uçurtma avcısı afgan kültürünü yansıtan bir kitaptır; aynı zamanda birbirimize ne kadar benzediğimizi anımsatır. genel itibariyle oğul emiri, arkadaş emiri, koca emiri, kardeş emiri, üvey baba emiri okuyacaksınız. afganistanın rusya darbesiyle yoğunlaşan çaresizliğini ve ardından taliban ile gelen şeriat sisteminin!!! zalimliğinin son olarak afganistanı ne hale getirdiğini göreceksiniz.
kitapta cümleler arasına gizlenmiş felsefelerle de karşılacaksınız; bir tane örnek veriyorum;
"mollolar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. o da hırsızlıktır. onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir... bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. hile yaptığın, birini aldattığın zamandoğruluğu haklılığı çalmş olursun... çalmaktan daha kötü bir suç yoktur.yukarıda bir yerde bir tanrı varsai umarım benim viski içmem ya da domuz yememden çok daha önemli meselelerle uğraşıyordur.."
film olarak uçurtma avcısından kitabından aldıgım zevki alamadıgımı söyleyebilirim. eğer kitap okunmadan filmi izlenirse gereken msj alınamaz diye düşünüyorum.
konunun türban(!) değil abdullal gül'ün cumhurbaşkanı olmasıdır diye düşündürtmesi gereken başlık.
türban konusuna kafayı takmış bir kesim var karşımızda ama bu kesim artık akp'nin karşında olanlar değil bizzat akp'li olanlardır. nedeni ise çok basit: abdullah gülün cumhurbaşkani olmasini istemeyenlerin sunmuş oldukları sebeplere karşilik, abdullah gül yanlıları tarafından savunma yolları bulunmamasindan kaynaklanmaktadır ve yıllardır gelen türban tartışmasının bir işe yarayabilir belki diye zırvalamaktadırlar zira kendileride bunun hiçbir işe yaramayacağinin farkndadırlar
tartışılması gerekn konu "türkiyeye hangi özelliklere ve nasıl bir öz geçmişe sahip birinin cumhurbaşkanı olacağıdır" olmalıdır. artık tek savunma yolunuz olan türban kelimesini ağzınızdan çikarip atın çünkü hiçbir art niyet taşımayan kapali bayanlarımızı kötü niyetlerinizle kullanmaktasınız.
cumhurbaşkanlarimiz göreve gelmeden önce şu şekilde and içerler:
"Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağima... , Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma... , Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim."
"laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma"
sayin abdullah gül ingiliz The Guardian gazetesine verdiği demeçte "Türkiye'de Cumhuriyet'in sonu geldi. Laik sistemi kesinlikle değiştirmek istiyoruz" buyurmuştur. yani daha göreve başlamadan bile cumhurbaşkaliği yeminini çiğnemiş bulunmaktadr; çünkü laiklil ilkesini çiğnemiştir.
"vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağima"
vatanin milletin bütünlüğünü sayn abdullah gül mü koruyacaktr. herkes bu kadar mutlu mudur sonuçtan o halde neden hala hoşnutsuzluk çiğliklari atlyor bu ülkede.
"Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek"
türkiyenin şan ve şerefini korumakla mükellef; ama türban sorunu yüzünden türkiyeyi avrupa insan haklari mahkemesine şikayet etmiş bir cumhurbaşkani düşünebiliyor musunuz? böyle mi yüceltilecek türkiye?
cumhurbaşkanın görevi nedir?
1.cumhurbaşkanı tarafsız olmalıdır.
abdullah gül tarafsz olabilecek midir?
kendisi 1995 yılında refah partisinin diş ilişkilerinden sorumlu genel başkan yardimcisir. günümüz akp sinin de diş işleri bakani ve başbakan yardmcisi olmuştur. siyasi kimliği bir hayli oturaklidir yani görüşlerinde herhangi bir sapma olmamş hangi yoldan geldiyse o yolda devam etmiş bu konuda güçlü bir siyasi karaktere sahiptir.
inkar edilemez.
peki şimdi sağdan gelipte tarafszlik koltuğuna oturabilecek midir? 40 yaşn aşmş bir insan siyasi kimliğinden bir çirpida kopup tarafsz bir cumhurbaşkani olabilecek midir. türkiyenin cumhurbaşkani olabilicek mi dersiniz?
2.Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek,
Başbakanın önerisi üzerine Bakanları atamak ve görevlerine son vermek,
Genelkurmay Başkanı'nı atamak,
Devlet Denetleme Kurulu'nun üyelerini ve Başkanını atamak
Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek,
Üniversite rektörlerini seçmek,
Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Askeri Yüksek idare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.
ülkeyi oluşturan tüm kurumlar abdullah gülün elinde mi olacak yoksa abdullah gül'ün siyasi kimliğinin !!! elinde mi olacak? yani tüm ülke baştan aşağ akp olsun diyorsanz buyrun cumhurbaşkaniniz. eğer bu ülke akp ye boyanrsa işte o zaman asl diktatörlük neymiş görürüz zira onlara karşi çkacak bir damla bile gücümüz kalmayacak.
türkiye'deki anormalliklerden sadece bir tanesidir.
yani hem din ve devlet işleri birbirinden ayrıdır, devlet tüm dinlere eşit uzaklıktadır ve devlet hiç bir dine üstünlük vermez diyoruz; üstelik bunun adına da laiklik diyoruz sonra gidip nüfus kağıdının üstüne islam ibaresini işletiyoruz.
Gül'ün 1995'te Refah Partisi'nin (RP) dış ilişkilerinden sorumlu genel başkan yardımcısı iken ingiliz The Guardian gazetesine verdiği demeçtir. "Türkiye'de Cumhuriyet'in sonu geldi. Laik sistemi kesinlikle değiştirmek istiyoruz" dediği ileri sürülmüştür
(bkz: radikal gazetesi)
biraz geç girilen gündem. yazmışım bi kez yayınlamadan olmaz.
NE OLACAK BU MEMLEKETiN HALi?
Son zamanların en çok konuşulan konularından olan ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının uzun yıllardan sonra kendilerini bu denli siyasetin içinde bulmalarını sağlayan anayasa değişikliği ve akabinde seyreden genel seçim mevzuları ülkeyi kasıp kavurmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AKP ve CHP'nin bu ülkedeki rolleri, 60'lı yılların buğulu havasında Yassıada katastroftu olarak karşımıza çıkan Anayasa Mahkemesi ve 367 toplantı yetersayısı ile vermiş olduğu karar, siyasetçilerin olduğu kadar vatandaşlarında kafalarında mizah dergileri misali içleri soru işaretleri ile dolu baloncuklar yaratmıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile başlayıp, anayasa değişikliğinin referandumla buluşmasına değin giden ve en son 22 Temmuz genel seçimleriyle politikacı amcalarımızın kendilerini adeta bir maratonun içinde bulmalarıyla ateşini bi nebze de olsa söndüren püf noktalar, dünyaya gelme devrini çoktan geride bırakıp ergenlik dönemine ulaşmış ve hatta merdiveni yaşlılığa kadar dayamıştır. Dış işleri Bakanı Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olarak sunulmasından çok önceleri boy göstermeye başlayan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, herhangi bir şekilde Anayasa Mahkemesi yollarını aşındıracağına dair zaten çok kez gözünü medyaya kırpmıştı. Atatürk'ün kurmuş olduğu bir partiye yakışırcasına , ülkeyi diktatörlükten kurtarma adına, toplantı ve karar yetersaylarını da omzuna yükleyerek başladı Anayasa Mahkemesi yollarına koyulmaya. Sayın Baykal'ın sunmuş olduğu mevzu toplantı yetersayısında 184'ün değil de 367'nin imtiyazıydı. Her ne kadar Bülent Arınç'ın içeri giren her sineği bile rey kabul etmesi 367 rakamına ulaşılmasını sağlamadı. Sonuç olarak Deniz Baykal'ın Anayasa Mahkemesi'ne ilettiği bu rapor 367 rakamını esas aldı ve yapılan seçim daha ilk turda iptal edildi. Kimi hukuk profösörleri bunun hukuk adına yanlış fakat ülke adına hayırlı bir karar olduğunu savunurken, Sayın Başbakan hislerini "demokrasiye kurşun sıkıldı, karar dayatmayla alındı, dolayısıyla yüz karasıdır" şeklinde ifade etti.
Peki Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın bir alternatifmişcesine sunmuş olduğu, -ki sistem sadece Amerika tarafından yürütebilmiştir ve bu rejimi deneyen diğer Latin Amerika ülkelerinin sonları darbelerle süslenmiştir- Başkanlık rejiminden farklı bir sistem gibi görünen ve aylardır gazetelerin manşetlerini dolduran anayasa değişikliğinin çerçevesi nedir? Sunulmuş olan anayasa değişikliği cumhurbaşkanın halk tarafından beş yıllığına iki turlu bir seçim süreci sonunda seçilmesini öngörüyor. Bu pakete göre, cumhurbaşkanlığı seçiminde 20 milletvekilinin imzasıyla aday gösterilen isimler yarışabilecek. ilk turda geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan aday cumhurbaşkanı seçilecek. Bu oy oranına ulaşan aday olmazsa, en çok oy alan iki aday seçimin ikinci turunda yarışacak. Seçilen kişi 5 yıl sonra yeniden seçilirse ikinci kez 5 yıllığına cumhurbaşkanı olabilecek. Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği seçmenlerin çoğunluğunun destek vermesi halinde yürürlüğe girecek.
Kuşkusuz izlememiz gereken rota kutsal anayasamızda mevcuttur. Anayasa değişikliğinde değinilmesi gereken bir nokta vardır ki o da madde 175'tir. 175. maddenin ilk fıkrasına göre, "Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anaysanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür". Maddenin devamı ise hükümeti yakından ilgilendiren referanduma ilişkindir. Anayasamıza göre referandumlarımız zorunlu ve takdiri olmak üzere ikiye ayrılmaktadr. Değişiklikte üye tamsayısının beşte üçü ya da beşte üçünden yüksek fakat üçte ikisinden az oyla kabul edildiğinde cumhurbaşkanının meclise iade etme ya da halk oyuna sunma halleriyle karşılaşıyoruz. Meclise iade halinde üçte iki oyla tekrar kabul edilebilme hali mevcut olabilir. Bu durumda cumhurbaşkanı referanduma gider ya da onaylayarak kesinleştirir. iadenin aksi olduğu durumlarda ise beşte üç ile üçte iki arasında oylarda halk oylaması zorunlu hale gelir. Cumhurbaşkanı anayasa değişikliğini çok beğense bile halk oyuna sunmak zorundadır. Kısacası devlet başkanı tek başına söz sahibi değildir. Zorunlu referandumla karşılaştığmız vakit görüyoruz ki cumhurbaşkanının maddeleri parçalama yetkisi yoktur. Meclis nasıl oylanmasını istiyorsa o şekilde oylamaya sunulur. ikinci çeşit olan referandum şeklimizin takdiri referandum olduğunu yukarda belirtmiştik. Üye tamsayısının üçte ikisi ya da daha fazla oyuyla karşı karşıyaysak cumhurbaşkanının üç yetkisi ile de karşı karşıyayız demektir; meclise geri gönderme, onaylayarak kesinleştirme, halk oyuna sunma(takdiri referandum). Zorunlu referandumun aksine cumhurbaşkanı isterse tümünü halk oyuna sunar isterse de parçalayarak. Bir kısmını yürürlüğe koyarken bir kısmını halk oyuna sunabiliyor. Son olarak halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği seçmenlerin çoğunluğunun destek vermesi halinde yürürlüğe giriyor.
Bir varmış bir yokmuş,
Sene 2006- 2007 imiş,
Ülke seçim süreci içerisinde cadı kazanı edasında kaynatılıp dururken haberlerin ardı arkası kesilmezmiş; biri "anayasa değişikliğine gidelim, cumhurbaşkanını da halk seçsin kardeşim" derken diğeri "olur mu hiç öyle şey hele biz gelelim bir iktidara sonra bakarız icabında duruma" dermiş, CHP ve DSP'nin birleşmeleri gündeme gelir "solda birleşme" adını alırmış, siyasi büyükler kulaktan kulağa oynarken "sağda birleşme" gündeme gelir sonra balon gibi sönermiş, bir bakarsın Mesut Yılmaz sahnelere çıkarmış hem de akıl almaz bir cesaretle, Doğu da mayınlar patlatılır şehitler cennetin kapısından göz kırparmış kanlı kanlı, metropollerde bombolar haykırır, PKK'nın üstünden yine deli gömleği çıkartılıp başıboş bırakılırmış, mazot bir ytl olur, öss de bu diyardan kalkıp gidermiş, geride de yorgun düşmüş vatandaş ne olacak bu memleketin hali sohbetlerine koyulur; yüreklerin başında sızlamalar çığlıklar atarmış.
"uykudan kalktım şimdi aklıma sen geldin hemen en kuytu sırlarımla birlikte..hemen bilgisayarın başına geçtim içimdikileri dökmek için..beni rahatlatıyorsun,pek nadir de olsa yalnızlığı hissedişim o kalabalıkların arasında, o dağınık her yöne uçuşması mümkün anlarımı paylaşıyorsun kardeşim sıfatıyla..çok mutluyum bana güven duygusunu eksiksiz tattırdıgın için bu dünyada birine ,sana,hiç düşünmeden güvenmeyi yaşayabildiğim için.
hatırlıyo musun?aynı yatakta paylaştıgımız ıssız gecelerdeki enteresan muhabbetleri?.. türk sanat "musikisi" ile kimi zaman hüzünlenip kimi zaman şenlediğimizi?.. milliyetçi ruhumuzun tavan yaptıgı anları? olaylara akıl sır erdiremeyip sonra kafayı yiyecek duruma gelişlerimizi.accessorize anlarımızı da unutma birbirimizden geçmiş vaziyette ben binbir şapka dener sen de bi o kadar çanta..seni seviyorum.ama eminim sen farkındasın bu öyle sıradan bir "seni seviyorum" değil ..kızım yerini hiç bi sevgili tutamaz vallahi..sen hep bi tanesin benim için
daha anlatılacak o kdar çok şey var ki ama ne bu sayfalar yeter bunları içermeye ne de benim parmaklarımın gücü..
vakti zamanında; sıradan bir ankara sabahında ,pencere önüne geçip geçmişe dalmaktır ,begüm sıcacık bir dokunuştur hemde ruhun en hassas beldelerine.
begüm yaşamdır. mutluluktur ve pozitif enerjidir. yalnızlığın zıttıdır.hayalperestliktir. begüm , özlemle birlikte kalbin atması demektir. düşünen kafa demektir ve aynı zamanda fikir alışverişi demektir. begüm aynı yatakta yatıp doyasıya ona sarlmak demektir. begüm en leş hallerinizi görebilecek bir potansiyeldedir. begüm yüzük kardeşliği gibi bişeydir!.. begüm beni benden iyi tanıyandır. begüm benim bu dünyada bir başkasına bir daha bu kadar yakın olamayacağımı bana kanıtlayandır. begüm benim kelimelerin kifayetsizliğidir.
begüm benim hayatımdır...
bunun mevcut nikli yazarla bi alakası yoktur. benim sözüm rapunzele..
monte kristo'nun alexandre dumas tarafından özellikle "1800"lü yıllarda yazılmış olduğunun bilincinde olmak okuyan insana ayrı bir haz veriyor. kitabı okuduğunuz her saniyede yüreğiniz yumuşar bir yandan da hüzünle burkulur ve dersiniz ki fısıldayarak kalbinize "hala böyle insanlar yaşıyor mu?"; ki senenin 2007 olduğunu unutarak.
kitabın bizlere verdiği en büyük nasihat ÜMiT ETMEK VE SABRETMEK'TiR. eğer bu iki anahtara sahip olursanız dünyanın en mutlu, en şerefli, en zengin insanı olursunuz.
edmond dantes namı değer monte kristo kontu 14 yıllık mahpus hayatının ardından özgürlüğüne yüreğindeki intikam acısıyla birlikte bir çuvalın içindeyken kavuşur.
ve sahnelere adımını monte kristo olarak atar. zindan da suçsuz yere yattığı 14 yılın acısını çatır çatır çıkarır.
danglars, vilfor, fernand, mersedes, morrel, valentine, albert, maksimilen, kavalkanti ve daha bir çoğu...
bu klasiği eğer hala okumadıysanız bir an önce okumanız tavsiye edilirrr.
22 temmuzun bize gösterdikleri korkunç rakamlardır. akıl erdirmek imkansız bu insanlara. nasıl olurda bunca şehitlere, bunca işsizliğe, bunca satılmaya bunca şeriata bunca diktatörlüğe bunca örümcek kafalılığa bunca dini istsmar etmeye rağmen hala acınası bir Türkiye modeli çizmeye gönülleri el verdi tüm bu insanların? korkuyorum gelecekten...
aynı zamanda bizim ülke vatandaşlarımız göstermişlerdir ki kendilerinin açlktan ağızlara kokarken yönetenlerinin "gemiler" içinde yüzmelerinden hiç hoşnutsuz değillerdir. bu insanların artık haykrmya hakları kalmamıştır nitekim "analarını da alıp git"me vakti sayelerinde gelmiş bulunmaktadır; zaten görülüyor ki hallerinden de çok ama çook memnunlardır.
yurdum gençleri olarak sevinilecek durum. ki asla özentilikten yapılabileceğini sanmıyorum hatta bundan eminim. ayrıca bu konuya neden sinir olunur hiç anlamadım boş boş gezmekten bin kat daha değerli bir durum değil midir, zaten ulaşmak istediğimiz seviye de bu olmamalı mıdır yani anlamadım ki? asıl bu durumu özenti bulanları fena halde özenti bulmaktayım.
yunan filozofudur. "ölüm varsa ben yokum ben varsam ölüm yok!" diyen Epikuros'un düşünceleri epikürcü adı verilerek yaşama ilkesi yaplmştır; hazlara, sevinçlere yönelik bir yaşamın hedef edilmesidir.
sokrates m.ö 470-399 yaşamış yunan filozofu.onu doğrudan doğruya tanımıyoruz maalesef.çünkü kendisi hiçbirşey yazmadı onu anlatan belli bi kaynak ta yok.tanrlardan başka tanrıları yücelttiği için ve gençlerin ahlakını bozmayı amaçladığı gerekçesiyle ölüme mahkum edildi.
kendisini ölüme hazırlarken sarfettiği sözler ise şöyle oldu
"hayattan uzaklaştığmız ölçüde gerçeğe yaklaşırız.biz hakikati sevenler hayatta neye koşarız? bizler kendimizi vücuttan ve vücudun hayatından kaynaklanan her türlü beladan kurtarmaya çalışırız.eğer durum buysa, ölüm bize gelirken niçin sevinmeyelim?. bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir."
tolstoyun harika, okunması şart kitabıdır itiraflarım.eğer tanrı ile aranız bozulduysa eğer O'na küstüyseniz ya da inanç olayı sizi terk ettiyse, hayata anlam veremiyorsanız bu kitabı okumalısınız. eğer aklınızın içinde aslında çoktan var olması gereken "hayatın anlamı nedir? ben kimim? niçin varım?" tarzı sorular mevcutsa ve bu soruları cevaplayacak yolları kendi çabanızla bulamyorsanız bu kitaba bi el atmanız sizin yararınıza olacaktır.
kitap aynı zamanda tolstoyun ilk gençlik yıllarında geleneklerden ötürü hristiyan oluşunu kendisinin diliyle alaya almaktadır. daha sonraları aydın denilen(ne kadar aydınlıktır bu şüphedir)arasına girer ve aklın yolunda ilerlemeye çalşır; akıl ise inancı budalaca bulur. aslında var oluşu rastlantısal bir şekilde moleküllerin birleşmesindendir. yukarda saymış olduğum soruların cevabını bilim işte bu şekilde vermektedir. lakin bu cevap yazarımızı doyurmaz ve yaşamış olduğu bunalımdan ötürü intiharın pençesinde gider gelir ama buna da cesaret edemez. sonunda bilimin onun için doğru yol olmadığını anlar; fakat bunca yıldır kibirinden aşağıladığı gelmiş geçmiş milyonlarca insanın, halkın yoluna gider ve inanç diye bi kavramın var olduğunu görür. doğru yolun bu olduğunu kendisine ıspatlar veee yaşama tekrar döner.
nefes kadar yakın olup yıldızlar kadar uzak olabilen korkunç duygu.
ölüm!
tanımı yok. kavranılamayan yokluk.
der dururlar ya "kelimelerin kifayetsizliği" diye, ölüm bunu size öyle bir hissettirir ki şaşırır kalırsınız, vakti geldiğinde.
onun artık yok oluşunu, gözlerini açıp kapatamayacak oluşunu beyin bir türlü algılayamaz çünkü yürek buna izin vermez; o inanmamıştır ki, beyine hükmeder durur işte.
bu bir ceza mı yoksa yeni hayatınıza bir armağan mı hiçbir zaman cevaplayamayacağız.
ruhumda, içimde birşeyler var; izin vermiyor tasvir etmeme. bu konuya inanmamı engelleyen kapalı kapılarım var bir sürü nihayetinde. öyle çok sıkıyor ki boğazımı o eller, nefes almam imkansız oluyor. akıttığım gözyaslarım beni rahatlatmıyor. bu defa hıçkırıklarım uykumu getirmiyor.
evet. tanrı bize ceza veriyor. peki ya O 'na.
işte diyorsun kendi kendine; bu defa kayboldun o meşhur "sisler bulvarında. ezan sesleri" işe yaramaz o vakit. bilirsin aslında sen de yoksun ya. hayat bir kez daha kezzaplı yüzünü göstermiştir sana.
hayatın bol gelmesi...
tutunacak dala ulaşamamak. yalnızlığı iliklerinde hissetmek.şehirlerarası otobüs yolculuklarında farkına varılabilen sıfatım. feleğin seninle dalga geçmesi. yenilmek..hayata yenilmek.tam bir katastroftur, çünkü ölüm aklının ucuna gelmeye başlamıştır. hayatın kalleşliğidir yani.ve de senin ezilmen, çırılçıplak kalman ama kimseye de itiraf edemediğin durumdur işte.hatta kendine bile. hayat bol gelir ama terzi olmayı öğrenirsen de cuk oturur üstüne..
işte düşünce özgürlüğünün olmadığının düşündürücü işareti.
bu ülke neden hep hazin tarihler barındırır içinde.
biz gençlerden beklenen nedir allah aşkına ; kafa yormayalm mı yani amerikaya satılşımıza, boyun eğişimize, kendi ülkemizin vatandaşı olamayışımıza. ama şöyle bir baksanız ensesi geniş amcalarımız hep şikayet eder durur üniversite gençliği yozlaşıyor ilim irfan yuvası olmaktan çıkıyor yakn geçmişe ilgi yok deyip yalancı hüznünü haykırıyor. brakın allah aşkına; yapmacık duyarlılığınız o kadar iğrenç ki; siz devlet büyükleri..
bu ülkenin yetiştirmiş olduğu cumhurbaşkanı değilmiydi öğrencilere karşı "ateş" emrini verdiren; tek suçları aykırı düzene aykırı düşünceler beslemek olan öğrencilerin.
sonra da arkasından kahraman gösterilir deniz gezmişler tabi. acımadan hukuken yanılgı olduğu takdirde dönüşü olmayan ve tarif ederken kelimelerin kifayetsiz kaldığı idam cezaları ve de.
deniz gezmişin armağanı maalesef idam cezas oldu; ne yazık..
idam cezalarına karşı da azaldı ortalıkta diğer deniz gezmişler, tabiatıyla.
suçu bağımsız türkiye için savaşmak; uğruna 24 yaşında dar ağacı yolları hem de. pis amerikan ellerinin ülkenin şuheda fışkıracak topraklarından çekilmesiydi tek istediği sene 1968 iken.
şimdi olmuş 2007 ama pis amerikan elleri hala hala denizin yakasında. ne idamlar gördü bu ülke ama neye çare...
bu film marlon brandosuyla al pacinosuyla izlenilecek, michealin her sahnesinde insana "güçlü olman gerek" dedirtecek, eğer zayıfsan yaşama şansının olmadığını hatırlatacak, aynı zamanda o harika müziğiyle size yalnızlığı ve güçsüzlüğü anımsatacak muhteşem bir mafya filmidir.
herkesten o at sahnesini bir kez daha izleyip düşünmesini isterim.
" hele de filmi, amerika sokaklarında üstü açık bi arabayla almaya gidip üstüne de satıcınn ne kadar çok mafya tanıdığını, silahın nasıl tutulması gerektiğini, corleone ailesi hikayesini vs. dinledikten sonra chicago gökdelenlerinden birinde izliyorsanız tadına doyum olmayacak bi film olup çıkar karşınıza"
"kızlarda mafya filmi izleyebilir" :)
bakın cumhuriyet gazetesi yazarı öztin akgüç solculuk hakkında ne demektedir.".
"solun amacı, toplumun yaşam kalitesini yükselmetir...yalnız yaşamın fiziki koşullarının iyileşmeisni değil, eğitim düzeyinin yükselmesini, kültür zenginliğini, özaygıyı, toplumun gerçek gereksinimlerini karşılamaya yönelik bi iş sahibi olmay da içerir.vatandaşların eşit olduklarına inanması demektir.
sol geniş kitlelerin yaşam kalitesini yükseltmesi açısndan kapitalizmi, kapitalizmin ileri bir aşaması olan emperyalizmi engel bir tehlike olarak görürü.
sol... refahın gönencin demokratikleşmesini, bireyin toplumsal, siyasal yaşamda etkin bir rol almasını savunur.
türkiyede solun AB'ye ve ABD'ye karşı tavır alması tutarlı bir davranıştr. serbest pazar , demokrasi, insan hakları alamaması ile dünyayı sömüren güçlere destek vermemek , onlarla birlikte harelket etmemek solculuğun gereğidir.
sol emperyal güçlere karşıdır.
her konuda oldugu gibi solculukta da sığlıktan, yalakalıktan kurtulmamz gerekir..."
emperyalizim karşıtıdır.
sabahattin ali karanlk güçlerce öldürülmüştür.
nedeni ise söylemiş olduğu şu sözler olsa gerek
"dünyayı bir ahtopot gibi sarmaya çalışan emperyalist sermayenin kucağına atılmak, milletin alıın terini dolara, sterline satmak isteyenler kim? gözü doymaz paranın bu korkunç taarruze karşısında milletini ve vartanını seven her namuslu insan, sesini çıkartmaya mecburdur
judgementi dinlerken gitarın tavan yaptğı bi an vardır yükselir yükselir sonra tavan tabana doğru yavaşlamaya vaşlar. orada bir gökdelenden atladığınızı atlarken ve aşağıya hızla süzülürken yüzünüzdeki gülümsemeyi farkedin özgürce düşüşün size verdiği hazı. yere düştüğünüz an ise artık tavan yapan gitarın tabana doğru inmeye başladığı kısımdır işte orada ise kafanızın kolunuzun bacağınızın ayrı yerlere uçuştugunu kırmızıya büründüğünüzde de yüzünüzün seçilemeyecek derecede karma karışık olduğunu hayal edin. dünyaya bu şekilde elveda derken mutluluğu ve hüznü beş dakikada hissedebileceğinizi görün. elinizi son ken "hoşça kal" anlamında sallarken özgürlüğün tadını çkardığınızı getirin gözlerinizin önüne.
ya da
tam o tavan sırasında sandalyede elleri kolları bağlanmış zavallı birini nasıl kendinizden geçerek bıçakladığınızı hayal edin. elinizin yüzünüzünüz her yerinizin nasıl kan olduğunu önünüze getirin bıçağı saplayın çıkarın saplayın çıkarın ve bunu hızlı hızlı yapın.tavan yapan müziğin tabana doğru inişe başladıgı sırada sizde karşınızdaki zavallıyı bıçaklarken artık yoruldugunuzu ve yüzünüze bu yorgunluktan dolayı gelen pis gülümsemeyi hissedin.
ve ya da
bi sevişme sahnesini getirin gözlerinizin önüne.judgementın taban yaptığı yerde orgazma doğru ilerleyişi taban inerken ise orgazm olduktan sonraki hissi getirin gözler önüne.
işte size anathema şarkılarıııı.
evlilik dışındaki gönül ilişkisini kabul eden tarihteki tek siyaset adamı. bir opera sanatçısı ile yaşamış olduğu birliktelikten bir çocukları olmuştu. fakat çocuk düşmüştü. yüce mahkemede her ne kadar bebeğin adnan menderes tarafından öldürüldüğü söylense de duruşmalar sırasında opera sanatçısı bayan bunu inkar etmiştir ve böyle birşeye ne adnan menderesin yüreğinin ne de kendisininkinin kaldrmasının imkansız oldugunu dile getirmiştir işte tarihte adı geçen "bebek davası"nın özeti de budur.
kadınlar tarafından suda boğulma korkusu var. ayrıca annesine karşı hissetiği ensest duyguları. annesine kapılma ve onun tarafından terk edilme korkusu, kendini bir kadına tamamen verebilmesini her zaman engellemiştir de..