuk neşidelerle yüklü
sahra gemileri
kaleleri yıkan
şehirleri ehramları yutan
şiir sefineleri...
tanrı türk dilindeki anlamı ile cins isimdir. çoğul olabilir ki tanrı kelimesinin kaynağı olan tengrinin kullanımı buna örnektir. gök tengri vs.
tanrı kelimesinin arapça karşılığı ilahtır. allah isminin türediği kelime el-ilah'tır. arapça el takısı ingilizcedeki the ekinin karşılığıdır. belirtme ifade eder. arapça bir kelimenin başına el takısı getirildiğinde tek olan ifade edilir.
uzun lafın kısası ister mantık isterse dil bilimi esas alınsın tanrı kelimesinin allah kelimesinin yerini tutamayacağı anlaşılır.
türk şiirinin gelmiş geçmiş en büyük damarı. şiirleri hem divan edebiyatını hem ikinci yeniyi kapsayacak kadar güçlü. yaşayan bir efsane.
günah çıkartma amaçlı olarak kendisine verilen kültür bakanlığı ödülünü redddetmesini temenni ediyorum.
az bilip çok konuşan bir toplumda yaşıyorsanız hiçbir sorun ne tam olarak anlaşılabilir ne de tam olarak çözülebilir.
bazı gençlerin yaşı kurtarmıyor ama bu ülkede 'türban' yasağı 60'larda başlamış 70'lerde ayyuka çıkmıştır. yani ne akp ne saadet ne msp ne başka bir sebeple değil. başlarında örtüleri olan kızların üniversitelere girmesiyle başlamıştır.
resmi ideoloji çocukları bu başlarında örtü olan insanları 'köylü' olarak görmek istedikleri ve çocuklarının bu insanlarla aynı ortamı paylaşmalarını istemedikleri için bu yasağı koyma ihtiyacı hissetmişlerdir.
dikkat ediniz başörtülü insan tarifi yapılırken anadolulu gariban insan şekli canlandırılmaya çalışılır hep. şehirli, eğitimli insan başörtüsü takmaz onlara göre. daha açık bir ifade ile kendilerinden başka kimseyi eğitimli görmedikleri için bu yaftayı yapıştırırlar.
başörtüsü-türban ayrımını da faşist kimlikleri ortaya çıkmasın diye yaparlar. toptan dine karşıyız diyemedikleri için kendi kafalarından bir güruh meydana getirilmiş ve biz bunlara karşıyız denmiştir.
bu ülkede sağı solu ortayolu temsil eden simgelerle bir sürü insan üniversitelere girer. hatta bu resmi ideoloji çocuklarının karşıyız dedikleri türban şekline sahip kızların erkek versiyonları bile istedikleri simgeler ile bu oullara girerler. amaç herhangi bir siyasi simgeyi okullardan uzak tutmak değil resmi ideolojinin varlığını insanlara hissettirmektir.
asıl sorun türban'ın bağlanma şekli felan değil. insanların zihniyetidir. çünkü bu insanlar çıkar denildiğinde başlarındaki örtüyü çıkarmazlar. dinlerini diğer her şeyden üstün tutarlar. bu da resmi ideoloji çocuklarını delirtir. bu kadar basit.
marksizm'in belkide en büyük batağı bu fikirdir. dünyada var olmuş/olacak her şeyi sadece sınıf savaşına dayandırmak ve ardından bilimsel olmaktan söz etmek at gözlüğü takmaktan başka bir şey değildir. hiç bir göç/çatışma/kültür/ vs sadece sınıfsal farklılıkla açıklanamaz. ki sınıfsal farklılık dünyanın bir çok bölgesinde sözü edilen bir farklılık bile olmamıştır.
hey gidi hey.
senelerden 1996 olması lazım taşradan istanbul'a gezmeye gelmişim. o güne kadar görmemişim bu internet denen şeytan icadını. zeki adamız internet dedikleri bir zımbırtı var farkındayız ve lakin dokunmuşluğumuz yok tenine. hani elimize geçse şöyle çatır çatır sörf yapacağız ama taşrada nâmünkün böyle şeyler. o zamanlar bizim oralarda "bir arkadaş girmiş olm süpper bi şey"den öteye gitmemiş hakkında duyup ettiklerimiz. gazetelerde haberler çıkıyor, arada televizyonda görüyoruz interneti o kadar.
gelmişim istanbul'a. abim hasbelkader paraya kıymış mmx işlemcili bir bilgisayar almış eve. bilgisayarla tanışıklığım eskiden beri var el bilgisayarıyla gerdeğe giriyorum tabi. daha kendi klavyeme kahve dökmüş felan değilim. neyse oturmuşum başına bilgisayarın karıştırıyorum orasını burasını. abim hayatımın geri kalanına hükmedecek cümleyi kuruyor; internete bağlanabiliyorsun buradan!
lan yapılır mı daha eril olmamış bir delikanlıya bu? tertemiz dimağlar bu kadar hoyratça karartılır mı? sen ne dediğinin bu gencecik körpe çocuğu hangi yola soktuğunun farkında mısın?
hadi ya nasılmış felan derken dial-up'ın o orgazma yakın heyecanı veren sesini dinleyerek bekliyorum bağlantıyı. ahanda iki bilgisayar birden yanıp sönüyor.
hayda bre diyerekten açıyorum internet explorer'ı bakıyorum salak salak. tamam internete girdik de bu sayfalara nasıl ulaşacağım bilmiyorum.
o zamanlar ece erken çıtı pıtı bir hatun. yeni yeni parlamaya başlamış yıldızı. klip 96-97 felan diye giden bir seri vardı işte onları yapıyor. programında ekranda arada web sitesi görünüyor. sitesinin reklamını yapıyor vs. hafızada kalmış tek adres bu yazıyorum adres çubuğuna basıyorum entera aha internetteyim!
sitede ne vardı hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey bir arkadaşlık sitesinin reklamı. ne ki lan bu diyip giriyorum, üye oluyorum, chat yapıyorum. geceleri abim uyuduktan sonra sabahlara kadar hatun kaldırmaya çalışıyorum felan. chat odalarında yarı-tanrı elamanlar var birilerini atıyorlar birilerini kral* yapıyorlar hayret ediyorum. bir ay böyle devam ediyor bu. ama hâlâ siteye girebilmek için önce ece erken'in sayfasını açıp reklama tıklıyorum.
sonra taşraya dönüyorum. ne bir internete cafe var ne başka bir şey. derken bir süre sonra süper akıllı bir girişimci internet cafe açıyor. dalıyorum içeri. abi diyorum şuraya gireceğim ben yüzüm kızararak. hani alemde şeklimiz de var ne işin var arkadaşlık sitesinde bakışlarına maruz kalıyoruz. mirc diye bir şey açıyor bana yazıyor bir adres. diyorum bu işler böyle değil. sus diyor öğreneceksin. demez olaydın lan!
sonraki iki yılım internet cafelerde o server senin bu server benim gezmekle geçiyor. bu arada operatör oluyorum, ircop, oluyorum, admin oluyorum. server açıyorum. site kuruyorum. hayatım hâlâ chatten ibaret.
chat yapmayı bıraktıktan sonra başlıyor internet. başlamaz olasıca. hâlâ şu makinanın karşısında isem bunun tek müsebbibi abimdir tutanaklara geçile!
Bazı kelimeler kolay telaffuz edilmezler. Özellikle kaçınır bazı şeyler hakkında konuşmaktan insan nesli. Adı anıldığında ortaya çıkacağından şüphelenilen korkulardır bunlar. En önemlisi, en kayda değeri, en çok kokulanı; hayatı kaybetme yollarından biri: intihar..
Dokuz yaşında idim bu kelimeyi ilk hissettiğimde. Biliyordum daha önceleri de, duyuyordum. Aşk filmlerinde sıkça telaffuz edilen bir kelime idi; intihar. -beni terk edersen kendimi öldürürüm- Kelimeyi anlamlandırmaya ve sorgulamaya başlamam gazetede genç bir kızın intihar ettiği haberini okumam ile başladı. Sebebini hatırlamadığım bu olayla birlikte girdi hayatıma intihar düşüncesi. intihar etmemi gerektirecek bir sebebe sahip değildim. Çocukluğum zor ve kahredici geçmemişti. iyi bir aileye ve çevreye sahiptim. Neden olduğunu şimdi bile çözemediğim bir şekilde, hayatımın geri kalanında yanımdan ayrılmayacak olan bir çıkış noktasına sahip oldum böylece.
O yıllarda edindiğim iki dostumun da bu çıkış noktasını yanlarından ayırmamaları yüzünden uzun uzun konuştuğumuz bir muhabbet konusu haline geldi intihar. Nasıl yapılır, neden yapılır, geri kalanlara nasıl bir not bırakılır. vs.
Bu iki dosttan biri 15 yaşında konuşmayı bırakıp eyleme geçti, diğeri 26 yaşında.
Kapkara bakan gözlere sahipti ikisi de. Evhamlıydılar, tedirgindiler.Ama yaşamaya çatlarcasına inanırlardı. işte bu nokta çok önemli. 15'inde beni intiharla yüz yüze getiren dostumun arkasından merak saldığım müntehirlerin hayatlarındaki belki en önemli ortak nokta bu; yaşamaya çatlarcasına inanmak!
Öyle ki [düşmana inat bir gün fazla yaşamak] diyen şair [eve dönmek/kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?/orada, arada bir beni yoklar/intihara ayırdığım zamanlar/bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır/düzgün sabuklamalardan bana kalan] diyor bir başka yerde. intihar etmedi bunu diyen ama hâlâ aklının bir köşesinde bu duyguyu sakladığı kesin.
Selim Işık'ın yaşamak için ne kadar gayret sarf ettiğini hepimiz biliriz. intiharı için gerçek bir sebep hatırlayan var mı? Sebep, intihar vakasının en can alıcı noktası değil. Aslına bakarsanız bir sebep bulmaya çalışmak aptalca.
Temelde 'muhatap' bulamamanın getirisi denebilir intihar için. Cân, yâr, yâren, dost, haldaş değil 'muhatap'. Kafa karıştırıyor biraz biliyorum. Dost muhatap değilse nedir? Haldaş muhatap değilse nedir? Yâr muhatap değilse nedir? Müntehir olmaya giden yol burada başlıyor. Bu insanlar için bir muhatap bulmak söz konusu bile değil. [kendini bildi bileli
yalnız/konumuyla ilgili yalnızlığında/gerçekten yalnız olduğunu sanarak/çıldıran
korkunç kalabalık bir adamdı dünya] Eğer kendilerini anlayabilseler idi anlatabilecek bir muhatap da bulabilirlerdi belki.
Bütün insanların istediği bir şey aslında muhatap. Ama muhatapsızlık ancak rahatsızlığın, tedirginliğin, kuşku ve korkunun üstünü geldiğinde ölümcül bir hal alıyor. Bu gerçeğin farkına varanlar ya muhatapsız bir hayatı yaşamayı göze alıyorlar ya da ölümü muhatap seçiyorlar kendilerine. [dostlarım da/ var -intiharlar/ her akşam ıslak-yapışkan/saçlarıyla girip odama/paniğimden pay toplarlar]
Selim Işık'ın, Mayakovski'nin, Cesare Pavese'in, Nilgün Marmara'nın, ilhami Çiçek'in, Sylvia Plath'in, Hemingway'in, Kurt Cobain'in, Gerard de Nerval'in Sadık Hidayet'in, Tuğrul'un, Bora'nın ve daha binlercesinin uğradığı bir durak, bir çıkış noktası olarak duruyor intihar. [intihar; fiyakalı bir sustalı gibi durur şairlerin arka cebinde]
Konuşulduğu zaman yüz ekşiten, insanı geren, anlama zorluğu çektiren bu olgu belki de insan hassasiyetinin en tepe noktası. insan olmaya, insanca yaşamaya çatlarcasına inanan yüreği elinde müntehirler gelip geçiyor hayatlarımızdan. Anmaya korkmak belki aynı yola girebileceğimiz endişesinden kaynaklanıyor. Belki ölüm kokusu ile yüzleşememekten. Ayrılık sevdaya ne kadar dahilse intihar da hayata o kadar dahildir elbet. anmaya da anlamaya da değer.
[edemediğim ve edebileceğim intiharlarla]
-
[kutsal yenilgi!..]
aslında pahalıdır konuya girip geliştirmek ikindiyi
tutmuş götürüyor bir kuş kanadında tutmuş götürüyor anladım da
annem gibi kutsi annem gibi böylesi
içime yarılıyor kocaman bir dağ içime yarılıyor sabahların en eskisi
uykumu bırakıp çıktım evden uykumu bırakıp: ilkokul 1986
da seviyordum amcamın kızını da göğsümde ipince bir sızı
ne zordur çekip çevirmek hayatın tarlasını çalısını çırpısını
ne zordur üstünü örtüp yatmak acıların aklının başının
üzerinde ötüyor baykuş: beni çekin hangara beni çekin bu fotoğraf kapkara
kardeşim diyorum sonra kardeşim oluyor bütün encam
ne gam sığmaz ceketime ne gam: ellerimi öper misin
ellerimi tutar mısın sıkışık dünya ellerimi tutar mısın siren çalacak
çalacak: başımı gömdüklerim çıkıyor başımı kaldırıyorum göğe
göğsümden bir bulut göğsümden çoluk çocuk
çıkıyor öpülmemiş bir tövbe çıkıyor bastırılmış bir öğle
birileri konuşuyor senin adına birileri açıyor kitabı defteri kalemi
şuraya koy acı bir leylek uçmuş gitmiş burdan burası ağlama tahtası
takılmıştır kalbe bir kere adam yirmialtı yaşında kız yaş
yaş bir çiviyle oynuyor oturup denizi densizi seyrediyor
allah'ım ne çok seviyorum ben altmışüç yaşında olmayı sonra yarımayı
almış götürmüş horozları sabahlardan almış götürmüş adamlar
adamlar adam değil aslında: benimki bir peygamber yalnızlığı
Şair kendi damarının sesini şiirine müzik yapandır. Kan nasıl akıyor ise şiir öyle şekillenir.
Yasak Bölge öfke ve ikrar ile örülmüş bir kitap. (bkz: Cafer Keklikçi)'nin ikinci kitabı.
/vira bismillah aşk evet yo hayır illallah
gelip dayanıyor benim yumruğum sizin tomruğunuza
gelip dayanıyor kapkara korkularınıza/
(bkz: Tanınma Korkusu) ile üslubunu kabul ettiren Keklikçi Yasak Bölge'de bu üslubun üzerinden dünyaya bakışını anlatıyor. Anadolu'nun sesi ve öfkesi istanbul'u bastırıyor. Edebiyat âleminin neredeyse şiirin cenazesini kaldırmaya hazırlandığı bir zamanda şiir söyleme gücü ile takdiri hak ediyor.
ismet Özel Şiir Okuma Kılavuzu'nda omuzlardan bahseder. Omuzlar yani şiirin dayanak noktaları olmaksızın orada bir baştan yani şiirden söz etmenin mümkün olmadığını söyler Şiirin en önemli dayanağı olan 'rahatsızlık' Keklikçi'nin şiirlerinde kendini yoğun olarak hissettiriyor. Bu dayanak son zamanlarda edebiyat dergilerini saran 'naylon şiir'lerden ayırıyor Keklikçi'nin şiirini. Şiirin ölmeyeceği umudunu aşılıyor.
/bende kıyamet öyle bilindiği gibi kopmuyor
bende kıyamet Ahmet
bende kıyamet otuziki dişimden başlıyor kopmaya/
Şiirlerde bir arayışın, başka bir dünya özleminin sesleri duyuluyor. Keklikçi'nin şiirleri çok etkileyici bir müziğe sahip. Müzik ve sancı birleştiğinde ortaya sarsıcı şiirler çıkıyor. Her şiir yüksek sesle yeniden okumayı gerektiriyor. Ki ancak o zaman anlıyorsunuz şairinin kanının damarında nasıl aktığını. Adrenalinin yükseldiği noktaları, öfkeden yapılma satırların diriliğini fark etmemek mümkün değil.
/ellerimi uzatıyorum yeryüzü panosuna ellerimi uzatıyorum yüzyılların anısına
bir adam hergün bir hayalin başında ağlayacak bir adam hergün sağ kalacak
puslu gürültülerden güdülmüş gündüzlerden
bir şey kalmaz: beni göğsünde kim uyutacak/
Maraş, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu'ndan sonra çok güçlü bir sesi daha edebiyat âlemine katmış belli ki. Nesi var bu Maraş'ın suyunun bilinmez ama hep aksın istiyor gönül. Maraş'ın delikanlılarının istanbul'un köhneliğini alt ettiğine daha yıllarca şahitlik edelim.
ah! bana yakışan bir kekliksin binlerce teşekkür sana
eğdirmedin başımı önüme, utandırmadın, artık yorgun değilim
ey çığlıklar, ey donuk yazlar hırkanıza alarak unutun beni
azlığın kayboluyor sılam çoğalmıyor, beni güneşlere tutuyorsun, seslere
parmaklarının köpürttüğü suları yudumluyorum, duraklara
gezgin bir eşkiya gibi iniyorum, silahım oluyorsun, onurum
matemli kızlara dağıttığın sevincimizden üç bes selam alıyorum geriye
şimdi ne mahreme yanaşan bir suratın var ne de yarasalar uçurtan
daha iyiyim şimdi bir çımacı olabilirim ekmeğini şiirle kazanan biri
(kim tanık oldu güzelin sermayesine)
ama dünya söyletmiyor beni dünya sen yanımdayken
küçülüyor küçüldükçe
binlerce teşekkür sevgilim sana sigaram tütüyor ve kalbim tutuşuyor bazı
bulvarlara çıkıp korkunç bağırmak istiyorum korkunç şarkılar söylemek
her kefesinde ölüm taşıyan tartılardan uzağım sen dengeliyorsun kanımı
bu alıp başını giden kuşlar bohçasına sevgiler nakışlayan kızlar duygulandırıyor beni
iğde dallarına tünüyorum evlerin saçaklarına, ışıklar düşüyor içime
gölgem kırılmıyor, kaldırımlarda dik adımlarla yürüyorum, otobüs camlarına
sevda sözleri yazarak kahkahaya boğduğum oluyor yolcuları, "içli bir şair
geçiyor yok mu şiir isteyen" diyerek giriyorum parklara, kır kahvelerine,
en son anlaşıyorum sözü yarım kalmış bir çocukla ve onun lal olmuş dillerini
alarak gödemin yalazına bir türküye dönüştürüyorum saygıyla, hazla.
sevgilim sevgilim bizi nasıl ağırlıyorlar ve kuşandırıyorlar çiçekler gibi
o iyi insanlara minnet borcumuzu mutlu olmakla ödeyebiliriz ancak
bunları bir şarkı söylercesine fısıldamalyım kulaklarına,
iyice duymalısın
iyice duymalısın binlerce teşekkür sana;
esirgemedin bu fotoğrafta benden kalbini
meğer dostluklar da anayollara atılan bir çiçek demeti gibi hüzünle ezilirmiş
meğer sevgili kardeşim bu resimde oldukça mutlu görünmeliymişim ben
yanağımı bir kaynağa yaslarcasına tutmalıymışım karımın omuzuna
elim sana ait bir çaya şeker atar gibi tereddütsüz ve işlek olmalıymış
gözlerimde birşeyler infilak etmeliymiş; bir yıldız kayarcasına, bir suna
uçup gitmeliymiş ben gülünce(dudaklarımın genişliğince olmalıymış gülümsemem)
saçlarım itinayla öne düşecekmiş; yarlardan dökülen akarsuyun hızınca
karıma kırmızı güller sunacakken durup kalbimi dinlemeliymişim
avcısı bol bir ceylana yol gösterir gibi onurla durmalıymışım mesela.
bu fotoğrafta alnım kırışık olmayacak, ceketimin astarı çekmeyecekmiş kolumu
kişiliğimden, geçmişimden birşeyler yansıyacak, tıpkı kanımla suladığım
bir somun ekmeği gibi olgunlaşacakmış bu fotoğraf; bileğimde ödünç aldığım saat
yaban durmayacak ve elim bir kuğu boynu gibi zarifce inecekmiş aşağı doğru
oysa sen bilirsin sevgili kardeşim sen bilirsin kolumun birinin kesik olduğunu
saçlarım ne çok acılarla tarandılar kederden başka bir şeyler sığmıyor, sıkıntılar
hangi gözle çıkışsa yüzüm sonyaz gülleri gibi sararıp dökülüyor
ve yüzüm çocukları ölüme koşturacak kadar dokunaklı coşkulu değil.
karımın gözlerinden güvercinler havalanıyor, sırtımı dönüyorum duvara
tanrım! benim gözlerime ilişen karanlıklar! karanlıklar! karanlıklar!
karımın gül takacağı tutmuş karanfil diyorum ilk ağızda.
ve bu fotoğrafta süt satan bir adamın ilenci, kilim dokuyan bir kızın aşk pusulası
yer alacakmış bir öğretmenin yıkadığı çocuğun kızıl saçlarına taktığı kurdela.
sen düşte bir insanın aşkla sevildiği sahilleri anlatıp
dururdun, bayram yerlerini, peri kızını
toz torbasının altında iki büklüm bir hamalın kangal bıyıklarını
onlar da yer alacakmış sıtmadan ölen sevgili kızkardeşimin çığlıkları da.
karımın saçlarını örebilirmişim özgürlüğe kavuşmuş bir ülke gibi sakin.
ve konuşkan görünmeliymişim kıpır kıpır durmalıymış dudaklarım, omzum
ama yandaki masaya bir öfke koyuyorum görmelisin mutlaka.
sırılsıklam bir sevinci damıtarak yüreğimde damıtarak sevdiklerimi bir bir
ayağımın altında kayıp gidiyor hayat, değişiyor yeryüzü farkındayım
soluduğum hava göğsüme çarpan kötümserlik ve dünya, korkunç değişiyor biliyorum
değişiyorum değişiyorum konuk olduğumu herşey hatırlatsa da.
sevgili kardeşim bir ateş yalımı bir utanç yalımı sarıyor damarlarımı
sen bu hallerimi çok gördün yeleğine sarındım, ellerini tuttum, evinde yattım
sanki bu fotoğraf için konuşmaya çağırıyorum seni, mutlu olmanı ister gibiyim
bir mahkemede durur gibi durma, hüzünle bakarak alnıma, göz yaşlarıma ve dinle
şimdi beni hatırlayarak ilk kaçak tütün sardığımız o savruk ve güzel günleri
"bugün hangi çiçeği ayartacağız bu kahpe hayata karşı" diyerek geçtiğimiz yollardan geçip
"bugün hangi kuşa özgürlük verelim" şarkısıyla yürüyüp yanyana.
ve herşeyi hatırlayarak daha dinç durmalıyım bu fotoğrafta değil mi?
cumhuriyet kurulurken kabul edilmiş bir kural değildir. cumhuriyetin ilk anayasasında devletin dini islam'dır yazmakta idi. laiklik 1937 yılında anayasaya girmiştir. yani atatürk devlet üzerindeki hakimiyetini kaybettiği bir zamanda. atatürk'ün değil ismet inönü'nün marifetidir.
alelâde hayatlarının soylu hayatlar ile karşılaştırılmasından haz etmeyenlerin bir motto imişcesine sıkça tekrarladıkları cümle. kayda değer ya da ölçülebilir olmayan bir güzelliği benimsemiş görünmek oyalanmaktan başka bir şey değildir..