On yıl önce "şans" fenomenini incelemek için ise koyuldum.
Şans olarak ortaya çıkan fırsatları ele alalım mesela; Şanslı diye bilinen insanlar tutarlı / sürekli şekilde bu tür fırsatlara rastlayıveriyorlar, diğerleri ise hiç rastlamıyorlar. Bu şans farkının, acaba o şansın "farkedilmesinden mi" ileri gelip gelmediğini anlayabilmek için bir deney yapmaya karar verdim.
Şanslı ve şansız insan gruplarının ikisine de bir gazete verdim ve gazetenin tamaminde kaç tane fotoğraf olduğunu söylemelerini istedim. Şansız insanlar cevabı vermek için ortalama olarak 2 dakika harcadılar, şanslı insanlar ise saniyeler içinde cevabı buldular. Niye? Çünkü gazetenin ikinci sayfasında koca harflerle "saymayı bırak, bu gazetede 43 tane fotoğraf var" diye bir ibare vardı. Ama şansız insanlar bunu kaçırıyor, şanslı insanlar ise çoğunlukla bunu yakalıyorlardı. Eğlence olsun diye gazetenin ortasına doğru şöyle başka bir mesaj yerleştirdim "saymayı bırak, sadece deneyciye bu mesajı gördüğünü şöyle ve 250 papel kazan". Yine şansızlar bu mesajı çoğunlukla kaçırdı, şanslılar ise yakaladı.
Daha sonra yaptığımız kişilik testleri, şansız insanların daha gergin insanlar olduğunu ortaya çıkardı, ve araştırmalara göre, endişe (anxiety) insanların beklenmeyen şeyleri farketmesini engelliyor. Bunu inceleyen bir diğer deneyde deneklerin bilgisayar ekrandaki bir noktayı takip etmeleri istenmişti. O sırada, hiç uyarı olmadan, ekranın köşelerinde birdenbire bir büyük noktalar gösteriliyordu. Deneklerin neredeyse tamamı bu büyük noktaları farkediyordu.
Sonra aynı deney, ikinci bir grupla tekrar yapıldı, ama bu sefer deneklere ortadaki noktayı takip etmeleri için bir parasal ödül teklif edildi, bu daha çok gerginlik yarattı. Bu grup daha fazla ortadaki noktaya odaklandı ve köşelerdeki büyük noktalar denek grubunun üçte biri tarafından kaçırıldı. Görmek için ne kadar yoğunlaşsalar, o ölçüde daha az görüyorlardı.
Şans fenomeni de aynen böyle işte: şansız insanlar fırsatları kaçırıyorlar çünkü gayet ağır / ciddi bir şekilde başka bir şeye odaklanmakla meşguller. Eğlence partilerine "mükemmel eşi" bulmaya odaklı bir şekilde gidiyorlar, ve arkadaşlık kurmak için fırsatları kaçırıyorlar. Gazetelerde belli / net iş fırsatları bulmak için bakıyorlar, ve diğer uygun olabilecek diğer iş çeşitlerini kaçırıyorlar. Şanslı insanlar daha rahat, daha açık, böylece "sadece aradıkları şey" yerine "gerçekten ne olduğunu" daha rahat görüyorlar.
Türkiye\'nin ilk ofset matbaası Apa Ofset\'in temelleri 68 yıl önce Babıali\'de atıldı. Dönemin getirdiği bütün zorluklara rağmen işini geliştirip matbaasını Levent\'e taşıyan Mazhar Apa\'nın bu çok sevdiği işine, ailesi de dört elle sarılmış. Bir zamanların butik matbaası Apa Ofset, şimdi içinde birkaç şirketi barındıran Apa Group adını almış ve Levent\'teki 23 katlı bir Plaza\'da idare ediliyor. Matbaa tesisleri ise Hadımköy\'de.
* * *
Apa Ofset\'i Mazhar Apa, 1942 de kurmuş. Yurtdışına gidiyor, ilk matbaa makinesini bir hurdacıdan alıyor, 20 parça şeklinde. Çünkü parası ancak buna yetiyor. Türkiye\'ye getiriyor, nasıl kurulacağına dair bir planı bile yok. Burada bir ekiple birlikte kurmayı başarıyor. Man Ajans\'ın sahibi Eli Acıman\'la çalışıyorlar.
Sonra Babıali\'den Levent\'teki bu yere getiriyor matbaayı.
1969\'da bu araziyi aldığında herkes kendisine, \'Sen deli misin?\' diyor. Buraları tamamen tarlaymış, sadece Eczacıbaşı varmış.
* * *
Mazhar Apa\'dan sonraki jenerasyon işi sürdürmüş ve sirketi butik matbaacılıktan, ticari, büyük bir şirkete dönüştürmüş.
Apa Tasarım diye bir reklam ajansı kurmuş.
Apa Tasarım\'ı kurduktan sonra kendi yayınlarını yapmaya başlamislar. ilk olarak da The Guide istanbul dergisiyle başlanmıs.
Hz. Muhammed, Uhud seferinde, ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin başına ezilmemesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndüğünde o nöbetçiden kediyi istemiş ve sahiplenerek adını Müezza koymuş. Siyah beyaz bir Habeş kedisiymiş Müezza. Ağzının içinde üst damağında lekeleri varmış. Bu sık rastlanmayan damağında leke olan kedilerin Müezza'nın soyundan geldiği kabul edilir.
Hz. Muhammed, kedisi Müezzayı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muhammed'in giysisinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Muhammed, Müezzayı uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiş.
Hz. Muhammed, kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken Sahabe-i Kiram Ebu Nuaym 'Ya Resul o sudan kedi içti' deyince, Resulullah 'Onlar en temiz ağıza sahiptirler.' buyurmuş ve abdest almıştır.
Abdurrahman bin Sahr adlı bir sahabe (Ebu Hureyre) sokakta kalmış kedileri götürür onları yedirir severmiş. Resûl-ü Ekrem Hz. Muhammed'in bundan haberi yokmuş.
Sahabelerden biri bir gün Hz. Muhammed'e söylemiş: ''Pis kedileri toplayıp kulübesinde bakıyor!''
Hz. Muhammed o anda bir şey söylememiş. Ebu Hureyreyi daha sonra sokakta görmüş, bu zât bir kedi yavrusu bulmuş. Hz. Muhammed'e sahabenin söylediğini kendisi de bildiği için Resûl-ü Ekrem bir şey söyler diye, kediyi hemen hırkasının içine saklamış.
Resûllah Hz. Muhammed kendisine, hırkanın altında ne sakladın demiş. Hırkayı açmış küçük bir kedi yavrusu.
Hz. Muhammed yavruyu sevmiş, okşamış, ve o zâta: ''Ebu Hureyre utanma, öğün. Sen kedi babasısın.'' demiş. O günden sonra Abdurrahman bin Sahr'a artık Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hitap ettiği gibi Ebu Hureyre (Kedi babası) diye hitap edilir . (Buhari: 5, 811). (alinti)
GALATASARAY'in Fenerbahce spor klubunun kurulmasini saglayan ve onayak olan spor klubu oldugu unutulan ve bilinmeyen bir gercektir.
* alıntı *
eski galatasaray asbaşkanlarindan avukat haluk uğur sordu:
"bilir misin fenerbahçe niçin kurucusunun adını hiçbir tesisine vermez, özellikle de o çok gurur duyduğu stadına..."
diğer bir sorusu ise
"nasıl olur da, hemen hemen her fenerbahçeli galatasaray'ın kurucusu ali sami yen'i bilir de, nedense fenerbahçe'nin kurucusunun kim olduğunu bilen bir galatasaray'lı bulmak bir yana, bir fenerbahçe'li bile bulmakta zorluk çekersiniz."
haluk uğur'a göre fenerbahçe bile bile kendi tarihini tahrif etmiş bir kulüptür.
bunun sebebi ise, bir galatasaray liseli'nin gerçek kurucuları olmasıdır.
avukat uğur bu hikayeyi rahmetli ali sami yen'in kendi ağzından bir galatasaray kongresinde dinlemiş.
o dönemler galatasaray lisesi'nde öğrenci olan ve galatasaray takımında oynayan galip ismindeki oyuncu, ali sami yen'e galatasaray'a rakip olacak bir türk takımı daha olsa ne kadar iyi olacağını ifade eder.
rahmetli başkanımız da "galip, sen niçin buna ön ayak olmuyorsun?"der ve takımdan ayrılmasına izin verir.
fenerbahçe'nin kurulmasına destek verir.
bu destekle fenerbahçe galip bey öncülüğünde, karşı tarafta kuşdili'nde "sütçü bulgar"ın kulübesi tabir edilen mekanda kurulur.
bir rivayete göre de fenerbahçe'nin sarı lacivertli formasi, galatasaray'ın uğursuz olduğu gerekçesiyle bir daha giymediği sadece bir kere giyilmiş sarı lacivertli formalardır.
galip bey'den fenerbahçe sitelerinin tarihçe bölümlerinde kurucu olarak bahsedilmiyor.
fakat aynı galip (kulaksızoğlu), fenerbahçe resmi sitesinde 1911'de fenerbahçe başkanı olarak görülüyor.
bu konu burada bitmiyor.
galatasaray'ın ilk yurtdışı maçında macaristan'da galatasaray takımında oynayan bir galip bey var.
türk futbolu yurtdışına ilk kez 1911 eylül ayında çıktı.
ve bir türk takımı, avrupa sahalarında ilk maçını 11 eylül 1911 günü, macaristan'ın kolojvar kentinde, bu kentin adını taşıyan kolojvar takımıyla yaptı.
bu türk takımı galatasaray idi.
ahmet robenson, neşet ismet, cevat, hasan, bekir bircan-dalaklı hüseyin, idiris, celal (şehit), galip kulaksızoğlu!!!!, emin bülent serdaroğlu'ndan kurulu galatasaray, türk futbolunun yurtdışındaki bu ilk maçında macar kolojvar'a 5-1 yenildi.
fenerbahçe tarihinden utanıyor mu?
kurucu başkanları olduğunu iddia ettikleri nurizade ziya songülen'i bir kere kabri başında andıklarını duymuş yada görmüş olan var mı?
bir tesiste bu muhterem zat'ın adını gören var mı peki?
bu kadar vefasızlık olur mu? yoksa gerçek kurucuları başkası mı?
ali sami yen'in belirttiği gibi bu kişi galatasaray forması için ter akıtmış galip kulaksızoğlu olabilir mi?
bundan utandıkları için mi bu konunun üzerinde fazla durmaz fenerbahçe?
sakın kimse bu gerçekleri yazıyoruz diye bize kızmasın. biz tarihin yalancısıyız!
Suphesiz ki toplum ve aileleri tarafindan farkli dusunmemeleri icin egitim ve sartlanma yollu adeta bir beyin kıyımı yapılsa da, bircogu bambaska bir bakıs acısına sahip olarak degerlendiriyorlar yasami ve her seyi sorgulamaya basliyorlar.
ellerinin ucunda internet ile herseyin gercegine veya en azindan alternatif yonlerine ulasma sanslari var.
Don't argue with idiots They'll drag you down to their level and beat you with experience. - Aptallarla tartışma, seni kendi seviyelerine çekerler ve tecrübe ile yenerler.
adamın arabasının tekeri akıl hastanesinin yanında patlamıştı...
tekeri değiştirirken, talihsiz bir olay oldu ve bijonlar, yerdeki mazgaldan aşağı düştüler...
bijonlar gitmişti, onları düştükleri yerden alması imkansızdı...
çaresiz ne yapacağını düşünürken, duvarın üstünden onu izlemekte olan bir deli ona seslendi:
- ''ne düşünüyorsun kara kara?.. her tekerden birer tane bijon sök ve söktüğün bijonlarla o tekeri yerine tak... en azından bir lastikçiye kadar böyle gidersin...''
***
deli'nin söylediği doğruydu...
adam denileni yaptı ve diğer tekerlerden söktüğü bijonlarla tekeri taktı...
duvarın üstüne dönüp teşekkür etti deliye...
teşekkür ederken bir iltifat etmekten de geri kalmadı...
- ''ben de burada deliler kalıyor zannetmiştim...'' dedi...
Bu resimde şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor, köpük köpük şelale akıyor...''
- ''Hayır...'' dedi Bilge Kral...
- ''Huzur; hiçbir gürültünün çıkmadığı, sıkıntı ya da zorluğun olmadığı bir yer demek değildir ki...
Tam tersine bütün bunların içinde, yüreğinizin sükun bulabilmesi sanatıdır...
Doğanın bu şiddetli koşullarında bile, gürül gürül akan şelalenin üzerinde kayalıklarda bir minnacık çalılığın arkasına yuvasını yapan anne kuş, yuvasını ve yavrusunu sukunetle koruyor...
O yuvada emek harcanarak sağlanan huzur, durağan sukunetinin sağladığı huzurdan çok daha kıymetli...''
Alman Fizik Profesörü Hans Peter Dürr madde ile ilgili soruyu harika aciklamis...
Soru:
Sayın Profesör Dürr madde dediğimiz aslında nedir?
Hans Peter Dürr :
Aslında madde diye bir şey yok; en azından kabullendiğimiz anlamdaki şekli ile mevcud değil.
Sadece bir oluşum var ki, sürekli bir değişim ve canlılıktan oluşmaktadır.
Biz bunu tahayyül etmekte zorlanıyoruz!
Asıl olan, madde bağı olmadan, sebep-sonuç ilişkisi gerçeğidir!.
Biz buna \'RUH\' da diyebiliriz. Öyle bir \'şey\' ki biz bunu ancak spontane yaşayabiliriz, dokunulacak bir şey değildir.
Madde ve Enerji dediğimiz olgu, ancak ikincil olarak ortaya çıkmaktadır...
Bir nevi ağır akışkan, sabitleşmiş RUH şeklinde GiBi.
Albert Einstein\'e göre, madde, enerjinin sadece inceltilmiş şeklidir; temeli ise, daha ince (latif) bir enerji değil; çok daha farklı bir şey, CANLıLıKtır. Bu olguyu bilgisayarlardaki software\'e benzetebiliriz.
09 Şubat 2013 tarihinde Habertürk TV'de yayınlanan Tarihin Arka Odası adlı programda Emre ve Truva Yayınları sahibi Sami Çelik'in gönderdiği bir e-mailine çok kızarak hakarete varacak sözler sarf eden Murat Bardakçı
''1998 yılında 'ŞAHBABA' isimli kitabımda Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesinin belgelerini ilk kez Türkiye'de ben yayımladım.
Pusulasız ve eski köhne bir gemiyle kaçarak Samsun'a gitmediğini ilk kez Türkiye'de ben ilan ettim.
Samsun belgeleri çok ses getirdi ve tarih kitapları yeniden yazıldı.
Hatta bu belgeleri, 1998 yılında yayımlamış olduğum Kazım Karabekir'in damadı olan Faruk Özerengin'den almıştım.
Eğer bu belgeleri 1998 yılından önce yayınladıysanız Hodri Meydan çıkarın gösterin. Eğer ciddi bir yayıncıysanız hadi ispat edin de göreyim, kıvırtmayın''
diyerek tepki göstermişti.
Emre ve Truva Yayınları'nın sahibi Sami Çelik ise çok geçmeden Murat Bardakçı'ya BELGE ŞOKU yaşatarak 1992 yılının Eylül ayında ilk baskısını yaptığı ''Kazım Karabekir PAŞALARIN HESAPLAŞMASI istiklal Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl idare Ettik?'' adlı kitabındaki Bardakçı'nın sözünü ettiği o belgeleri göstererek tüm ezberleri bozdu.
Çelik; ''Murat Bardakçı artık Tarihin Arka Odası'ndan çıkıp halkın arasına karışmalıdır. Kütüphanelere gidip araştırmalar yapmış olsaydı şimdiye kadar yayınladığım kitabımı çoktan görmüş olur ve bu kadar büyük laflar etmemiş olurdu. Şimdi bu belgeleri görmesini ve bir cevap vermesini bekliyorum. Ayrıca şahsımdan ve Türk halkından -programında gözümünüz içine baka baka yalan söylediği için- özür dilemesini istiyorum'' diyor.
Sami Çelik'e büyük ses getiren o polemiğin perde arkasını ve 1992 yılında Türkiye'de ilk kez yayımladığı o belgelerin izini haberpolitik.net olarak sizler için sorduk.
-Emre Yayınları'nın sahibi olarak Kazım Karabekir'in ilk belgelerine ne zaman ve nasıl ulaştınız?
Sami Çelik: 1989 yılında Emre Yayınları'nı kurdum. Daha 20 yaşındaydım. 1990 yılında tarih kitapları yayımlamaya başlayınca bir yazarım vasıtasıyla Karabekir Paşa'nın damadı Rahmetli Faruk Özerengin beyefendinin Erenköy'deki evine gittim. Tanıştık. Hatta o ilk tanışmamızda Rahmetli Faruk Bey'in misafirleri de vardı. Hatırladıklarımdan bir isim de Erol Şadi Bey'dir.
işte o günden sonra benim için hayat ve yayıncılık çok farklı bir boyuta ulaştı. 10 yıldan fazla zaman Faruk beyefendi ile evinde sabahladık ve Karabekir Paşanın tüm belgelerini teker teker toparlayarak kitaplaştırdık. Yani neredeyse bir ömür verdik bu eserleri hazırlamak ve yayımlamak için...
-Tarihi değiştiren ''Paşaların Hesaplaşması'' adlı bu önemli eseri ilk ne zaman yayımlamaya karar verdiniz?
Sami Çelik: Tarihi değiştiren sadece Paşaların Hesaplaşması kitabı değildir. Biz toplam bu 10 küsür yılda Paşa'nın yaklaşık 37 adet kitabını Faruk beyefendi ile birlikte belgelerden hazırlayarak yayımladık. Hatta bazılarını da rahmetli metinler Osmanlıca ve Paşanın el yazısı olduğu için kasete okuyor, bana veriyor, ben de yazıya döktürüp kitaplaştırıyordum.
Paşaların Hesaplaşması kitabı aslında Karabekir Paşanın yakılan kitabı olarak bilinen ''istiklal Harbimizin Esasları'' isimli kitabının belgelenmiş ve belgelerin orjinalleri konularak hazırlanmış devamı niteliğinde bir kitaptır. Paşanın koyduğu asıl isim 'istiklal Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl idare Ettik?' olan kitaba biz yayıncı olarak ve Rahmetli Faruk Beyefendi'nin de izniyle üst başlık 'Paşaların Hesaplaşması' ismini verdik.
-Bu kitaptaki belgeler ilk kez 1992 yılında yayınlanmış. O yıllarda ne tip zorluklar yaşadınız?
Sami Çelik: Murat Bardakçı 1998 yılında belgeleri yayınladığımda her şey bugün gibi rahat değil ve Vahdettin hain olarak bilindiği için bu tür söz ya da belge yayınlamak cesaret işiydi. Bu dönem gibi rahat yazılıp çizilemiyordu diyor. Doğru söylüyor. Ama ben de 92 yılından bahsediyorum. ilk yayımladığımda herkes bir şok yaşadı. Resmi tarihi yerle bir eden belgelerdi bunlar. Atatürk'ün Samsun'a Saray tarafından dönemin en lüks gemisiyle ve Boğazın ingiliz işgalinde olması nedeniyle ingilizlerden de Samsun'a gidecek Atatürk ve ekibinin ismi olan belgeye 'olur'u olan ingiliz komutanlığının da mühür ve imzası vardı. Yani saray tarafından gönderildiği ve ingilizlerinde boğazlardan çıkabilir oluruydu bu... Kaçarak gitme hikayesini yerle bir eden belgeydi 1992 yılında yayınladığımız o belge... Beni bu süreçte manevi olarak çok destekleyen oldu ama gözümü korkutmak isteyenler ve bana türlü zorluklar çıkaranlar maalesef bu manevi destekçilerimin yanında çok ama çok daha fazlaydı...
MURAT BARDAKÇI TÜM TÜRKiYE'DEN ÖZÜR DiLEMELi
-Peki Murat Bardakçı'nın programındaki hakarete varan sözlerine karşın siz neler söylemek istersiniz?
Sami Çelik: Murat Bardakçı artık 'Tarihin Arka Odası'ndan çıkıp halkın arasına karışmalıdır. Kütüphanelere gidip araştırmalar yapmış olsaydı şimdiye kadar yayımladığım o kitabımı çoktan görmüş olur ve bu kadar büyük laflar etmemiş olurdu. Şimdi bu belgeleri görmesini ve bir cevap vermesini bekliyorum. Ayrıca şahsımdan ve Türk halkından programında gözümünüz içine baka baka yalan söylediği için- özür dilemesini istiyorum. Utanmadan bana kıvırtmayın diyor.
Biz 10 küsür yıl geceli gündüzlü rahmetli Faruk beyefendi ile çalıştık. Faruk bey, asla dışarı belge vermezdi, Murat Bardakçı'da yağmurlu havada Faruk beyefendi ile fotokopi aradığını söylemişti canlı yayında hatırlarsınız. Çünkü kendisi gelir ve belgeler kendisinde olur fotokopi makinesine bile kendisi yerleştirir ve hemen de alırdı.
Onca zaman içerisinde çalışmış olmamızdan ve sanırım güveninden dolayı, bazen birlikte fotokopiye gittiysek de, bazen de zamanla bana belgeleri verip fotokopiye yolladı. Beni yalnız yollaması da tabi ki belirli bir zaman sonra ve güvendikten sonraydı. Kağıda not alıp hangi belge kaç numaralı belge diye o istemese de ben not alıp, onayını alıp o belgelerle fotokopiye gidiyor, geri getirdiğimde de o not aldığımız kağıttan teyitleşerek teslim ediyordum.
Ben asla kıvırtmadım ki tüm zorluklara rağmen bu eserleri yayımladım. Bardakçı'nın 'Tarihin Arka Odası'nda ne kadar profesyonelce kıvırttığını aslında tüm kamuoyu görüyor.
25 yıldır yayıncılık piyasasında olan birisi olarak ben bir kişiyi yalancılıkla kesin emin olmadığım bir konuda suçlayacak kadar aptal değilim. Hele kıvırmaya gelince... Ben kıvırmam ama kimin kıvırdığı da çok da umurumda değil...Onlar kendilerini bilirler.
'Nerede yayınladın kardeşim, aç göster' diye bar bar bağırdı ekranda
işte burada belgeler ve o belgelerin daha da ötesi
Başka da belge istiyorsa rahmetli Faruk Özerengin beyefendinin kendi el yazısıyla bende bir belgesi var.
Karabekir ile ilgili belge vs. ne varsa Türkiye'de ve dünyada bunu kullanma, yayma, duyurma yetkisi sadece ve sadece Sami Çelik'e aittir diye. Ben asla bunu kullanmadım ve söylemedim de. ilk defa söylüyorum ve o belge halen elimde...
Yani ŞAHBABA Kasım 1998 yılında yayınlandığında elimdeki bu yetkiyle isteseydim Bardakçı'nın yayınladığı o belgelere bile tazminat davası açabilirdim...
Çünkü, 30.12.1998'e kadar yayınlanan bu belgelerin ve eserlerin tüm haklarını rahmetli Faruk Özerengin beyefendi bana vermiştir. Kendisi ona karşı gösterdiğim bu iyi niyete rağmen bile 1992 yılında yayınladığım belgeleri, bile ilk ben yayınladım diye konuşabiliyor. Ve hatta yayınevim ve yazarlarımın toplamı bile bir ŞAHBABA etmiyormuş. Canlı yayında söylemişti bu haddi aşan sözleri de...
Ama unutmasın ki o zat (bana canlı yayında sürekli bu zat diye hitap ediyordu), "Osmanlı'da Sex" kitabını yazıp o kitaba belge toplarken ben Faruk beyefendiyle beraber bu belgeler için sabahlara kadar uğraşıp, hazırlayıp yayımlama cesaretini gösteriyorduk... Şimdi de ukala ukala, bilmiş bilmiş...Neyse...
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, diyorum sadece... Ve bana Sultan Hamid'in övünebileceğim bir kalemini veren olmadı ama bu belgeleri yayınladığım için hakime hanımın gözümün içine sokarcasına salladığı kalemi hiç unutmadım.
Baksın bakalım bizim bastığımız ve hakları bizde olan belgeleri nasıl ŞAHBABA da kullanmasına göz yummuşum.