özellikle filmdeki yahut kitaptaki karaktere bağlandıysanız daha bir yoğun oluşur bu his.
kitabı kapatır,göğsüme bastırır sonra son sayfasına tekrar bir göz gezdirir,sayfalarını koklar ve bırakırım.*
evin gölgesinde,ırmak kıyısının güneşinde,sandallar arasında,söğütlerin,incir ağacının gölgesinde arkadaşı brahman oğlu govinda'yla birlikte büyüdü siddhartha,brahman'ın yakışıklı oğlu,yavru şahin.
romanda,toplumun tek düzeliğinden sıkılmış,sıradanlığa baş kaldıran bir adam, ''c.'' anlatılıyor.yine bir tutunamayanın romanı...
"insan kendisine uygun olmayanı bağışlamaz. biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz."
Büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşıyacak bir şey kalmadı. büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.
''sihirli ayakkabılar'' ıyla bizlere azmi,gerçek sevgiyi ve hayatı anlatan zihinsel özürlü forrest gump' un hikayesidir.filmin son 15 dakikasını gözlerim dolmuş,burnumu çekerek izledim.*
'' hayat bir kutu çikolata gibidir.ne alacağını asla bilemezsin. ''
bu tür genel şeyleri belirli kitlelere mal etme sevdasına bir anlam veremiyorum.
futbol bir '' spor '' dur.sporun da kızı erkeği olmaz.futbola erkeklerin ilgisinin fazla olması,futbolun tamamen erkeklere ait bir spor olduğunu göstermez.bir erkek futbolla ne kadar ilgileniyorsa,bir kız da o kadar ilgilenebilir ve sevebilir.
" rendekar doğru mu söylüyor ? "düşünüyorum öyle ise varım" oldukça makul. fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar. düşünen bir adamı düşlüyorum. düşündüğümü bildiğim için ben varım. düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. böylece o da benim kadar gerçek oluyor. bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. düşündüğünü düşlediğim bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek ben ise bir düş oluyorum. "
"...
günlerden sonra bir gün,
şayet sesimi fark edemezsen,
rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
bil ki ölmüşüm.
fakat yine üzülme, müsterih ol;
kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
ve neden sonra
tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
hatırla ki mahşer günüdür
ortalığa düşmüşüm seni arıyorum."
hastayken,televizyonda-etrafımda üzgün,hasta insanları görmek beni daha da hastalandırıyordu.ağlayan insanları gördükçe başımın ağrısının daha da şiddetlendiğini hissediyordum.o an fark ettim,sürekli hastalıklı hissettiren,beni hasta eden ; insanlardı...
evet insanlar.onları anlamak beni hasta ediyordu... düşünsenize,hayal edin,kendi acınızı dahi taşıyamazken,bir başkasının gözyaşlarını yüklenmek ! başkasının acısını anlamak,üstelik kendi acınızmış gibi... başkasının umudunu,hüznünü yaşamak,kendi hüznünüzmüş gibi... ne demişti dostoyevski : '' anlamak ağır bir hastalıktır, üstelik tam anlamak gerçek bir hastalıktır. ''