dün akşam kurs çıkışı bi sigara içelim dedik kızlarla gitmeden derken motorsikletli bir bey geldi önümüzde durdu bizim kızlardan biri çığlık çığlığa meğer sevgilisiymiş neyse bu gitti. ardından baktım diğeri bir noktaya kilitlenmiş ağzı kulaklarında herifin biri geldi sarılmacalar o da gitti. ben de öyle elimde yanmayan sigaramla kaldım zaten çakmağımda yoktu efkarım bile yarım kaldı.
gayet normal sıradan gelmesi gereken görüntüler aslında bu performansı izleyip neden gurur duyuyoruz onu düşünmek lazım bence biraz.
Siz ne görüyorsunuz bilmiyorum ama ben pırıl pırıl tertemiz çocuklar görüyorum. Atatürk' ün hayalini kurduğu gençlik bu diye düşünüyorum. Kadına değer verip önünde eğilen adamlar hem de zerafetle. Çok güzelsiniz çocuklar.
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. insanlar,politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlara kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
Robert Maynard Pirsig / "Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı"
25. yılı hatırına ülkemizde başka sinema kapsamında vizyona girmiş başyapıt.
geç kaldığımı düşünüp başta hayıflandım kendi kendime. sonra daha önce izleseydim muhtemelen anlamayıp, izlediğim için de dönüp bir daha bakmayacağımı farkettim. bu yüzden aslında bana tam zamanında ulaştığını düşünüp sevindim.
renkler, müzik, atmosfer, arkaplanda hissedilen düşük doz gerilim... bir rüyanın içindeymiş gibi tüm ayrıntıların bir anlamı olduğunu bilip dikkat kesilerek tanık oldum iki veronika'nın yaşamına da. film bitince de görülen rüyanın etkisiyle uyanmış gibi dolaştım bir süre. filmin içeriğiyle ilgili gerekli bütün spoiler lar verilmiş zaten o yüzden hiç oralara değinmeyeceğim. bana hissettirdikleri böyleydi en azından.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!
iç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
içim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
insan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
işte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.
iç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim
Sadece Nejat işler'i beyaz perdede görmek için gideceğim film.
Konu klişe duruyor ama ben yine de Nejat işler'in kalitesiz yapımlarda bulunmayacağını farz ediyorum hele ki bu kadar uzun bir aradan sonra. Bir de neye istinaden bilmiyorum ama biraz Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku tadı bekliyorum.
Okan bayülgen: 300 kiloluk bir harley'nin üstündeki adam çok seksidir. kendisi için öyle düşünür. ama 120 kiloluk scooter'ın üstündeki adam hem çok seksi hem de entelektüel, renkli ve eğlencelidir. kadınlar onu daha hoş bulur. ama erkek bisikletle doruğa ulaşır. çünkü aşırı iyi bir bisiklet, bin avroya satın alınabilir. çok iyi bir spor arabaya 350 bin avro verirsin. 350 bin avrodaki bir köfte, bisiklet üstündeki atletik yapılı adama ve bisikletine hayranlıkla bakar. yani bin avroluk bir bisiklet, erkeğe müthiş bir seksapel ve yatakta başarı kazandırır. bunlar sonradan görüp de zengin olmak isteyip, altına araba çeken adamların anlamadığı şeylerdir. ben bisikletimi lüks mekânlarda valeye veririm.
5 yıl kadar yaşadığım ilişki. sabah pek aşık, öğlene doğru birbirini öldürmek isteyen, akşam yelkenleri suya inen, sabah tekrar pek aşık, öğlen.... şeklinde sürüp gitmiştir abartısız. kimse bu ilişkinin biteceğine de devam edeceğine de inanmıyor bir şekilde. müthiş kafa yorgunluğu.
bomber ceketler artık kusturma derecesine geldi ilk çıktığında bir heves almıştım ama şimdi giyeceğimi hiç sanmıyorum. oysa canım deri ceket öyle mi yazın bile en çok deri ceketimi özlüyorum. hiç birşey yerini tutamaz sanki asla modası geçmiyor.
3 aydır deneyimliyorum. Hayatında eline yumurta alıp kırmamış biri olarak annemin vefatıyla işi bırakıp evde düzen kurma görevini üstüme aldım. Hergün sıfırdan başlıyor bir kere sisyphos gibi hergün aynı kayayı tepeye kadar taşıyorsun bir nevi. Sanıldığı kadar kolay da değil sanıldığı kadar zor da değil.
masaüstü bilgisayarda saatlerce bel ve sırt bükerdik. kişiye özel bildirim sesleri yapılıyordu bir de o oturum açınca evin içi inliyordu şarkımızla sonra neden yazmıyor tribi heyecanlı bekleyiş hey gidi günler.