dslr almak zor iştir. daha doğrusu almak değil de ne alacağına karar vermek zordur. internette araştırma yaparsınız. karşınıza milyon tane model, görüş çıkar. canon mu nikon mu faşizmine maruz kalırsınız. en sonunda kafanız öyle karışır ki ehh başlarım böyle işe! almıyorum ulan! dersiniz. işte, bunu dememeniz için sizlere kısasından birkaç tavsiyem olacak.
ille de dlsr alacaksanız göz önünde bulundarmanız gereken ve gerekmeyen durumlar:
*** şunu bilmelisiniz ki; dslr piyasası sömürüden ibarettir. eğer biraz burjuvazi ve son teknoloji meraklısı biriyseniz, sömürülmeye hazır olun. tavsiyem: mütevazi olmakta büyük fayda var. ***
1. fotoğrafa yeni başlıyorsanız gidip 3-4 bin lira verip yarı profesyonel, profesyonel modeller almayın. atıyorum canon 500d, 550d, nikon d3100 gibi giriş seviyesi modellerinden alın. bu modellerde fotoğrafı ve tekniği çok iyi öğrenirsiniz... işi öğrendikten ve deneyim kazandıktan sonra elbette gözünüz üst modellere kayacaktır, ama değiştirmekte acele etmeyin. çünkü o süre içerisinde gövdenin değil, lensin önemli olduğunu anlayacaksınız... son olarak, üzerine basa basa söylüyorum, bu modelleri küçümsemeyin. birçok yarı profesyonel ve profesyonel fotoğrafçılar bu modelleri kullanır.
2. ikinci el'den korkmayın. sahibinden ve gittigidiyor'da çok temiz ikinci el makinaları çok uygun fiyatlara bulabilirsiniz.
3. belki de en çok aldanılan özellik: megapixel. buna o kadar takılmamanızı tavsiye ederim. 100x200 cm'lik afiş çıktıları almayacaksanız en azından 10 mp bir makina bile işinizi hayli hayli görecektir.
4. canon mu nikon mu? 3 yıl canon kullanan biri olarak itiraf etmeliyim ki; nikon'un sensörleri canon'dan iyi. canon'un lens yelpazesi ise nikon'a göre daha geniş. canon lensleri daha ucuz. anlayacağınız; canon iyidir ya da nikon iyidir demek zor. ikisinin de birbirine göre iyi ya da kötü yanları var. internetteki canon mu nikon mu faşizmine aldanmayın.
not: canon ve nikon'un haricinde bir de pentax gerçeği var. faşizmin gölgesinde kalmış, sağlam makinaları olan bir markadır.
5. yeni başlarken, doğal olarak ne çekmekten hoşlandığınızı bilemezsiniz. portre mi, manzara mı, makro mu, sokak mı.. o yüzden makina alırken tonla para verip ekstra lens almayın. bekleyin, ne çekmekten hoşlandığınızı anlayın. sonra, ona göre lens alırsınız.
6. son teknoloji makina her zaman en iyisi midir? olabilir de olmayabilir de. şöyle açıklayayım. mesela canon 400d ve nikon d90 türlerinin ilk örnekleridir. bunlarda öncekinden farklı teknoloji kullanılmıştır. binevi milat'lar yani. her 3-4 senede bir böyle milat'lar çıkarır üretici firmalar. ama bu 3-4 yıllık süreçte birçok ara model de çıkar. işte bu ara modeller aslında birbirinden farksızdır. örneğin; canon, 550d'ye hareketli lcd ekran koyarak 600d'yi çıkardı mesela. işte, böyle durumlar son çıkan model her zaman en iyisi değildir... diyeceğim o ki, bunu da göz önünde bulundurun.
7. garanti önemli mi? açıkçası çok önemli değil. zaten spot ürün alsanız bile 1-2 yıl dükkan garantisiyle alıyorsunuz. ama çok paranız varsa, içinizin rahat etmesini istiyorsanız 500 lira daha fazla vererek garantili makina alabilirsiniz.
8. kursa gitmeli miyim? gerekmeyebilir. internette artık fotoğrafçılıkla çok sayısa döküman, video ve anlatım var. onlardan faydalanabilirsiniz. bir de, eğer çevrenizde fotoğrafla ilgilen kişiler varsa onlardan yardım alabilirsiniz. böyle bir durumda inanın kursa gerek kalmayacaktır.
eh, o kadar konuştum. birkaç da tavsiyede bulunayım.
canon 400d: artık eski bir model olmasına rağmen çok iyi bir öğreticidir.
canon 500d-550d: birbirinin kopyasıdır. uzunca yıllar işinizi görür.
canon 40d: milat olmasına rağmen olmamış bir modeldir. tavsiye etmem.
canon 50d: 40d gibi olmamış bir modeldir. tavsiye etmem.
nikon d90: yarı-profesyonel makinadır. kullanmadım, ama araştırmalarım şunu gösteriyor ki evladiyelik bir makina. *
lenslere gelirsek;
18-55mm f/3.5-5.6: küçümsemeyin.
50mm f/1.8: ucuzdur. çok iyidir.
analog lensler: kullanmadım fakat kullanan arkadaşlarım dijital lenslerden kat kat iyi olduklarını söylüyorlar.
son olarak, dslr aldıysanız; lütfen ama lütfen sümüklü çocuk, ölmek üzere olan amca, teyze çekmeyin. bir de; sokakta gördüğünüz insanı izin almadan çekmeyin. dayak yiyebilirsiniz.
geçen günlerde satışa çıkan, mahir ünsal eriş tarafından yazılan bir öykü kitabı.
iletişim sayfadan kitabın ilk öyküsünü yayınlamış. açtım, baktım, okudum. sade fakat o sadeliğin altında yatan çok doygun bir dil kullanılmış. olaya küçük bir çocuğun gözünden bakması da çok masumane bir hava katmış kitaba. ne de olsa bütün çocuklar masumdur.
ne diyelim. futbolun erkek egemen bir spor olup sidik yarışı haline geldiği; futbolda küfrün, hakaretin sıradanlaştığı, daha doğrusu zorunluluk haline geldiği bugünlerde gotspor kendi deyimiyle, boku çıkmış futbol camiasına bir çerçeve olacaktır.
türk futbolunu ve fatih çalışkanı öldürmekle suçlanan şirket.
lakin, önce bi sakin olun beyler.
suçluyu direkt olarak lig tv göstermek yerine gelin hep birlikte türk futbolunun çocukluğuna inip çok kısa bir gezinti yapalım.
futbol önceden sadece futbol olduğu için oynanan, amatör bir spordu. ardından istanbul takımları furyası ortaya çıktı. 1960 sonrasında da her ne kadar kendini istanbul takımları ile bir tutmasa da şampiyonluk aldıktan sonra ben de büyüğüm ha şeklinde böbürlenen bir trabzonspor dünyaya geldi. ve malesef şöyle bir gerçek var ki, türkiye'nin nerdeyse %80'i * bu 4 takımı tutuyor.
tabii ki, bu takımların taraftarları takımlarının şampiyon olmasını istiyorlar. türkiye'nin büyük bir kesmini arkasına alan bu kulüpler madem büyük takımız, bu işten para kazanalım felsefesiyle futbolu endüstriyelleştirmenin ilk adımlarını attılar. fakat şampiyonluk hiç para harcamadan gelmiyordu. şampiyon olmak için kaliteli oyuncuları kadrolarına katmak zorundaydılar. kaliteli oyuncu demek de para demekti, çok fazla para. kimsenin de çıkıp altyapıdan kendi oyuncusunu yetiştirmek aklına gelmiyordu. geliyordu da işte, 3 yılda 1 futbolcu falan çıkarıyorlardı.
fakat o da ne. bilet hasılatlarıyla, forma satmayla yeterli para kazanılmıyordu. genç oyuncu da yetişmiyordu ki yüksek bonservisle yurtdışına satabilsinler. para kazanılacak başka alanlar bulunmalıydı. ne yapsak, ne yapsak diye düşünürlerken havuz sistemi akıllarına geliyor. bu kadar taraftar var, maçizlemek için para verirler yani boru değil diyerek maçları ulusal yayın yapan trt, atv, show gibi kanallardan alıp yayın haklarını cine5, tele10, digitürk gibi şirketlere devretmişlerdir.
taraftarı çok fazla olmayan anadolu kulüpleri ise bu sistemden kasalarına gelen para hatrına türkiye futbolunda bir piyon olmayı kabul etmişlerdir, etmek zorunda kalmışlardır. bunun suçlusu lig tv, cine5 falan değil; yaşadığı şehrin takımı yerine gidip istanbul takımlarını tutan sizlersiniz.
ve yine. türk futbolunun katili lig tv değil, lig tv gibi şirketleri yaratan 4 büyüklerin taraftarları, yurtdışında milyon eurolar verilip alınan oyuncuların tüm şımarıklıklarını görmezden gelip, maçta iki çalım atınca vay mına goyım şuna bak diyerek orgazm olan sizlersiniz. * bunu bilesiniz.
bizans medyasının sadece ve sadece bizans ve pontus takımlarının haberlerini yaptığı günümüzde ankara takımları ve diğer anadolu takımlarıyla ilgili her gelişmeyi bulabileceğiniz haber sitesidir. ayrıca kalemi kuvvetli olan bazı taraftarların * köşe yazılarını da bulabilirsiniz.
bira içmek için elverişli olmayan bardak çeşididir. bira en güzel kulplu bardaktan içilir. bir elinde kulbundan tutup, diğer elinle de bardağı sarıp öyle içmelisin. gerisi yalan.
ilk bölümünden beri takip ettiğim, izlemek için pazar akşamları tıpış tıpış eve geldiğim; izlediğim bir bölümü indirip tekrar tekrar izlediğim; sevdiğim, saydığım bir ankara dizisi idi.
ilk senesi * çok iyiydi. öyle böyle değil. türk dizi tarihinde peak yapmış bir diziydi, herşeyiyle. karakterler bizden biri, diyaloglar günlük konuşmalardan farksız. kısacası, doğaldı. (bkz: tek kelimelik özet)
derken ikinci sene başladı. fakat bir baktık, diziye birşeyler olmuş. o doğallık gitmiş, yerine istanbul dizilerindeki yapmacıklık gelmiş. ana sponsor wagner gitmiş, koca telekomünikasyon şirketi vodafone gelmiş. * herşeyin endüstriyelleştiği bugünlerde behzat ç. de endüstriyelleşmiş.
neyse. ikinci seneki bölümlerde dikkatimi çeken değişiklikleri şöyle sıralıyım.
* cinayet büro değişmiş. ilk elden edindiğim bilgiye göre bu değişiklik biraz zorunlu olmuş. bilindiği üzere geçen seneki cinayet büro gazi üniversitesi gölbaşı kampüsündeki bir binadaydı. gazi üniversitesi sınıf eksiğini o bölümleri sınıf yaparak kapatmış. fakat behzat ç. ekibini yarı yolda bırakmamak için çubuktaki yerleşkede ekibe bir mekan tahsis etmiş. bu yüzdendir ki, cinayet büro değişmiş.
* dizideki müziklerde bariz bir değişiklik var. örneğin geçen sene cinayet düğümünün çözüldüğü sorgu sırasında vaziyete göre uygun bir parça çalınırdı. fakat bu sene bakıyoruz, sorgu sırasında alttan alttan bir fon müziği veriyorlar. kaldı ki bu sene adam gibi sorgu da yapmıyorlar.
* geleyim diziden en büyük saçmalığa. behzat ile savcı esra arasındaki ilişki. tamamen izleyici istedi diye yaratılmış bir ilişkidir. savcı esra bu ilişkiden sonra çok değişti. ilişkiden önce sert, kuvvetli bir yapısı olan savcı gitti; yerine kırılgan, duygusal bir savcı geldi. diğer bir deyişle savcı esra bir kadın oldu. zannımca bu ilişki çok gereksiz olmuştur, bir an önce bitirilmesi gerekmektedir.
* bir de ben artık parayı kıran bir diziyim ayağına kameralar, görüntü yapısı değişmiş. ekranın alt ve üstündeki siyah bantlar hiç güzel durmuyor. insanda kurtlar vadisi izliyormuş gibi bir his uyanıyor. behzat ç. en iyi canon 5d mark ii ile çekilir ve bantsız olarak yayınlanır arkadaş.
uzun lafın kısası ilk senesinde çok sevdiğimiz bu dizi, yeni bölümleriyle bizi hayal kırıklığına uğrattı ve dudaklarımız arasından şu sözler çıkıverdi: 'behzat ç. çok bozdu, öyle böyle değil. daha bozmaz diyorduk, daha da bozdu.' umarım dizi özüne döner ve tükürdüğümüzü yalatır. **
------
zaman ötesindeki edit:
* behzat ile savcı arasındaki ilişkinin bir an önce bitirilmesi gerektiğini söyledim, sevgili ercan mehmet erdem ve emrah serbes bu ikiliyi rtük baskısı ile evlendirdiler. bence çok yanlış yaptılar. ikiliyi ayırabilirlerdi. ayrıca son 10 bölüme baktığımda dizinin ilk bölümlerinde kadınlığından bağımsız, cumhuriyet savcısı olarak tanıdığımız savcı esra'dan bildiğin kadın yarattılar. bu sadece bana mı garip geliyor, yoksa savcının seksiliği mi bazı şeyleri görmeye engel oluyor?
* dizideki müziklerde bariz bir değişiklik var demiştim. arkadaş, o alttan alttan verilen fon müziği nedir öyle. her an sağdan bir yaratık çıkacakmış gibi geriliyorum izlerken. madem böyle yapacaktınız, pilli bebeki orta malı yapıp, ağzına sıçmayaydınız.
* dizi resmen istanbul dizileri gibi oldu. akşamları toplanıp kendi aşk hayatları hakkında konuşmalar. yok gazeteci kız, yok akbabaya tokat atan kız, yok eda, yok ılgın, yok hayriye, yok cevriye. ergen misiniz oğlum diyerek bu konudaki tepkimi ortaya koymak istiyorum.
sonuç olarak dizi geçen seneki doğallığından uzaklaştı. o, bizden biri dediğimiz adamlar gitti, yerlerine arka sokaklardakinin bir üst segmentindeki adamlar geldi. yazık.
ne yalan söyliyim. ben artık bu diziyi izleyemiyorum. o zaman izleme lan diyorum kendime. ama geçen senenin hatrına izlemeye devam ediyorum.