sembolü her kumandada standart olmasına rağmen, halkımız tarafından bir türlü ezberlenemeyen tuştur.
(kumandanın ilk icat edildiği zamanlar... elektronik mühendisleri toplantısında:
konuşmacı: "her kumandada standart hâle getirdiğimiz kapatma tuşu sembolü, insanların işini daha çok kolaylaştıracak."
ardından nostradamus çıkagelir:
"nah kolaylaştıracak."
şimdi 50 yıl sonrasına, yani günümüze dönüyoruz:
istanbul'da herhangi bir anne: "yavrıım, bu yeni kumandanın kapatma tuşu hangisi?")
uzun yıllar öncesinde beyaz atlı prensini bekleyen kızın olduğu falım reklamında beliren kahvehanedeki gözlüklü ihtiyar dedenin günümüzdeki falım reklamlarında da hâlen "vuuu" efekti veren amcalar içerisindeki yerini korumasıdır. beyaz atlı prensli reklamda bile gayet yaşlı olduğu gözüken amcanın hâlen bu reklam serisinde gözükmesi dikkat çekicidir. köyün jacob'ının ihtiyar heyetinin daimi üyesi olarak seçtiği richard alpert misali bir şahıs mıdır, bilemiyoruz.
aleksander sokurov'un 1997 yapımı filmi. ölüm döşeğindeki bir anne ve oğlunun geçirdiği son saatleri anlatır. güzel ve şiirsel bir filmdir ama türünün diğer örneklerine göre çok daha zorlayıcı derecede ağırdır. tarkovski'nin varislerinden sayılan sokurov'un tarkovski'den bile daha uzun planlara sahip filmidir kanımca.
nedense başka meseleler kadar tartışılmayan, türkiye'de yeri yerinden oynatmayan konudur. günümüzde artık tartışmaya yer vermeyecek derecede kanıtlanmış bir olgu olmasına rağmen, halkın çoğunluğuna sorsanız, güneydoğuda birilerinin jitem tarafından gözaltına alınıp öldürüldüğüne inanmayacaktır. abdülkadir aygan'ın itirafları, kazılardan her dakika çıkan kemikler, ergenekon iddianamesindeki gizli tanıkların ürpertici ifadeleriyle varlığı iyice tescillenmiştir.
düşünün, bir gün çocuğunuzu sorgulamak üzere karakola götürüyorlar ve ancak 15 yıl sonra kazılarda kemikleri bulunuyor, sorgulamada işkence edilerek ve yakılarak öldürüldüğü anlaşılıyor. siz ise hâlâ "1915'te türkler, ermenileri kesmedi, o bir karşılıklı çatışmaydı" deyip içinizi rahatlatıyorsunuz. bu bahsettiğimiz olaylar ise '90'larda gerçekleşen olaylar, yani görgü şahitlerinin, mağdurlarının hâlen yaşıyor olduğu, taze ve kanıtlanması daha basit bir olay... iyisi mi milliyetçi-devletçi kardeşlerimiz kendisini rahatlatmak için daha farklı bir yol bulsunlar, çnkü hangi pislik örtülmeye çalışılırsa başka taraftan diğer bir pislik ortaya çıkıyor.
ironik bir şekilde tek parti döneminde "demokrasi denemesi" olarak örnek gösterilen parti. işin aslı, dünyadaki büyük ekonomik krizin etkisiyle kurulmuş bir "güdümlü muhalefet" partisidir. bahsettiğimiz partiye cumhuriyet halk fırkası'ndan kimlerin katılacağı, kaç sayıda milletvekilinin muhalefet saflarına geçeceğini bile iktidarın kendisi belirlemiştir. plana göre, scf meclise girip cumhuriyet halk fırkası'nı ekonomik konulardaki yanlışlarını eleştirecek, bu sayede muhalefetten çok "chf'nin yanlışlarını düzeltme mekanizması" hâline gelecek ve ekonomi kurtulacaktı. ama partiye halktan gelen destek, chf'nin gözünü korkutmuş ve kapatılmaya zorlanmıştır. işin garip tarafı scf'nin terakkiperver cumhuriyet fırkası gibi "chf'den izinsiz kurulmak" ve "parti programına 'dinlere hürmetkardır' yazmak" gibi "büyük suçlar"ı da yoktur. o sebepten scf örneğini dönemin "demokrasi meyilli" olduğunu savunanlardan çok, aksi taraf tezine kanıt olarak gösterebilir ancak.
70 milyon adım platformu'nun geleneksel darbe karşıtı yürüyüşlerinin bu yılki ayağıdır. her zamanki gibi darbelere, insan hakları ihlallerine karşı bir yürüyüş olup, beyoğlu tünel'de 17.00'da başlayacaktır. 70 milyon adım platformu'nun yürüyüş hakkında bildirisi de şu şekildedir:
"Özgürlük istiyoruz / Darbeciler yargılansın!
Bizler,
Ergenekon davasının sonuna kadar gidilmesini,
Ergenekon çetesinin yargılanmasını, dağıtılmasını istiyoruz!
Bizler,
Favori darbesi olmayanlarız
Tüm darbe girişimlerinin açığa çıkartılmasını,
Tüm darbecilerin yargılanmasını istiyoruz!
Başörtüsü taktığımız için okul kapısında coplanmak, Kürt olduğumuz için Fırat’ın Doğu’sunda vurulmak, asit kuyularında yok edilmek, sadece Ermeni bir gazeteci olduğumuz için gün ortasında, herkesin gözü önünde, devletin bilgisi dahilinde sokak ortasında kurşunlanmak, sendikacı olduğumuz, sendikal hakları savunduğumuz için kaçırılmak, kaybedilmek istemiyoruz.
Bizler,
Özgürlük istiyoruz!
Yer altında depoladıkları silahlarıyla, el bombalarıyla, darbe günlükleriyle, internet darbeleriyle, muhtıralarıyla, suikast krokileriyle, faili meçhul cinayetleriyle, tüm darbeciler yargılansın diye,
Darbeye teşebbüs eden generaller, paşalar, paşa paşa yargılansın diye
18 Temmuz'da saat 17.00'da istiklal Caddesi Tünel Meydanı'nda buluşuyoruz.
Çünkü özgürlük istiyoruz.
Sen de gelir misin?"
çok fazla düşünmekle uğraşıp, beynini yormak gibi gereksiz işlerle uğraşmamak için hazırlanan rehberdir. muhattabınızın fikrinin temellerine ulaşmak ve kaynağından eleştirmek yerine, o fikrin halk arasındaki popüler algılanma şeklini hedef alın. karşınızdakinde zorlama da olsa birtakım çelişkiler arayın. vereceğiniz örnekler de halkın tamamının anlayabileceği tarzda olsun ki, etkiniz artsın.
örnekler: "sosyalistsin ama converse giyiyorsun, ne ayak?" (zaten marx da sosyalizm gelene kadar çıplak ayakla dolaşmayı salık vermemiş miydi?)
"geçen gün başörtülü gördüm, makyaj yapıyordu. buradan da başörtüsünü samimi olarak takmadıkları, siyasi simge olarak kullandıkları çıkarımına vardım." (başörtüsü de tayyör gibi bir itibar simgesi olmuştur hep zaten)
"liberalsin, ifade özgürlüğü yanlısısın ama askerlerin konuşmalarına karşısın. sahte liberal seni..." (haklı, çünkü demokrasilerin en büyük özelliği kuvvetler dengesidir. asker de hükümeti dengeler, ne olacak canım)
türkiye cumhuriyeti'nde ayrılmaz bir bütün olması bir yana, bilakis karşıtlaştırılmış kavramlar hakkında yanılgıya kapılmaktır.
kaç kere tekrarladık, buyrun:
1) türkiye cumhuriyeti'nde laiklik 1937'de anayasaya girmiştir. çok partili hayata geçiş 1950'de başlamıştır.
2) aslında türkiye gerçek bir laikliğe de sahip değildir. diyanet işleri eliyle "sünni-hanefi-islam" anlayışının dayatıldığı, aleviliğin ve diğer mezheplerin dışlandığı bir "laiklik"tir bu.
türkiye'de laikliğin getirilmesi ise totaliterliğin biçim değiştirmesinden başka bir durum yaratmamıştır. amiyane tabiriyle: "düzen değişse de düzülen değişmemiştir".
peki biz ne diyoruz, "önemli olan demokrasidir, özgürlüklerdir; ne yönde totaliter bir devlet olduğumuz değildir".
sahip olduğu değerleri donuklaştıran, o değerlere gönül bağından ziyade obsesyonla bağlanan insandır.
özellikle bizim toplumumuzda bu konuda gerilimli bir psikoloji hakimdir. dindar müslümanlar, din hakkında her şakaya "tövbe tövbe" diye karşılık verir, "kapıyı bulmak için bütün evi tavaf ettim" sözüne bile tahammül edemezler.
kemalistlerin atatürk hakkında yapılan en ufak şakaya tahammülü yoktur. atatürk heykellerini eritip sanayide kullanma projesini ortaya atan kişinin aslında şaka yaptığı bellidir. ama bunu şaka olarak ele almazlar. çünkü onların gözünde atatürk "şaka yapılası bir insan" değil, donuk bakışlı, sert ve ulaşılmaz ilahi bir varlıktır.
bazı ateistler de böyledir. kendilerine "cehenneme gideceksin" yollu bir geyik yapıldığı zaman bunu ciddi karşılarlar.
dindar müslüman veya hıristiyan, atatürkçü, milliyetçi, ateist veya başka bir şey olabiliriz ama bu ota boka ciddiyetin hoşgörüsüzlüğü arttırdığını niye öğrenemiyoruz? bir imamın "yeni bir bektaşi fıkrası öğrendim, çok komik" dediği, bir atatürkçünün tek parti dönemindeki "gizli oy - açık sayım" ilkesiyle dalga geçebildiği zaman belki de açık bir toplum olacağız.
öldüğünü iddia ettiği komşusunun kazanına ait cesedin günlerce bulunamaması sebebiyle gelişen durum. tutuklanan nasreddin hoca, sorgulama sırasında kazanın cesedininin bulunamaması hakkındaki soruları ilk başlarda "kazanın öldüğüne inanıyorsunuz, göğe yükseldiğine niye inanmıyorsunuz?" gibi cevaplarla geçiştirse de, daha sonra ölü kazanı hurdacıya sattığını itiraf etmiş. nasreddin hoca'yı ihbar edenlerle yapılan görüşmede "kazanın öldüğü o gün nasreddin hoca'da bir değişiklik, üzerinde bir heyecan vardı. örneğin yoldan geçerken eşeğine ters bindiğine, ardından bindiği dalı kestiğine şahit olduk. bu yüzden şüphelenip hemen durumu subaşına ihbar ettik." şeklinde konuşmuş. gözaltındaki hoca'nın duruşması ise daha başlamadı. yapılan röportajda, akşehir'e yeni atanan kadı hüsrev efendi, "bunca yıllık kadıyım, hiçbir kadıyı yargılamamıştım. bu bir ilk oldu." demiş.
ergenekon soruşturmasını kendini aklamak, vicdanen rahatlatmak için kullanan islamcı kesimin bir kısmının zaman zaman içinde bulunduğu durumdur. sivas katliamını ergenekon'un yaptığı yönünde pek fazla bir kanıt olduğunu zannetmiyorum ama kanıt olsa ne yazar? diyelim ki, gizli bir örgüt kışkırttı. olayın gerisinde halktan hiç kimse mi yok? otel ve içindekiler yanarken halktan yüzlerce insan alkış tuttu, "allahü ekber" diye bağırdı. bu görüntüleri 1993'ten beri utançla seyrediyoruz.
katliamı herhangi bir örgüte bağlamak ya da ne zaman bu olayın bahsi açılsa karşısına başbağlar katliamını koymakla kendini temize çıkarmaya çalışmak, sadece bir anlık rahatlamayı beraberinde getirir. birbirine benzer iki utanç verici olay, birbirini sıfırlayan bir denklem değildir. muhafazakar olmak, yani bu ülkede bir yönüyle ezilen kesimden olmak da öz eleştiriden muaf olmayı beraberinde getirmez. bu sebepten pek bir geleneği bulunmayan "hatırlama kültürü"nün mevzubahis kesime de biraz sirayet etmesi temennimdir.
uyanıklığıyla ünlü nasreddin hoca'nın son numarası. fakat bu numarası tutmamış, un süsü verilmiş kokainleri sınırdan geçirmeye çalışırken hoca polisler tarafından enselenmiş son duyumlarımıza göre. muhabirlerin "hocam, bu son numaranız tutmadı galiba?" sorusuna hoca, "ya tutsaydı?" diye cevap vermiş.
aldığımız başka bir istihbarata göre kokainleri sınırdan geçirirken bir suç ortağı da varmış ve şu an polisler tarafından sorgulanmaktaymış. nasreddin hoca, sorgulama sırasında bu adam için "kendisi suç ortağım değil, zırdelinin tekidir. peşime takıldı, "hınk hınk" diye sesler çıkara çıkara. güya bu seslerle işimde bana şevk veriyormuş, bu yüzden de maldan pay alması gerektiğini iddia etti. iş başındayken enselendik gerçi ama başarılı olsaydım da zırnık koklatmazdım bu avanağa." diye konuşmuş.
gelişmeleri size ileteceğiz.
özellikle ramazan ayında ortaya çıkan çıplak gerçek. fonda neyin çalındığı, ilahi bir atmosferin buram buram hissedildiği nihat hatipoğlu tarzı birçok programda bu durum kendini gösterir.
sesi kendiliğinden yankılı dindarlar "sesi yankılı seslendirici ve sunucu aranıyor" ilanına bakarak her ramazan arifesinde kanallara sunucu olmak için başvurur, çeşitli mülakatlarla aranan kişi bulunur.
iş görüşmesinde şu diyalogların geçtiğini sanıyorum:
- bize biraz kendinizi anlatın... cv'nizde sesinizle her yeri musa'nın baktığı tur dağı misali çatlattığınız yazıyor. sizi dinliyoruz...
- allah... allah... bu dünyayı yaratırken... yaratırken... insana özel bir değer verdi... değer verdi... yüce yaratan... yüce yaratan... rızıklarından herkesi nasiplendirdi... nasiplendirdi...
- fena değil. öteki adaylarla da görüşüp kararımı vereceğiz. biz sizi arayacağız. sıradan mahmut bey gelsin lütfen. buyrun, mahmut bey, hemen sizi deneyelim...
- her şeye kadir yüce yaratan... yüce yaratan... yüce yaratan.... yüce yaratan... nefsimize hakim olmamızı istedi bizden... istedi bizden... istedi bizden... istedi bizden... istedi bizden... bu yüzden on bir ayın sultanı ramazan ayında.... ramazan ayında... ramazan ayında... ramazan ayında.... ramazan ayında...
- anlaşılmıştır mahmut bey. şu sözleşmeye imza atmanızı rica ediyoruz.
- yuppii! yuppii! yuppii! yuppii!
sesi doğuştan yankılı olup da medya dünyasında yükselen isimlerden birisi de hepimizin yakından tanıdığı nihat hatipoğlu'dur.
yoksa siz o yankıların bilgisayar teknolojisi sayesinde yapıldığını mı zannediyordunuz? yaaaaaa...
birçok kişinin evinde olduğuna şahit olduğum müzik kasetlerdir. evde bu kasetleri dinleyen tek bir kişi yoktur ama bu kasetlerden bir dolu vardır. mesela bizim evde kibariye, cypress hill, bülent ersoy, balık ayhan, hatta ve hatta hurşid yenigün ve grubu'nun kasetleri var. ilginçtir, evdeki hiç kimsenin dinlemediği isimler bunlar.
ordunun siyasete karışması altındaki kendini meşrulaştırıcı temel psikolojik etken. pozitivizmin sosyal olgularda bile "tek gerçeklik" araması ve pozitivizmle hemhâl olduğu bilinen kemalizmin de bu gerçeği devlet eliyle oluşturulan bir "resmi ideoloji"de bulması, bahsedilen resmi ideolojinin, kendisinin "siyaset üstü ve siyaset dışı bir hakikat" olarak görmesine sebep olmaktadır. resmi ideolojiden kasıt ise sistemli bir düşünce yapısı değil, özünde birtakım amaçlar yatan, fakat bu amaçları gerçekleştirme yönteminin koşullara göre değiştirilebildiği bir fikir demetidir. bu amaçların başında "üniter devleti korumak" ve "laikliği korumak" gelir. üniter devlet, evrensel anlamda "bölünmez bütünlüğün" karşıtı değil, bir yönetim sistemidir, ki abd de 51 eyaletten oluşan üniter olmayan bir devlettir. buna karşın "bölünmez bütünlükten" uzak olduğunu söylemek saçmalamak olur, resmi ideoloji anlamında olmasa bile bütün amerika halkının kabul etmesini istedikleri ortak değerleri bile vardır. türk askeri zihniyeti, üniterlikle bölünmez bütünlüğü aynı şey zannettikleri için yeri gelince siyasete karışma hakkını kendinde bulmaktadır. ayrıca bir ülkenin bölünmez bir bütün olup olmayacağına da halkın kendisi karar verir, bir ülkenin ikiye bölünmesi de dünyanın sonu değildir. ordunun görevi ayrılıkçı görüşlerini silahla, gerilla ve terör yöntemleriyle ifade edenlere karşı mücadele vermektedir, sözle ifade edenlere karşı değil.
laiklik de türkiye'nin ortak değeri olabilir ama eninde sonunda bir siyasal tercihtir. ordunun bunu herkesin gözüne sokması, kendince "laikliğin yıkılışı" olarak ilan ettiği birtakım gelişmeleri eleştirmesi gibi bir hakkı yoktur.
hiçbir norm, hiçbir değer siyasetten ayrı "kutsal gerçekler" ilan edilemez. bir ülkenin ordusu, dtp'linin de, akp'linin de, chp'linin de vergileriyle finanse edilir; bundan dolayı ordu açıklamalarıyla halkın hiçbir kesimini karşısına alamaz, alırsa da gideceği yer mahkeme salonu olmalıdır.
ibretlik bir türkiye görüntüsünün örneği. balıkesir'de 14 yaşında bir öğrencinin atatürk'le ilgili yaptığı şaka üzerine öğretmeni çocuğu dava etmiş. üstüne üstlük yerel mahkemenin verdiği beraat kararı bozulup iş yargıtay'a kadar taşınmış.
bu nasıl bir insanlık, nasıl öğretmenlik? kararı siz verin: 14 yaşındaki çocuğun sözlerini ciddiye alıp dava açan bir öğretmen mi, hakkında ciddi suçlamalar yapan, bir ortaokul veledini hapislerde süründürmek isteyenler mi daha olgun, ders sıkıntısından atatürk hakkında iki cümlelik bir şaka yapan bu çocuk mu?
nasıl bir kutsallara dokunulmazlık psikolojisidir, nasıl bir yobazlıktır bu yahu... bir de türkiye'de yaşamak, türkiye'yi sevmek kolaymış gibi "ya sev ya terk et" demiyorlar mı...
dünyanın her yerinde "aşırı sağ" olarak nitelendirilen milliyetçi görüşlerin sol versiyonunu oluşturduğunu zanneden insanların iştigal ettiği alandır. zira yalın, katışıksız bir milliyetçilik -"ulusalcı" olmayan bir milliyetçilik- ideolojik olarak kişiye faşist bir imaj vermekte, ülkücüye benzeme kompleksini arttırmaktadır. ideolojimize bir tutam sol sosu ekledik mi, tamamdır, bu durum çözülmüştür. bir yandan atatürk'e, "atatürk milliyetçiliği"ne karşı olmayız, hem de antiemperyalizm muhabbetiyle solu da ideolojimizin içine ekler, çağdaş bir ulusalcı olup faşistlikten de kurtulmuş oluruz. (!) solculuktan anladığımızın da illa derin bir şeyler olması gerekmez. misal iki nazım hikmet şiiri okuruz, arada "emekçi" kelimesini zikrederiz, olur biter.
bunların en radikali ve en komiği de türksolu grubudur. "türk, kebap-lahmacun gibi kürt yemeklerini yemez" temalı yazılar yazan bu grubun hazırladığı "yılın faşisti" anketlerine gülsem mi ağlasam mı diye uzunca düşünmüştüm bir aralar.
bir atatürk milliyetçisinin anlayışı. bu anlayışa göre bir tek türk milliyetçisi çok insancıl olduğu için ırkçılık yapmamaktadır, tek amacı ülkesini, bölünmez bütünlüğünü korumaktır kuzuların.
amaaaa... bir amerikalı, bir ingiliz, isveçli, kürt, arap ırkçılık yapabilir. türk milliyetçisi kesinlikle yapamaz. "atatürk milliyetçisi" arkadaşımıza 1930'larda yapılan kafatası araştırmalarını sorduğunuzda "bilimsel araştırma" der, ders kitaplarındaki üstün ırk propagandasını gösterdiğinizde "o dönem gerekliydi" der.
şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım. aynısını bir portekizli, italyan veya arnavut lider yapsaydı "ne kadar iğrenç", "insanlık dışı" olacaktı, değil mi? allah aşkına, tek kişi de çıkıp "portekizli lider juan pablo rebella'nın * yaptıkları dönemi için gerekliydi, başka yolu yoktu" diyecek miydi kimse? bakın 1930'lu yılların ders kitaplarındaki "ırk" vurgusuna dikkat ediniz:
"tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan türk ırkı, benliğini en çok muhafaza etmiş bir ırktır. tarihten evvel ve tarihi devirlerde bu ırk da işgal ettiği vasi mıntakalardaki ve yurtlarının hudutlarındaki komşu ırklarla tesalüp etmiştir. bu tesalüplerin ekserisinde türk ırkının bariz ve uzvi vasıfları hakim kaldığından bu karışmalar türk ırkına kendi hususiyetini kaybettirmemiştir. (...)
...tarihte daima göze çarpar bir birlik arzeden türk ırkı daima hakim kalan bariz uzvi vasıflarile dimağın en kuvvetli mahsulü olan müşterek lisanları ile, aynı zamanda bugünkü millet tarifine en uygun büyük bir cemiyettir. bütün tarihlerde böyle büyük bir ırkı, bir millet halinde görmek bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir."
aşağıdaki ilanlar "atatürk milliyetçiliği"nin örneği mi?
"o dönem gerekliydi" tezini savunanlar gerekli olanın aynı zamanda yararlı olduğunu da biliyordur herhalde. peki bütün bunların milli birliğimize hangi yararı dokundu allahaşkına? 80 yıldır kürt sorunuyla uğraşıyoruz. tabi biz alışmışız sorunun kaynağının hep dışta olduğu bahanesine. "biz iyiyiz de çevremiz kötü", öyle mi? ol mahileriz ki derya içreyiz, deryayı bilmeyiz.
mizah yapmanın, dalga geçmenin rahatlığından, hafifliğinden zerre kadar nasip almamış, sinirli ve gerilimli bir hâlde küfür ederken araya üç beş mizahi unsur kondurma mantığıyla yapılan esprilerin altındaki anlayıştır. pek komik ve yaratıcılık örneği olduğu söylenemez, çünkü kemalist mizah anlayışının en büyük espri örnekleri ç.ü.k. gibi kısaltmalar, "jet siki" gibi kelime oyunları, tayyip'i başörtülü olarak çizmek (aman ne komik!) vb. zirzopluklardır.
kokoreç fanatiği her türk insanının ortak fantezisi. fakat ne yazık ki, çoğu insanın apartmanlarda yaşadığı düşünülürse bu fantezi hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. en az eve sarelle musluğu yaptırmak kadar hayal, hayal olduğu kadar da güzel...
the klezmatics'in söylediği bir klezmer parçası. sözleri şöyledir:
shprayz ikh mir mit gikhe mit gikhe trit,
nokh a ferdl tsum yarid, tsum yarid.
mitn tayser kling ikh mir, kling ikh mir,
un a lidl zing ikh mir, zing ikh mir.
tsu der shtot iz vayt, nokh zer vayt,
shteyt a kretshmer bay der zayt, bay der zayt.
brayt tse ofn iz di tir, iz di tir,
kretshmer gib a glezl, gib a glezl mir.
nokh a glezel, nokh eynz, nokh a gloz,
gizt mir on der bale, der balebos,
vos mir shtot un ven mir ven yarid,
az keyn ferdl darf ikh nit, darf ikh nit.
dos ferdl hob ikh nit gekoyft, nit gekoyft,
un dos gelt shoyn lang farzoyft, lang farzoyft,
un far tsores shpring ikh mir, shpring ikh mir,
un a lidl zing ikh mir, zing ikh mir.
eski zamanlarda eve hatun atma aracı olarak görülen pul koleksiyonunun artık hiçbir halta yaramamasından ve ıssız adam'ın ilgi görmesinden dolayı yeni nesillerin umudu bulacağını düşündüğüm akımdır. bir yandan sıkıştırılmamış, kaliteli sesinden; bir yandan da gencimize "hayatı tükettim, o yüzden teselliyi nostaljide buluyorum" imajı vermesi yeni neslin harıl harıl gramofon, pikap ve eski 45'likler peşinde koşumasına sebep olmuştur.
not: "pul koleksiyonunun yerini plak koleksiyona bırakması" diyecektim, karakter yetmedi.
bu arada, zekası küfür etmekten başka bir şeye çalışmayanlar için genelkurmay'ın konuyla ilgili soruşturma başlattığını söylemek gerekiyor. soruşturmanın kapsamı bilinmez ama en azından bu sefer genelkurmay'ın bu tarz iddialara tepki olarak sitesinde öfke dolu bildirilere imza attığını görmediğimiz için mutluyuz.
charlie chaplin'in 1918 tarihli filmi. "tüfek omza" adıyla türkçeye çevrilen bu film, charlie chaplin'in savaş hakkında yaptığı ilk filmdir. özellikle ağaç kılığında düşman mevziine girdiği sahneler gülmekten koltuktan düşürür.
"nasıl olsa kontörü bitmez eheh eheh, hadi şuna bir çağrı atayım, o da bana dönsün" diye düşünen, kontörü bittikçe faturalı telefonunuzdan otlanan lavuk arkadaştır. bunları bir an önce başınızdan sepetlemeniz, ödemeli aramaları saniyesinde sonlandırmanız, çağrı atıp kendisine geri dönme taleplerine gıcıklığına sizin de onun telefonunu birkaç kere çaldırıp kapatarak karşılık vermeniz müstahaktır.
klezmer klasiklerinin derlemesiyle oluşmuş, müthiş eğlenceli albüm. dona dona ve hava naguila gibi bilindik iki parçayı barındırmasının yanısıra, ayten alpman'ın "memleketim" adıyla söylediği parçanın orijinali olan "rebe elimelekh"i de içeriyor. içinde barındırdığı şarkılar şunlardır:
01 - oriental song
02 - rebe elimelekh
03 - danse de rabbi jacob
04 - dona dona
05 - tum-balalaika
06 - lomir zich iberbetn
07 - klezmokum
08 - hava naguila
09 - yankele
10 - kuma echa
11 - nigun a tik
12 - myriam fuks-roumania
13 - the new shtelt band
14 - di grine kuzine
15 - hevenu shalom alechem
16 - mizinke http://www.ideefixe.com/M...?sid=C432DO4HN3QVVOGB5CT7
1990 - touch of klez
1992 - oy chanukah!
1992 - old world beat
1992 - jumpin' night in the garden of eden
1993 - yiddishe renaissance
1993 - live!: the thirteenth anniversary album
1997 - dancing in the aisles
2000 - dance me to the end of love
2003 - a taste of paradise
"korsan partisi" anlamına gelen, isveç'te kurulmuş, yeni ve ilginç bir parti. internetten müzik ve film indirmenin önündeki engellerin kalkması, fikri mülkiyet hakkının eser sahibinin ölümünden 50 yıl sonra değil, eserin ortaya çıkışından 5 yıl sonra kaldırılması, terör gerekçe gösterilerek kişisel bilgilerin paylaşılmasını sağlayan yasaların lağvedilmesi partinin talepleri arasında. isveç'te ciddi desteği yükselen parti, avrupa parlamentosu'na bir temsilcisini şu an göndermiş durumda.