son zamanlarda sahillerimizde sıklıkla rastlanılan ve genellikle balkan ülkeleri veya rusya, ukrayna vs menşeli turist akımıdır. ülkemiz malesef ucuz ve kalitesiz turist cenneti olmuştur. peki nedir bu son dalganın durumu. adı üstünde bu son turist dalgası, kamuya açık alanlarda dalga gösterip, içip içip taşkınlık yapmaktan ve hatta insanların gözü önünde çiftleşmekten sakınmamaktadır. bunlara örnek olarak üç olay verelim. birincisi dün meydana gelen
ve sabahın köründe otelde çırılçıplak bir vaziyette sarhoş sarhoş dolaşıp taşkınlık yaparken düşüp ölen rus turist, diğeri ise ağaçlık alanda uygunsuz vaziyette bekçiye yakalanmasına rağmen bir de utanmadan bekçiyi döven bulgar turistler. garibim bekçi gidip durumu bildirmiş telefonla sonra geri dönünce bir daha dayak yemiş. üçüncü olaya ise kuzenim bizzat şahit oldu efendim. yer kuşadası, konumum ev ( olay mahalli olsa dalarım ) neyse, bizim eleman eve gelir (eleman dediysek de kız) ve der ki sahilde iki tane rus turist herkesin gözü önünde soyunup fanfini finfona başladılar. nasıl yani dedim? öpüşüp koklaşma mı? yok dedi çırılçıplak, malum iş. tarif ettiği yer de öyle sote bir mekan değil. herkesin gelip geçtiği yer. zaten kumsalla kaldırım arası taş çatlasa 20 metre ve aydınlık. sen fütursuzluğa bak. saat de öyle çok geç değil hani. taş çatlasa gece 11. dedim peki millet bir şey yapmadı mı? hayır cevabını aldım. uyarmadılar mı? diye sordum. sadece herkes şaşkın şaşkın bakmış. ulan dedim gitgide gavat (g ile daha etkili oluyor) bir toplum haline mi geliyoruz nedir? şunu diyen çıkabilir;" sen mahallenin namus bekçisi misin?" tamam, kimin şeyi kiminkinde beni ilgilindirmez ama kedi köpek gibi de milletin gözü önünde düzüşülmez ki be benjamin. o zaman adamın kadir inanır olası geliyor hakkıyla. kısaca ülkemizi, ucuz ve kalitesiz turist cennetine dönüştürenlerin eseridir bu manzara. varsın 10 değil 2 milyon gelsin ama edebiyle adabıyla gelsin. kaliteli olsun, parasız olmasın. adamlar alanya'da kapkaç filan da yapıyormuş yahu. işte ülke turizminin son hali. hem parasız hem ahlaksız turistlerle doldu sahillerimiz. garantinin son reklamını referans alarak sesleniyorum bu açık alan düzüşgenlerine; bina yok mu bina
küresel ısınmadan dolayı aylardır yağmura hasret kişinin ** serzeniş cümlesidir. öyle ki; şemsiye denilen alet her ne kadar sinir olsa ve sokakta dar kaldırımlarda yürürken, insanlara çarpmamak için yapılan manevralar ve gösterilen özen insanın yürüme kabiliyetini kısıtlasa da; varsın olsun yağmurlar yağsın; biz de şemsiye taşıyalım.
az önce skytürk'te, son dakika haberi olarak görüp de bir daha emin olmak için bekleyerek *doğru olduğuna şahit olduğum hain saldırıların sonuncusu. habere göre 1 binbaşı şehit 2 er yaralı.
yanlış bir düşüncedir. neden diye sorulacak olursa; amerika, bizim gibi kısa vadeli planlar yapmaz. daha doğrusu günü birlik düşünmez. ırak'ın işgali için senaryolar daha bush yönetimi başa geçmeden 90 ların ortasında yazılmıştı bile. bazıları tarafından, kuzey'den işgal için abd'ye izin verseydik, sınırı açsak hatta biz de askerimizi soksaydık abd kürtleri değil bizi muhatap alırdı denilmektedir. bir kere kürtler ve pkk abd için bir anda silinip atılmayacak maşalardır. elini ateşe sokmamak için onları kullanacaktır. bugün abd'nin ırak'ta dayanabileceği tek direk bu kozlardır. sünniler direnişte, şiiler de iran'ın yanında. bölgede bazı güç oaklarına karşı kullanacağı tek unsur kürtler ve pkk dır. nedir bu unsurlar. kuzey ırak'ta ve ırak'ın genelindeki islamcı ve el kaideci oluşumlar. pkk'nın iran'daki uzantısı olan pejak ile iran'ı yumuşatmak ki 3 yıldır iran da başı bizim gibi pkk - daha doğrusu pejak- ile feci şekilde belaya sokulmuştur. nedense bunlar abd'nin bölgeye yerleşmesine denk gelmiştir. şimdi biz 1 mart tezkeresini geçirsek ne mi olurdu?
1- pkk devam ederdi.
2- abd'nin boka battığı ortadoğu batağına biz de girerdik ve müttefiğimiz bizi bu batakta bırakıp çekip giderdi.
3- pkk ile uğraştığımız gibi bir de bütün ortadoğu'nun ve arap dünyasının nefreti ve daha da önemlisi el kaide ile uğraşırdık. türkiye, el kaide terörünün savaş alanı olurdu.
abd ortadoğudaki çıkarları için bizi bu derece kendi silahlı gücü gibi kullanamayacağına göre kürtleri ön plana sürecektir. onun için de tezkereli veya tezkeresiz bu işi yapacaktır. bundan karımız ne mi olacaktı. abd bize hibe olarak 3-5 milyar dolar verecekti, o kadar. şimdi diyen olabilir ki yazar uydurması bunlar. ama tezkere öncesi abd ile pazarlık yapan diplomatlarımız bile abd'nin böyle bir planı - yani pkk yı pasifize etme ve barzani ile talabani'yi kullanmama- düşüncesi yoktu demişlerdir. abd'den böyle bir garanti, pkk'yı yok etme garantisi alınamadığını belirtmişlerdir.
bir de konuyla alakalı olmayabilir ama yine de düşünülmesi gerekir üzerinde. son yıllarda kuzey ıraklı yahudiler konusu sıklıkla gündeme gelmektedir. bir de bundan yıllar önce doğan güreş'in genelkurmay başkanı olduğu yıllarda, abd helikopterlerinin defalarca kendi yurt içimizde; şırnak ve hakkari dağlarında pkk'ya yardım malzemesi attğı saptanmıştır. paşa, bunu; sonraki mülakatlarında kendisi bizzat açıklamıştır.
içini aydınlatmak için kimi dolmuş şoförünün muhteşem seçimi ile mavi ışık kullanılmış olan dolmuşun düştüğü durumdur. dışarıdan bakılınca mobil bir pavyon gibi görünmektedir. içine binince, insanın ortaya bir yanarlı dönerli meyva tabağı ve konsomatris isteyesi gelir. bu şekilde bir aydınlatma seçiminin neden yapıldığı bilinmez. mavi loş ışıklı aydınlatma insanın yüzündeki kusurları en iyi örten ve pavyonlarda ve genelevlerde tercih edilen bir yöntem iken; bazı dolmuş şoförlerinin dolmuşları için yaptıkları bu seçim... acaba, "akşam vakti gidemiyoruz pavyona, o zaman o ortam gelsin dolmuşa her daim" mantığı mı? yoksa başka bir şey mi bilinmez.tarafımdan, cesaret toplanıp da bir gün sorulacaktır rastgeldiği böyle bir dolmuşçuya. tabi ertesinde mezar taşıma yazacağım yazı da hazır olmak kaydıyla. "aşırı merak yüzünden burada yatmaktadır genç yaşında".
"basılan düğmeler" çalışmaz. sezon başında, pires'ler, campel'lar, kluivert'lar havada uçuşur; üç büyükler "tarihin en büyük kadrosu" nu kurar. sezon başında bir bakmışsın ki ortada yüzlerce isim dolaşmış ve takımlarımız yine avrupa'dan futbolcu eskileri veya abartılmış şöhretler almış. transfer için düğmeye basıldı demek, spor basınında yalan mevsimi açıldı demektir. ne demişler; (bkz: at yalanı sikeyim inananı)
28 days later adlı filmin devamı niteliğindeki yapım. başrolde robert carlyle oynuyor. konusu kısaca; geçti gitti sanılan hastalık tekrardan hortlar ve olanlar olur. merakla bekleniyor. yaz aylarında vizyona girecektir.
fikirlerden ziyade, boş konuşmaların ve lafların havada uçuştuğu; bir yere varmayan tartışma biçimidir. sonuç koca bir sıfırdır. sadece ilgi çekmektir amaç. boş tangırdayan tenekeler gibidir. en güncel örneği olarak;
(bkz: melih gökçek vs emin çölaşan)
işleri eskisi gibi tıkırında olmayan ama tipik aşiret düğünü ritüellerini de eksik etmek istemeyen gösteriş düşkünü aşiret ağasının işidir. ayrıca geline sahte bilezik takmak da bu kapsamdadır. amaç "şanımız yürüsün" dür. gösteriştir. havaya saçılan bir dolarlar (ki dolar olması da gösterişin başka işareti) paranın değeri anlaşılmadan; havada kapılarak verilen bu açık yamanmaya çalışılır.
tolstoy'a ait bir sözdür. bizim gibi sıradan insanların ümidi de olmasa hayat nasıl bir yer olurdu? kabus gibi ki zaten kabustur ama en azından geleceğe dönük beklentilerin, umudun varolduğu sürece sen de varsındır. gözleri açık rüya görsen bile...
yurdum magandasının son marifeti. dün izmir karaca sinemasında -ki izmir'in tam merkezinde bulunur- akşam 22.00 seansında meydana gelmiş. içeri soktukları bira şişesini rastgele ön sıralara sallayarak bir kişinin hastaneye kaldırılmasına ve sinemada karmaşa çıkmasına sebep olmuşlardır. anlaşılan odur ki; ülkenin en medeni kentlerinden birisi olan izmir'de bile böyle magandalıklar görülmektedir. bu ülkede sinemaya gitmek dahi güvenli değilse... http://www.milliyet.com.t...07/03/23/son/sontur44.asp
bilardo salonundaki ıstakaları beğenmeyen bilardocudur. bu kadar nötr bir tanımdan sonra dalalım meseleye. bu arkadaşlar kendilerini semih saygıner in sol taşağı sanırlar. bir hava bir pozlar... tanımayanlar da sanır ki yılların bilardocusu. girilir salona, açılır masanın birisi; ücret ve süre işlemeye başlar. artık kaç kişi oynayacaksa geçer masanın başına. ama sorun vardır. bizim müşkülpesent arkadaş halen ıstaka beğenemez. herkes elinde ıstakaları, onu bekler. arar, tarar hepsinin ucuna bakar olmaz. gider başka masaların etrafındakilere; aranır orada kül kedisini arayan prens misali. bu esnada daha maç başlamadan süre de işler tabi. en sonunda söylene söylene seçer bir tanesini ve de ekler " böyle olacağını bilsem evde benim özel ıstakam var onu getirirdim", " umarım masa da ısıtmalıdır". bu kadar atıp tutmadan sonra mağlup olunca da bahaneler hazırdır. " ıstakalar kötüydü, çuha zemini yıpranmıştı, evdeki ıstakamı getirsem fark atardım" vs vs. anadolu takımına mağlup olmuş üç büyük bahaneleri sıralar kısaca. nitekim anlaşılır ki oyunun başındaki bu sinamekilik, müşkülpesentlik hep yenilgi sonrasında uydrulacak bahaneler için bir zemindir.
george clason isimli bir yazarın yazdığı kitap. kitabın yazarı, 1900 lerin ortalarına doğru amerika'da finans sektöründe önemli ve saygın bir isimmiş. finans ve sigorta konularında uydurduğu eski babil hikayeleriyle konferanslar filan verirmiş. şu anki sigorta ve finans sektörünün gelişmesinde bu konferanslar ve babil in kervan taciri isimli kitabı isim yapmış. neyse bu kadar tanıtımdan sonra merak ettim nedir bu kitap diye, aldım başladım okumaya. kısaca babil zamanında arkad diye bir zengin adama; eski, fakir arkadaşları gelir ve " arkad sen de bizim gibi fakirdin ve yıllar geçti zengin oldun, bu nasıl oldu" diye sorarlar. o da anlatmaya başlar, yok efendim parasının her ay en az onda birini biriktirmiş onunla iş yapmaya kalkmış. ilk işini ehil olmayana yaptırınca batırmış sonra ehil birine vermiş filan sonra da almış başını yürümüş. kısaca diyor ki tasarruf yap ve tasarruflarını ehil kişilerin elinde değerlendir(zaten bu öğüt doğrudan şimdiki sigorta ve finans kuruluşlarını işaret ediyor). kitap bir şey anlatıyormuş gibi görünüp hiç bir şey anlatmıyor. ulan böyle zengin olunur mu diyerekten bırakıyorsun yarıyı geçtikten sonra, enayi yerine konulup da boş vaktinin gittiğine yanarak. tabi ki kitapla zengin olunmaz ama ben ömrü hayatımda bu kadar sığ, bu kadar (özellikle finans ve sigorta dünyasında yer edip) tanınmış olup da bir bok anlatmayan kitap okumadım derim; başka bir şey de demem üstüne.
genellikle gençlerimiz arasında kullanılan bir şaşırma ünlemi. ekseriyetle, beklemediğimiz birisinden beklenmeyen bir hareketle karşılaşınca, brütüs tarafından ihanete uğramış sezar şaşkınlığı ile sarfedilir bu nida. sonuna ne kadar ünlem işareti konulsa azdır o anki şaşkınlığı anlatmak için.
*
bu tip dolmuşlar, şoförleri tarafından belediye otobüsü muamelesine tabi tutulup da tıka basa doldurulan araçlardır ki piyasadakilerin %90'ı böyledir. ilk durakta binmezsen oturarak gitme şansın yoktur. trafiğe yakalanmamak için de sık sık çökülmesini salık veren şoför sayesinde ayaktaki yolcular bir nevi aerobik yapar. diyeceksiniz ki ülen millet evie araç bulamasın mı? trafik kanununa göre bu tip taşıtlar en fazla 15 yolcu alabiliyordu sapıtmıyorsam. yani bu oturan yolcu sayısına denk gelir. hadi dediğiniz gibi üç beş kişi de hayrına alalım ayakta. ama bazen öyle bir hal almaktadır ki minibüs, ayakta gidenler balık istifinden de beter sıkışmaktadır. yolcu sayısı otuzu geçmektedir. işte biz bu tip dolmuşları şiki baba dolmuşu olarak nitelemekteyizdir. şoförün gözünü para hırsı bürümüştür. öyle ki artık isyan edecek duruma gelen yolcular " bilader * yer kalmadı koynumuza mı alacağız" diye çıkışmakta, yüzsüz şoför de "ne yapalım ekmek parası" veya "ne yani onlar evine gidemesin mi, sıkışın ben burdan boş yer olduğunu yer görüyorum" demektedir. şoför tarafından, trafik çevirmelerinde çökülmesi istenince; "ayakta yolcu alırken bize mi sordun birader" çıkışması ise " beğenmiyorsan taksiye binersin" resti ile son bulur. bu şekilde yolcular ile şoför arasında gergin anlar tezahür eder.
sanılanın aksine bu dolmuşlarda oynanan şans oyunlarında şu ana kadar hiçbir talihli de çıkmamıştır. vasıta bizi evimize götürürken bütün yolcular "inşallah polis çevirir de götüne cezayı sokar" cinsinden düşünmektedir. bu o kadar belli bir düşüncedir ki yüzlerinden okunur efendim. hatta bazıları işi kıllığa vurup çökertmelerde yavaş davranmakta, tam çökmemekte veya kafasın saklamayarak bir şekilde kendini belli etmeye çalışmaktadır. şoför " abi kafanı ey ceza mı yedirecen bize" der, abimiz ahhlar offlar, eti puflar içinde söylene, söylene çöker. hele bir de polis çevirip de içerideki çökmüş yolcu zulasını gördüğü an; işte o an şoförün bittiği andır. şoförle zıtlaşan bütün dolmuş ahalisinin gözleri parlar zevkten. yolculuk şoför için bundan sonra polise kızgın hayat'a küskün vaziyette devam eder. ortaya dert yakınır ki mutlaka az önce şoföre kızan yolculardan birisi, haklısın babında karşılık verip, kaypak davranışlar sergiler.
-ne yapayım millet ayakta kalmasın diye aldık hata mı ettik
-haklısın abi
-şimdi git bi de patrona derdini anlat
-sizinki de zor iş be abi. yolcu bi yandan polis bi yandan patron öbür türlü (ulan sen var ya az yavşak değilsin. az önce nasıldın şimdi sanki kendi yolcu değilmiş gibi)
iran'ın şu sıralarda gösterilen 300 filminin gerçekleri ve tarihi çarpıttığı gerekçesiyle -"medeniyetler uzlaşmasında başrol oynayan bir ülke olan türkiye'de"- ülkemizde yayınlanmasından duyduğu rahatsızlığı bildirmesidir. kısaca filmin ülkemizde yayınlanmasına tepki göstermesidir. haksız bir tepkidir. filmi gider izleriz ama bir film de herhalde ülkeler hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmez; üstelik frank miller gibi çizgi roman yazarının kaleminden çıkmış fantastik bir film.
başlığı açan kişinin belirli bir süre sonra entrysini silmesi veya silinmesi ile ortaya çıkan durumdur. hemen altındaki entry başlığın başa kalması ile ilgili bir düzeltme yazmazsa farklı durumlar olabilir. mesela x fikri ile bir başlık açılmıştır; başlık sahibi sonra silince hemen altında ona ayar niteliğindeki entry sahibi başlık sahibi gibi görülebilir ve bu ne perhiz bu ne lahan turşusu durumları olabilir.
derin bir oh çekilen anlar; zor dönemlerin etkisinin, insanın üstündeki yıkıcı stresinin birden sağanak gibi boşaldığı rahata ve huzura erişilen anlardır. öncesinde yaşanılan gergin atmosfer yerini birden ferahlığa ve rahatlığa bırakır ve insan kendini birden tüy gibi hissetmeye başlar; sanki üstünden bir yük kalkmıştır o an. kritik bir maçta takımınızın son dakikalarda üstüste tehlike atlatıp da galip geldiğinde yerinizden kalkarsınız eve doğru yola koyulmak üzere.
o an hissedersiniz ki az önce üstünüzde farkında olmadan biriken tonlarca yük kalkmıştır. ölüm kalım niteliğinde olan bir sınava hazırlanırsınız günlerce, gecelerce. kendinizi yiyip bitirirsiniz sıkıntıdan; "ben bu sınavı geçemem" diye. sınav günü soruları ilk gördüğünüzde anlarsınız ki hepsi çalıştığınız konular; ben "bu sınavı geçerim" o an bütün gerginlik gider derin bir oh ve sonrasında içinizden tebessüm ederek geçirilien kolay bir sınav.
not: şimdiden peşinen söyleyeyim, anket diye ayar vermeye kalkacaklar olabilir; eğer hislerinizi, yaşadığınız olaylardaki durumunuzu ve olayın insana etkilerin vb gibi şeyleri yazarsanız anket olmaz. kısaca, kişi nasıl düşünürse o şekilde yazar.
evet vardı böyle bir şeyler. izmir'de oturanlar ve hayvanat bahçesine gidenler iyi bilir. orada zebra ile eşeğin çiftleştirilmesinden doğan sırtı çizgili eşeğimsi bir yaratığa verilen addır. türk buluşudur. hangi düşüncelerle ortaya çıkarılmıştır bilinmez ama belki de dünyada bir ilktir. ilk gördüğümde bu ne lan zebroid diye bir hayvan mı olur, üç aşağı beş yukarı hayvan isimlerini bilirim diye bir tepki vermiştim.
sonra tellerde asılı hayvanı tanıtıcı metal plakayı görünce eşek zürafa karışımı olduğunu öğrenmiş hafif bir şaşkınlık ve büyük bir tebessüme gömülmüştüm. umarım halen yaşıyordur.
bir harekete, isyana, toplumsal olaya liderlik edenlerin; "başların" başarısızlık sonrasında ne olacaklarını belirten bir sözdür. sapıtmıyorsam, osmanlı zamanından kalma bir deyiştir.
çağımızda yerini siper ve en son olarak da meskun mahal (şehir içi) savaşlarına bırakmış olan eskilerin meydan savaşlarında
ordunun en önünde büyük ihtimallle ölüme gitme durumudur.
bu tipte askerler genellikle en gözden çıkarılabilir, harcanabilir birliklerdir. tek kullanımlık kahramanlardır (disposable heroes). amaçları düşmanı yıpratmak, ilk şoku atlatmak, asıl kuvvetlerin işini kolaylaştırmaktır. savaşlarda çoğu ölmektedir. savaşlar öncesi hapishaneler,akıl hastaneleri boşalır; bunlar en önde yürür. mahkumlara af vaadedilirdi. ya ölmek ya af. osmanlı'daki başıbozuk birlikleri buna örnektir, yine o çağın diğer devletleri de bu şekilde kişileri öne sürmüştür. aklınıza braveheart filminde en önde ileri sürülen irlandalılar'ı getirin tanım daha canlanacaktır. bu şekilde harcanabilen kişilere ingilizce'de cannonfodder denir.
orjinal adı the lord of the isoters.
yüzüklerin efendisi'nin * şanlıurfa'da yerel şive ile seslendirilmiş hali. henüz yeni çıktığı için pek ses getirmemiş ama büyük ihtimalle ikinci bir gıllı ali vakası.
filmde hobbitler aşiret mensubu olarak gösterilip, soundtrack olarak da yöre türküleri ve ibo kullanılmış.
"mordorluyum ezelden, mordorluyum ezelden
göynüm geçmez arwen den, göynüm geçmez arwen'den
ağam olasan elrond,paşam olasan elrond"
4.nesil yazar. tanımam etmem ama sevmedim kendisini gari; nedeni basit. (#1424643)ee be kardeşim insan gece vakti sucuklu mucuklu entry girer mi? adamın canı çeker illa ki. * neyse kendisine uludağ cemiyeti yazın hayatında başarılar dilerim ve umulan odur ki cemiyette kalıcı yazarlardan ola.
her şeyden önce doğal olmak lazımdır. sempatik olmak için kasmamalıdır. nice insanlar vardır ki kendi doğallıklarıyla hareket ettikleri için huysuzlukları ve aksilikleri etrafındakileri rahatsız etmez(aksi ama sempatik ihtiyar örneği).kimi kişiler vardır ki kendilerini sempatik olmak için kasarlar ama sonuç aksi istikamette tezahür eder; antipatik olurlar çünkü doğal değillerdir. (bkz: gülben ergen)
prusya devletinde büyük toprak sahiplerine verilen addır. savaş zamanında ; toprakları içindeki köylüleri yönetmenin verdiği alışkanlıkla orduda subay olarak görev yaparlardı.
*
ülke olarak asla kabul etmeyeceğimiz edemeyeceğimiz bir olaydır. anca beraber kanca beraber hesabı, ya norveç'le ya da norveçsiz... ha, kızları bizimle gelsin erkekleri ne isterse yapsın bu bizi ilgilendirmez.
haydi hep beraber "norveçli kızlar ile avrupa birliği ne, ya da el ele güneşli günlere kampanyası" na katılın.
3131 e boş mesajınızı atın yeter; operatör farketmez.
uludağ sözlükte bu uğurda çok efor sarfedecek neferler olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz.
norveç li kızlarla yardımlaşma ve dayanışma derneği izmir şubesi.
bir nevi besin zehirlenmesidir ama buna maruz kalan organımız beyindir; dimağımızı bulandırır.
türlü çıkar ve sermaye gruplarının ülkedeki olay ve olguları kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp kamuoyunu ve bireyleri baskı altına almak, etkilemek istemesi sonucu ortaya çıkar bu zehirlenme türü. tedavisi zordur; belirli bir süre zihni yorum içerikli gazete haberlerine kapamak, ya da her okuduğuna inanmayıp bunları akıl ve mantık süzgecinden geçirerek yorumlamaktır. bir nevi gazeteleri tersten okumaktır.
ne demiş bir filozof; "ancak aptallar her okuduğuna inanır".
genellikle konak, pasaport, karşıyaka vapur iskelelerinde ve civarında " 0n kuruuuş, on kuruuş" diyerek yerel bir gazete satan* yaşlı amcadır. vapur iskelesinde bekleyen yolcular arasında gazeteyi satmak için adeta mekik dokur ve yolcular iskeleyi terk edip de vapurlara atlayıncaya dek hiç susmaz; arı gibi vızıldayarak dolanır. devamlı surette malını pazarlar.
ilk zamanlar " bu gazetenin geliri yaşlı bir teyzeye gidiyor" diye satmaktayken şimdilerde "sadece on kuruş " diye bağırmaktadır.