kitleniyorsun bu şarkıda. her seferinde. resmen basiretin bağlanıyor, tuş basmıyor, geçemiyorsun.
ve hep eve dönüş yolunda oluyor. hep.
"he left no time to regret".
emin değilsin bundan.
pişmanlığın öfkeyi de kırgınlığı da bastırmasını dilediğin zamanlar oldu.
başaramadın.
demek ki doğru.
sana seni rahatlatacak bir pişmanlık bile bırakmadı.
"you went back to what you knew".
aha işte bu. burası. yok hayır ağlayamazsın olmaz, bak makyajın... makyaj diyorum olum bak, o rimel akarsa neye dönersin biliyor musun?
"we only said goodbye with words, i died a hundred times".
mesela son bir kez sarılabilsen bu kadar acımazdı sanıyorsun değil mi?
bok acımazdı.
kandırma artık kendini.
sevişmek yok...kusmak yok...
kusmak yok...sevişmek yok...
ağlamak yok...ağlamak hiç yok...
"you go back to her and i go back to..."
yok artık kadın, bu kadarını da demesen iyiydi.
bu ölümcül oldu, oluyor bak.
in çabuk, koş, kızaran gözlerine dönüp baktı birkaç kişi.
şarkı markı ayağına sıçtın yine kendi ağzına.
ay, ben bu şarkının müsait bir yerinde inebilir miyim?
"kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.
çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil "
bu şiirin iki tarafa aynı şekilde dokunmadığı ilk pazar çok ağır geçer.
tüm neşenizle anlattığınız hikayeyi bölüp " ben seni çok özledim, onu napıcaz?" diyen ses artık çıkmıyorsa, kendini sakınıyorsa, milyonuncu pazar da ağır geçecektir işte. çok hem de.
raif kadar güzel bir aşık mı yoksa maria puder kadar güzel bir maşuk mu olsa bilemiyor insan bu kitabı bitirince.
sadece o kadar güzel olmak istiyor. o kadar.
çükü doğrultusunda ilerleyen eski sevgilime ben de öfkemi kaldırdım, onunla aynı doğrultuda ilerliyorum.
vardığımız yer çok tuhaf, eskiden bulunduğum hiçbir yere benzemiyor.
tam burada çok özlediği ve sevdiği günlerde döktüğü gözyaşlarıyla o adamı hatırlarsın, ağlarsın ama yaşın yaşına karışmaz.
işte tam da bu noktada erkeğin ağlayıp ağlamaması anlamsız kalır.
baştan aşağı bir yalanı yaşadığınıza işaret.
hele, yalan olduğunu bile bile, gözün göre göre acı çekmeye devam etmek ve aksine kendini ikna edememek yok mu, işte o çok ağır.
üzülüyorum sadece. güzel adam-güzel kadın aşkının gölgesinde kalacağı için.
hep aşk tesadüfleri sever ile kıyaslanıyor, bu büyük haksızlık mesela.
biz kadınlar mehmet günsür gibi bir ilahı kesmek için gittik en çok o filme. öyle bir adamla tesadüfen karşılaşabilmek hayaliyle. sonra gittik ve en çok altan erkekli'nin güzelliğine ağladık. ondan etkilendik. yanımızda da sevgililerimizi, yakın erkek arkadaşlarımızı sürükledik.
oysa incir reçeli'ne salt fragmanı için gittim ben.
"sana dokunmak tüm kelimeleri yakmak gibi" için.
son zamanlarda aklımdan geçip dilimden dökülemeyen en yakıcı aşk tanımı bu olduğu için.
uçurumun kenarında bir kadının bir adım gerisinde tutmak suretiyle sevmeye çalıştığı bir adamın öyküsü.
hiç büyük sözler vermeden, büyük sözler söyleyen bir aşk.
insanın yargılama, yaftalama tutkusunun yüze vurulduğu anlar.
hani çok ağlamalı filmler olur da, ışıklar yanınca durur gülümsersin, salondan çıkar derin bir nefes çeker kendine gelirsin geçer gider.
bunda koltuktan kalkasın gelmeyebilir.
nefesi sonuna dek içine çekemeyebilirsin.
olamaz mı? olabilir. başka filmdi gerçi o, bi saniye.
ha, bir de şöyle bir not vardı, " çok tanıdık geldi yüzün, gönlüme hoş geldin sevdiğim, kusura bakma ortalık biraz dağınık". bir yerlerde gördüm, işte efendim dillere pelesenk olacakmış da, ergen kızlar bokunu çıkaracakmış da.
çıkarsınlar anasını satayım, ada olup alper bulmaya çalışacaklarına, tanıdık yüzlere kansınlar, "asqum" diyeceklerine, sevdiğim desinler birilerine, sakıncası yok, yapmayın bu kadarını da.
koskoca ankara'da sadece iki salonda oynayan bir filme de lütfen bunu yapmayın.
demem o ki, herkes içini sızlatacak en az bir replik, bir kare, ufacık bir ses bulabilir filmde.
yaşayanlarımızdan bahsediyorum elbette.
hayatında en az bir kez "günaydın sol yanım" diyebilmişler, birleşin ve bu filmi izleyin.
bir takvim uyuşmazlığı.
terk edildiğin gece onunkinin miladı. bambaşka bir iklimde üstelik.
seninki daha sıcak bir sabahta göğsünde onun yokluğunun oturmadığı ilk sabah. yatakta bu sabah senden ayrıldım diye mırıldanarak uyandığın ve gözünden bir damla yaşın akmadığı.
sesin titremeden ağlama su yüzlü sevdiceğim diye türküler tutturduğun öğlen vakti de olabilir. onun sana sadece baktığı ve bir şey diyemediği vakit hani.
you are frozen when your heart is not open diyen madonnaya söylenmediğin dakika.
başladı bile işte.
dün başlamıştı hatta. hiç tanımadığı bir adamı bir saat içinde anlatıp tüketirken o dosta, gözün bile dolmazken üstelik, omzuna yaslanıp uzun zamandır duymadığı ve sevdiği sesinden güçlü kadın ayağına şarkılar mırıldanırken, sahiden öldürmediğini fark etmiştin ki. önümüzdeki maçlara bakarız yavşaklığından sıkılmadığın an kendini değil onu öldürdüğüne de ayıkmıştın ama. başkasının dokunması fikri artık mideni bulandırmıyor değil mi? hatta alıcı gözüyle baktığın adamlar oldu.
annen güzel yüzlüm dediğinde bu kez sızlamadı için. halbuki üç gün önce onu öyle seviyor şimdi diye ağlamıştın dosta. yapma diyebilmişti sadece, bunu kendine yapma. yapmadın o dakikadan sonra. artık laf dinliyorsun.
oysa kendini sürüklediğin doktor çarpıntın var mı dediğinde sadece onlu cümleler kurmak istiyordun. 134 dedi doktor. kalbim ağzımdan çıkacak gibi diyemedin. evet dedin sadece. onsuz kalma diyecek sandın, o ise sadece sıvısız kalma, günde üç kez bu ilaçları al, bir de atlet giy dedi. haklıydı. bol su içtin, sıkı giyindin, öksürmüyorsun bile artık. onu kusmuyorsun midendeki acı suya kadar. taşikardin de yok. çarpmıyor kalbin. sadece atıyor.
sesini duymaya ihtiyacın olduğu günleri hatırladın. neler dediği değil, sesi kulağında yankılansın istedin. olmuyor, tanrım, olmuyor. bir ıslık var sadece kulağında. dünyanın en güzel sesi değil ama en güzel ıslığı. acımasız olma şimdi bu kadar diyor. az öncesinde sözleriyle söylüyordu. kimdi o sahi? dönüp arkana bakmış mıydın? hatırlamıyorsun bak. onu bile hatırlamıyorsun. yağmurluydu ama o gece, herkes neşeliydi, bir taksinin benzini damlamıştı yere, keskin kokuyor, renkli görünüyordu cadde. o kadar. bir de ıslık. aylar sonra o ıslık tüm iyi niyetiyle sarılmıştı sana. her şeye rağmen. şimdiyse ayrılığının başkasıyla aldatılmasına kızgın olacak ki olan bitenden bihaber dünyanın en keskin bakışını attı. o an bir şey hissetmedin ama şimdi o aldatılmışlık hissiyle başbaşasın. bakışların o kadar keskin sanırım şu anda ama sadece boşluğa bakıyorsun.
hedefine çarpmayan bakışlardan daha büyük israf, daha ölümcül bir günah, daha büyük bir zulüm tanımıyorsun şu anda. kendine zulmetmekten daha ağırı yok zaten. yapma o yüzden. bu kez ben sana söylüyorum, kendini dinlememe riskini alarak tekrar ediyorum, yapma bunu kendine. o ne yapsan seni görmeyecek kadar uzaktayken, gözü sana körken ona bakma.
söz verdin bana, kendine az önce. bakmıyorsun olduğu tarafa. aferin kızıma.
sesini hatırlamayı dene ama tekrar. birkaç gün önceydi en son denediğinde. belki bu kez olur. şimdi nerdeyse yabancı bir ses duyuyorsun, değil mi ? beni elimden tutup en tepeye çıkardın ve elimi uçurum kenarında bıraktın sen diyor. biraz kırık, çok heyecanlı bir ses. ama kesinlikle ağlamıyor. durumunu daha iyi anlatacak bir cümle bulamadığın günü hatırladın. sen ağlıyordun ama. sen çok kırık, çok yorgun ve bitkindin. üstün başın ıslanmıştı. defalarca söyledin bu cümleyi, en fazla bir kez duyuldu. yapma dedi yine karşıdaki ses. ama sen ne dediğini değil nasıl dediğini hatırlamayı isterdin şu anda. yine olmadı bak. neden olmuyor dersin?
normal diyor aynı yolları arşınlamış biri. bunlar normal ama geçti sanma, inanmadığın allaha nolur ya beni al ya da içimden onu sök diye yalvaracağın günler gelecek. dramatize ediyor, bu kadarını yapacak değilsin. yapmayacaksın tabi ki. dudağını ya da yastığı ısırıp susacaksın, kurmayacaksın bu cümleleri biliyorsun. o kadar değilsin.
daha bir hafta olmadı. sapsarıydı yüzün. tırnakların kırıktı, yemiştin hepsini. gözünde hep akmaya hazır bir damla yaş vardı. yusuf güneyin bile katalize edebildiği bir damla, düşün vehametini. tam da o şiirdeki gibi kulağı çabucak telefon zillerinde üniversiteli bir genç kız uykusu uyuyabiliyordun en fazla. rüyada olmakla uyanık olmak arası kavgalar ediyordun onunla. etmek istemediği tüm kavgaları ediyordun işte. karşısında olsan sonunda dayanamayıp sarılacağın ya da çok seviyorum diye ağlamaya kalkacağın kavgalar. ve artık onun aynı şekilde karşılık vermeyeceğinden emin olduğun.
attığın en büyük adım sonuncusu işte. bir umudun yok. telefonun yanında uyumuyorsun, gözünü açınca yaptığın ilk iş telefona bakmak olmuyor. söylemezsen ölecekmişsin gibi hissettiğin sitemlerin yok. numarası mıh gibi aklında. telefondan silsen ne olur? biraz beş, birkaç tane bir, yedi üç falan işte. yine de gitmiyor elin telefona. şimdi karşısına çıksan ne söyleyebilirsin? ne yaparsın ki?
iki hafta önce olsa yapacağın şey açıktı. tepki verip vermemesine aldırmadan sarılırdın. bir aydır bunu bekliyorum ben, çıkmayalım buradan derdin. ordan sonra arkasını dönüp gitmesini göze alırdın, biliyorsun. şimdi ne gücün var ne hevesin. başını göğsüne yaslayınca kalp atışını duymamaktan korkuyorsun. duymayacağını biliyorsun daha doğrusu. başkasına atan bir kalbe dokunmaya çalışmak fikri seni kendinden tiksindiriyor. başkasının sahipliğine el uzatmaktan hatta dönüp bakmaktan bile hoşlanmıyorsun işte. o yüzden vazgeçmeye inandırdın kendini.
vazgeçmeye ikna olmak. sevmek için ikna etmemiştin kendini. şimdi sevmemek için ikna etmek, anlaşma yapmak çok ağır, çok materyalist ve adice.
sayın kendim,
karşılığında hiçbir maddi çıkar gözetmeksizin sevdiğin adamın sevgisinden, aşkından, kitaplarda ne adı varsa işte osundan, o seni gözden çıkardığı için birkaç sızlatacak anı, bir gün aniden tekrar hatırlayıvermeyi umut ettiğin bir ses, gözünü sımsıkı yumarsan gözünün önüne gelir sandığın bir yüz, açıp baktığında buz kestiğin bir fotoğraf, ellerin her üşüdüğünde aklına gelen bir dolmuş hattı, üzerine gelen dört duvar, telefonda nasıl olduğunu anlamadığın biçimde kaydedilmiş mesajlar diye bir dosyada kalıvermiş ve ansızın karşına çıkan başarısız bir terk etme girişiminin kalıntısı iyi kal canım sevgilim diye biten, o an dramatik, sonraları trajikomik gelecek bir mesaj karşılığında vazgeçmek zorundasın.
bu kadar.
anlaşılması o kadar da zor biri değilmişsin. kendinle bile anlaşıverdin bak, attın imzayı.
sonra kalktın, kırık tırnaklarını törpüledin. oje değil, savaş boyası sürdün sanki. ellerin biraz titriyor ama fena değiller.
gözlerin ağlamaktan başka işlere de yarıyormuş. gözüne bakış çizebiliyorsun mesela. kozmetik var ya, çok ilginç bir sektör. onun olmadığı yere de kapkara, keskin bakabiliyorsun. çeşm-i siyah oluyorsun. renkleniyorsun, çiçek açıyorsun, dudakların öpülmekten olmasa da kızarıyor bir şekilde işte.
birbirini bir kazak için parçalayabilecek kadınların arasına atıp kendini, asla hırslı bir kadınla baş edemeyeceğini tekrar anladın. rekabet duygun eksik senin, bu yüzden başkasının göz dikebileceği her şeyini kaybedeceksin. çekiştirmediğin, yıpratmadığın her yüreği, her bedeni ucundan tutan sürükleyip götürecek. o yüzden bir daha asla sahiplenmeyecek ya da ait hissetmeyeceksin.
yok, asla asla deme sen. hayat bu, belli olmuyor bitanem.
şimdi günden güne keskin bir şekilde azalan onlu cümlelerine şaşırarak yaşamaya devam ediyorsun.
yorgun argın uyuyakalıveriyorsun bir kitaba dalmışken. en çok sevdiğin gibi. uzun zaman sonra. kurgulanmış hayatları merak ederken. yaşama yeniden heveslenirken geçiyor için. gülümseyerek açıyorsun gözünü. yataktan kalkar kalkmaz dans etmek istediğin de oluyor, belediye otobüsünde bağıra bağıra şarkı söylemek istediğin de. o hiç hayatında olmamışken de olduğu gibi. ne güzel bir heyecanmış. ne çok özlemişsin.
kendini ne çok özlemişsin. onu yaşamaya yaşatmaya çalışırken kendini ne çok susturmuşsun.
başkalarının eksiklerine dokunamazsın ayşem, kendini gözden çıkararak birilerinin bir şeyi olamazsın sen, napıcaz biz seninle be?
son günlerde duyduğun en gerçek şey de bu. yapamadın. ama bir kere daha onun ayşesi olmaktan gurur duydun seni bildiği için.
artık hayıflanmıyorsun.
artık ağlamıyorsun durup dururken.
artık onla ilgili hiçbir hayalin yok.
artık sözsüz anlaşmaların tek taraflı feshinin mümkün olduğuna ikna oldun.
artık kahkahaların yapmacık değil. karnına ağrılar girene dek gülebiliyorsun.
hızla yol alıyorsun.
onun da umduğunu söylediği gibi bir aya hatta daha kısa zamanda unutmuş olursun.
bir insan kendini seven birinin onu unutmasını umar mı sahi, hiç sevmemiş bile olsa?
her neyse, bu takvim böyle işliyor işte. kahrolarak, mahvolarak, ağlayarak, küfrederek, sızlanarak, ikna olarak, ikna ederek, kendini yeniden severek. aylara değil, işlere, oluşlara, hislere bölünerek.
senden habersiz, sana, sinsice çentikler atarak.
anne karnından çıkarak yapayalnız başladığın yoluna zaman zaman yarlar, yarenler ekleyerek kendini her seferinde doğuruyor ayrılık.
sen yaşlanıyor, yıpranıyorsun, ayrılık dipdiri olgunlaşıyor.
-bak senin şarkı çıkmış yine. acısa da öldürmez diyor kadın.
+öldürebilir bitanem. durumuna göre değişir.
haklıymışsın, öldürüyormuş sevgilim.
dizlerinin bağını çözüyormuş adamın.
bedenini, kaslarını, gücünü anlamsız bırakıyormuş.
kapıyı kapatmaya mecal bırakmadan, oracıkta yığıp nefesin kesilene kadar ağlatıyormuş.
banyoda boş deodorant şişesini bile buldurup koklatıyormuş, bildiğin ıssız adam yapıyor, rezil ediyormuş.
allahın cezası bir yüzükle bir atkı,bir şarj cihazı, biraz kola kapağı, bir yastık, bir nevresim takımı o eve sığmıyor, sokaklara taşıyormuş.
elimi tutmazsan o merdivenleri inemezmişim gibi hissettiriyormuş.
dolmuşla minibüsün bir farkı yok mesela artık. kim ne isterse diyebilir. ben yine dolmuş diyeceğim ve karışanım olmayacak.
nargileyi asla yakmayacağım. herkes közleri istediği büyüklükte koysun, banane?
birileri sebze yiyormuş ya da yemiyormuş, umrumda değil. kim ne isterse yapsın.
ülkelerin bayraklarını tanımasam da olur. onu da bilmeyivereyim.
mango kokan kremim bitmek üzere. yenisini almayacağım, öyle güzel takdir eden kimse olmayacak çünkü. kimse canına katıyormuş gibi koklamayacak bir daha nasılsa.
duştan asla hiç o kadar hevesle, o kadar mutlu, o kadar güzel çıkmayacağım. biri sarılmak üzere beni bekliyor olmayacak.
dışarı çıkarken o kadar hızlı hazırlanmayacağım. kimse "yine ne güzel olmuşsun sen" demeyecek nasılsa.
kimsenin sakallarını sevmeyeceğim.
kimseyi öpmek için fırsat kollamayacağım.
kimseyi öperken gözlerimi sımsıkı yummayacağım.
kimseye "çok" vurgulu sevgi cümleleri kurmayacağım.
osman'ı bile sevmeyecek, ali'ye sinirlenmeyeceğim. ne gereği var sinirimi sana belli edemeyecek olduktan sonra?
kimseye üst geçitten geçmek yerine bir dünya yol yürütmeyeceğim soğuk havada. kısa ve öz yürüyeceğiz, hedefe yönelik, o kadar. elini daha fazla ve daha sıkı tutmak için değil.
otogarı da seveceğim artık. çünkü hep ben gidiyor olacağım, kimseyi göndermek zorunda değilim, tadını çıkaracağım.
hani "bir gün bana hak vereceksin" dedin ya.
işte şu anda hak veriyorum sana canım sevgilim.
öldürebiliyormuş, durumuna göre değişiyormuş.
yapılan hataya göre doğruluğu değişebilir önerme.
affedilmeyecek ama unutulacak hatalar, hem affedilip hem unutulacak hatalar, affedilecek ama unutulmayacak hatalar, affe..
neyse işte, hata dediğinin türlü türlüsü mevcut.
kadın dediğinin de.
her türlü göte kaçabilir yani bu önerme.