bir nevi "canan arıtman" saldırısına maruz kalmış kişi. musevi olduğu ilan edilmiş. şimdi top kendisinde. "ailem müslüman ve türk'tür" derse rahatlarız.
ilgili, bilgili, kültürlü, en önemlisi empati kurma kabiliyeti (ki bu çoğumuzda yok) mevcut moderatördür. **
bu topraklarda -maveraünnehir, doğu, güney doğu anadolu, adına ne dersek- yüzyıllardır yaşayan, şanlı, kahraman, gazi ünvanları alan, bu vatan uğruna şehit olan kürt asıllı türkiye cumhuriyeti vatandaşlarımıza misafir, daha da ağırı "sığıntı" diyen yazar.
ayrıca beyanatlarının peşinden olası imla hatalarının faturasını da kürt kardeşlerine(!) kesmiş, onlar için kıt bir türkçe kullanmış olabilirmiş kendisi.
bu ülkenin resmi dili türkçe. kürt kardeşimiz, annesinden kürtçe öğrenmiş olsa bile; ilköğretim yıllarında türkçe öğreniyor şüphesiz. türkçe okumayı ve yazmayı da öğreniyor tabi. ama kendi tecrübelerime dayanarak söylemeliyim ki; kitap okumadığımızdan, kendimizi geliştirmediğimizden, kültürel erozyonlara uğradığımızdan çoğumuzun türkçesi kıt. yazık, sadece kürt kardeşlerimiz için geçerli değil yani bu acıklı durum. yazarlarımızı, şairlerimizi tanımıyoruz bile. cahil cühela geziyoruz, boş yaşıyoruz.
bu sığıntılardan bazıları (kardeş miydi kafam karıştı şimdi) ev sahiplerini sağlıklarına kavuşturmuş olabilir. aklınızdan geçti mi hiç? acile kaldırıldınız mesela; nüfus cüzdanı istiyor musunuz doktordan? ya kürtse, sığıntıysa. yahut öğrenim hayatınız boyunca öğretmenlerinizi doğdukları yere göre mi seçtiniz? ya bir soruyu onlar sayesinde çözdüyseniz üniversite sınavında? kürt kökenli bir öğretmeniniz olduysa. ayakkabınızı tamir ettirdiniz, lahmacun yediniz, devlet dairesinde bir işinizi hallettiniz. küçüktünüz bir sığıntı başınızı okşadı ya da tatlı bir çocuğu siz okşadınız dışarda. ya kürtse?
ne çok üzen, ne çok dışlayan tavırlar bunlar, ne çirkin ifadeler. altı yıldır türkçe öğretiyorum çocuklara ben, tek kelime kürtçe bilmiyorum; ama bilebilirdim çünkü ben kürt kökenli bir öğretmenim. cumhuriyet bayramlarında, on kasımlarda şiirler okutuyorum çocuklara, vatanlarını sevmeyi öğretiyorum. ama vatan sevmenin yolunun aslında insanları sevmekten geçtiğini de unutmadan. babam kürtçe biliyor mesela, hem kürtçe biliyor hem de türk dili ve edebiyatı öğretmeni oluyor. türkçesi ise engin bir denizi andırıyor.
şayet biz "ankara'dan gerisini at, işe yaramaz" dersek, "istenmiyorsun, sevilmiyorsun" dersek, biz ne kadar seviyor oluruz ki bu ülkeyi? diyarbakır da bu ülkenin toprağı, muş da. oralar ne kadar izmirli'ninse; izmir de o kadar diyarbakırlı'nın. teröre gelince, masum her insanın başını yakıyor, canını alıyor, ırk ayırt etmiyor.
bu yazarımız ülkücülerle ilgili bir entrysinde şöyle bir açıklama yapıyor: "diyeceğim o ki; kültürün siyasi görüşle ilgisi yoktur. imlası kötü diye, ülkücü diye, solcu diye, virgülden sonra boşluk bırakmadı diye kimse kültürsüz, akılsız ya da bilgisiz olmaz. hiçbir şey bu kadar basit olamaz."
ülkücülerin de türkçesi kıt olabiliyor demek ki; fakat kendisi aynı anlayışı neden annesinden başka bir dil öğrenerek dünyaya gelen kürtlere göstermiyor? burası muallak...
diyip değil, deyip. olarakdan değil olaraktan. hatta bu ifadede "olarak" yeterli olurdu.
türkçe'mizde kafamıza göre ünlü daralması yapamayız ve benzeşmeyi de ilkokulda öğrenmeliydik. hazır bu kadar ahkam kesiyorken... o parantez içindeki "swh" de şık doğrusu.
doğum günü kutlu olasıca, takım elbiselerle yaşayasıca, daima genç kalasıca, hep böyle fırlama olasıca, sonsuza dek kardeşim kalasıca, ilelebet çok sevilesice bir kimsedir. ***
esasen söze pek gerek bırakmayan yazardır, dosttur, candır. üç nokta koysa yan yana anlatır kendini, anlar beni.
iyi ki vardır, iyi ki doğmuştur; lakin nasıl böyle "bambaşka" olmuştur bilinmez. hem zaten ben bağcının peşinde olanlardan değilim ki, mesaj açık mı? anlayacağın yirim, yirim, tekrar yirim!*
daha olgun hissetmektir. aşkı bulmaktır belki. hayata karışmak, daha çok "hayat" gibi olmaktır. eskileri daha çok anlamak, büyüklerin laflarını cümlelerinize daha çok sokuşturmaktır. dikbaşlılığı yavaş yavaş üzerinden atmak, daha mutlu olmaktır.
"neyse ki otuza daha dört yıl var" demek ve hatta otuzdan daha az korkar hale gelmektir.
bir garip yarışma, kalabalıkta seyri epey keyifli. insan yarışmanın içine giriveriyor. "sen olsan ne derdin?" ya da "sence kaç lira var kutuda?" gibi. stüdyoda samimi bir ortam yaratılmaya çalışılmış; ama bazı yarışmacılar fazla kaptırıyor sanki, başkası için kahrolmalar, heyecandan kutuların altına çömelmeler falan...
hiç izlememiştim; lakin tatilde ev halkının yoğun baskıları altında tanıştık kendisiyle. öz kardeşim kutucu olmuştu, beni "entel dantel" olmakla suçluyordu. yüksek bir zümreye bürünmüştüm sanki, halkın arasına karışmaya karar verdim ve yere indim.
acun bey ve kutuları karşımdaydı, anneanne, sinerji metin, 20'den geriye sayma seansları, mühür sökmeler, elle temizlemeler falan...
yarışma bitiyor, ben odaya çekilip "six feet under" izliyorum, ona da yeni başlamıştım. hayatım epey hareketlenmişti. david'le keith'i aşk halinde görüyorum sürekli, onlar gay ve bu normal bir hadise tabi.
neyse bir de annem var ki; en bombası o. sürekli evlenenlerden, düğünlerden bahsediyor. her mevzu gelip buralara ilişiyor nasılsa. yeni evlenmiş bir arkadaşımı ziyaret ettik, liseden arkadaş, facebook'tan milletin profilini süzdük.
kutulu yarışmayı ikinci kez izlemiştim, konuya epeyce vakıf olmuştum; fakat sabah bir kabusla uyandım dostlar. kutulara katılmışım ben de, tv.deyim. yalnız bazı farklılıklar var. çift olarak katılınıyor benim yarışmaya. acun bey karşımda, yanımda bizim liseden biri-üstelik hiç hazzetmediğim biri- diğer katılımcılar da çift. gay ve lezbiyen çiftler hem de. iki doktor var mesela erkek, nasıl tanıştıklarını anlatıyorlar falan. ben de yanımdakine bakıyorum. acun bey yarışmayı kazananları evlendiriyor. adaylar olarak kamera bize dönüyor sürekli. "allah'ım ben bu yanımdakiyle burda ne yapıyorum?" diyorum sürekli içimden. herkes de gördü rezil olduk. "halk sms atacak ve asıl yarışmacılar belli olacak" diyorlar. bizi seçmesinler, bizi seçmesinler. teselliler uyduruyorum. "millet doktorları sever" diyorum, o iki gay doktora sms yağar inşallah." diye duacı oluyorum. o esnada türbanı falan unutmuşum da; gaylere sempati duyan bir halk hayal ediyorum. yanımdaki "ablam bize epey oy yollayacak." diyor. aman ne mutlu! nasıl kaçsam diye düşünüyorum. bir bahane bulup toz oluyorum, çare düşünüyorum sürekli. dönüp "biz bu yarışmadan çekilelim, hiç flört etmedik, istersen sonra yine evleniriz." diye kandırmaya karar veriyorum müstakbel kocamı. koltuğuma dönüyorum, koca adayı kayıp. telefonu falan duruyor, kendi yok. stüdyodan çıkıp kocamın peşine düşüyorum. hayır zaten evlenmeyecektim de, niye beni bırakıp gitti ki?
annem, kutular, david & keith, facebook el ele verip kabusum oldu anlayacağınız. halkın arasına karışmak pek de iyi bir fikir değilmiş. kaf dağı'ma döndüm soran olursa. annem uyandırmasa, acun bey evlendirecekti beni! koca adayı da toz olmuştu ya, gelirdi belki de. kim bilir?
edit: 2 ay önce yazılmıştır, bayattır, idare edin, mazur görün.*
çünkü her aşk ilk aşktır, öncekiler "hikayeymiş" dersin. her aşk, başka bir haritadır. sen bile başkasın, her gün değişiyorsun, her an büyüyorsun. sanki bir başvuru yapılıyor, "tamamdır, aşık olmak istiyorum" ve hooop aşk gökten iniveriyor size. ama işte üşengeçliğiniz tutuyor, o harika kız/erkek karşınızda oysa. kim uğraşacak şimdi yeniden aşık olmakla?
tüm bu safsatalar ya ilişki tavşanlarının -ben onlara böyle sesleniyorum, ilhan uçkan da en sevimsizi kanaatimce- ya da dünyayı çözdüm sanan genç beyinlerin -hıhı çok biliyorum- işidir.
aşkını herkesinkinden başka sandığın an, senin aşkını aklamaya çalıştığın an aslında. eksiklikleri başkalığa bağlıyorsun. gerçek aşktaysa, bir bakmışsın herkese benzemişsin, herkes gibi davranıyorsun. "sürpriz sürpriz sürpriz aşkım" diye ortalarda gezesin geliyor, soylu tepelerden iniveriyorsun. "basit olan gerçekten daha güzel be!" diyorsun. bütün o başkalarına benzememek uğruna verdiğin vedahi hayata geçirdiğin söylemler -ayyy, ben hiç kıskanmam/ ayyy, ben öyle yapış yapış sevmem, her an beraber ne o öyleler falan- hikaye oluyor, sen de kurtuluyorsun.
geç gelen kurtuluşum şerefine yazıyorum bu satırları; ama ne derler geç olsun güç olmasın!
yazlık bir sitede iki aşık varmış. adam ispanyol, kadın ingiliz. sabaha karşı deli gibi kavga ederler, camları indirirler, sonra da aynı canhıraş tempo ve gürültüyle sevişirlermiş afedersiniz. tüm konu komşu, yeni yetmeler, yaşlı teyzeler, amcalar falan evin karşısına dikilirlermiş. bir merak, bir heyecan.
kaliteli bir kuaför salonu. altıparmak caddesi'nin üst kısmında yer alır. alt katta erkeklere, yukarıda ise kadınlara hizmet verilmektedir.
gittiğinizde manikür yapan kişi hep alt katta olur; çünkü bursa'nın metroseksüel beyleri genelde bu salonu tercih ederler. her sabah işe gitmeden akın akın fön çektirmeye geliyorlarmış. "ne oluyor bu erkeklere?" diyor insan. "bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" gerçi bir yerden sonra.
fiyatlara gelince, biraz yüksek olduğu doğrudur; ama bursa zaten ucuz bir şehir değildir ki. malesef.
benim kendisiyle ilgili fantezimse, uzak bir diyarda bizden uzak yaşaması ve refikasının harvey nichols'tan alışveriş yapamamasıdır. düşündükçe çatlıyorum çünkü elimde değil!***