dünyada şiir, şair, rind denir, akla hafız-ı şirazi gelir. edgar allan poe'den, dante'den, goethe'den önce gelir. herkes ölür evvelen ölümüyle anılır ama hafız'ın kabri dahi şiiriyle anılır, şiirleriyle süslüdür mezarı. ziyaretine gidenler fatiha'nın yanında bir tane de şiir bırakırlar istiraatgahına bu şark'ın ve dünyanın bütün zamanlarda gördüğü en aşık şairine. yahya kemal'in bu dizesi nasıl da oturur biz şarklıların kafasındaki hafız-ı şirazi imajına:
hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış
yenide açarmış her gün kanayan rengiyle
gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
eski şiraz'ı hayal ettiren şekliyle
modern zamanlarda en iyi seslendiren bekir sıdkı sezgin'dir bu çağlara mührünü vurmuş, çaykovski'nin, mozart'ın, betoven'in bütün müzik hayatlarını kendisine feda edebilecekleri eseri.
eser dünyanın gelmiş geçmiş en büyük üç beş müzisyeninden biri olan buhurizade mustafa ıtri efendi'ye aittir, türkiye'de mozart'ın, çaykovski'nin, betoven'in, rahmaninvov'un batılının bilmeye hacet görmediği eserlerini bilmeyi fazilet addeden nesil/nesillerin yüzde doksan dokuzu tarafından bilinmeye değer görülmez. zira alçak milletler üstün milletlerin kirli çamaşırlarını yüzlerine gözlerine şifa olsun diye bile sürerler. alçak olmayanlar ise, ki onlar modern zamanda bu ülkede azınlıktadır, buhurizade'lerin haklarının yendiğini görüp canlarını sıkarlar..
satre ateizminin doğurduğu problemler adında sartre varoloşçuluğunu incelediği/eleştirdiği cismen küçük ama pek değerli bir kitap da yazmıştır. tabi ki mekteb-i sultani'dendir, fransızları iyi tanır, fransızcayı iyi bilir. müthiş bir istanbul türkçesine sahip bu istanbul efendisinin felsefe ve islam tasavvufu bağdaşımı ne derecede mümkündür, tasavvufla felsefe nerede kesişir, felsefenin verdiğini tasavvuf verebilir mi gibi sorulara cevaplar hazırladığı bir kitabı da vardır. kendisinin tuğrul inançer ile sohbetleri sufi yayınlarından bir kitap olarak yayınlanmıştır.
kenan gürsoy bu ülkede bilgisi, görgüsü, kültürü en kemale ermiş üç beş insandan biridir. bu yüzden yakın zamanlarda büyükelçi olarak atanması da ülkemiz için isabetli olmuştur.
yola çıkmanın gayesine göre göre değişir bu eylemin keyfiyeti.
yola çıkmak dediğimiz şey bir şairin dediği gibi eve dönmeyi, şakıya dönmeyi, kendine gelmeyi sağlamak için aslında bir iç murakabe yapmak için vesile kılınacaksa fevkalade sağlıklı olmalı, oluyor, olur. yola çıkmak kendini en basit metaforla kendine de bir yoculuğa çıkabilmeyle de destekleniyor ise, böyle bir çaba üstlenilmiş ise takdire şayandır.
yollar geçtikçe, tebdil-i mekan yaptıkça sorgulamak mı kendini, yoksa basit, klişe, vandal bir holivud amerikan serazad ve aylak rakın rol isyanı filminin üç sacayağına abayı yakıp ''çanta, otostop, özgürlük'' imajına vurulmak, aaa ya canım benim ne de şirin'miş hitabına maruz kalmak mı?
insan hayatında eğer böyle bir zaman ayırabiliyorsa kendine bunu hiç etmemeli, aylaklığa övgü, otostop=özgürlük gibi basitleşitirilmiş film karesi mi hayat formu mu, prezervatif mi belli olmayan, kimin efkarının neticesi olduğu belli olmayan
vulgar sloganlara çokça bel bağlamamalı.
o zaman okul müdürü olayım biraz, diyeyim ki bu ettiğiniz laflar sizin değil. çantayı alıp uzaklara gitmek özgürlük'e eşitlenecek kadar uzun boylu şeyler değil. yüz bin kilometre yol kat edip kendini tanımamışsa, ne için yaşadığını anlamaya çalışmamıisa, en klişe tabirle kendinde içsel bir yolculuğa çıkmamışsa insanın ettiği laf bu konuda en kısa ifadeyle boş laftır. nefs'ine yenilmiş, şeytan'a saki kılınmış bir gencin bu kadar yol kat etmesi sineğin ölümü kadar yankı uyandırmaz gözümde. sadece zahmet, yorgunluk, çok gezmenin kibriyle hayatı çevredekilere dar etme tutkusuyla meşbu bir vücut.
önce kendinde yolculağa çıkacaksın, yaşarken başkalarına da faydan olması gerektiğini bileceksin. ben ben ben dememeli insan, ama bu salt aylak yolculuklar insanı daha da yabancılaştırır kendine. tam tersi olması lazım gelirken, beklenirken. öfkeli, başkasına uzak bir korkak ben çıkar ortaya. amerikan tarzı bir bedeni pislik durumuna övgüler yağdıran haşere işte, tereyağ-bal-süt basitliğinde asla olamayacak kendine, medeniyetine, insanlara yabancı ilginç bir genç, tahlillik bir insan.
şark şehirleriyle ünsiyet kuran birine göre bu şehir. mardin'e, selanik'e, kahire'ye bigane kalmış amerikanizm mağduru vandal gençliğe göre değil. burada yaşayan gençlik de böyle olmasına rağmen. bir şehiri anlamak için bu dünyada en baştan amerikan ruhsuzluğunun vücudunun ve aklının hiçbir yerine zerk edilmesine izin vermemek lazımdır.
burada biz nargile içeriz, artık salon adamı olmuş araplarla kırık dökük arapça, şaklabanlık yapmak için de fransızcayı konuşuruz. yahya kemal'e kulak veririz ara ara ''kandilli gezerken uykuda...'' diye başlarız bu alakasız kentte, bu alakasız insanlarla, bu alakasız tipik marsilya kafesinde muhabbete. barbaros hayrettin gelir aklımıza, bir fatiha yollarız ona da. tunusluya, faslıya, cezayirliye, fransıza hafız'ın şiirlerini okuruz akşamları. parası pek olan arap dostumuzla burjuva eğlentilerine gideriz, hikaye uydurur gönül yaparız orda da. keyf tılsımını okşar kalplerine gireriz, severiz seviliriz. gitme zamanı gelir soluğu beyrutta almaya bakarız. hala da bakıyoruz.
fuzuli'nin haşa ve kella kerhane nöbeti tutup, izbelerde iğrençlikte akreplerle çıyanlarla yarışacak belhüm adall şiirler yazan kadın delisi bir meczub goygoycu olduğunu vehmeden şuuru makatlarına kaçmış da felaha ordan eresiyken kime, hangi yüce değere tükürerek püskürsem de üzerimdeki kanı, irini başkasına bulaştırırken bir taşla da iki kuş vursam diyen beyni ve kalbi kuştan da sufli, daha bir alçak menhus ruhlu, yarasa bakışlı kalbi ve aklı anasından tevellüd ederken mi bağlı çıkmıştır bilinmeyen isimsiz, silik ve cehalette ebu cehil'lere talim gösterecek sıfatı haiz bahtsızların şekspir'den de büyük bir şair olan, dünyanın en büyük beş altı şairinden biri olduğuna ehil birçok edebiyat eleştirmeni-profesörünün şeksiz hükmettiği, tanımamakta ve üstüne üstlük kendisine ''def-i hacet neticesi'' atmakta ise neşet ettiği toprakların öz evlatları ile yarışmaya kimselerinin gücünün yetmediği fuzuli'nin şiiri.
ulan kahbeler fuzuli'nin kaç şiirini okudunuz da alay ediyorsunuz, küfrediyorsunuz. dürzüler edebiyat nedir, şiir nedir ne biliyorsunuz da dar-ı bekaya irtihal etmiş, ruhu rahmana teslim olmuş güzel bir insana tuvalete bırakmanız gerekeni bulaştırmaya cüret ediyorsunuz, okuyanda 15 kelime kotası konmuş olmalı herhalde düşüncesi uyadıran kuşdili-misal kırık dökük kenar mahalle türkçenizle yansılayacak başka şair mi bulamadınız. kalbi mühürlenmiş karanlık ruhlu nasipsizler sizi.
sizi gidi hatırasını eliyle yazmaktan bitap düşmüş de nereye dayayacağında karar kılamamış mühendis kılıklılar sizi.
acep yazarken de kalem yerine zekerinizi mi kullanıyor da annelerinize güzel kokulu temenni cümleleri göndermemize emek veriyorsunuz?
''mine kırıkkanat'ı ciddiye alma oyunu''nun ilham kaynağı. modern zamanlarda eğlencelik hayata farkında olmadan güzel bir katkı yapmış 1940'lar doğu bloku aydınlık düşünürü. canımız sıkılıyor, arkadaşlar ne yapalım der gibi bakmaya kalmıyor ben gülüyorum. onlar yaa çok kötüsün esat, ne istiyorsun şu kadından diyorlar.
birisi ya inananlar'a da insan muamelesi yapılmasın mı diye soruyor, mine kırıkkanat rolündeki arkadaş da kendini paralıyor, saçını başını yoluyor derdini anlatamıyor, karşıdaki huzura bürünmüş mülayim, müşfik yüz ifadesiyle kendisini dinledikçe yüzü kızarıyor eline geçeni muhatap rolündeki arkadaşın suratına atıyor falan. görmeniz lazım, çok şirin ya.
birileri için sözleri ve ''eserleri''yle komedi kaynağıdır. farklı bir mizah anlayışı var kendisinin. kemaliste soruyorum sonra sen niye gülmüyorsun somurtkan şirin diye, mizahtan nefffret ederim diyor.
tipik jakoben kemalist. dolayısıyla aydınlanmacı, karanlık, gıpgri erken cumhuriyet dönemi figürü: halka bırak üstten bakmayı ondan ölesiye nefret eden firavuni bir tekebbür, sığ bir batılılaşmamız lazım hemen anlayışı, osmanlı tarihine hammer'den aşina, söyledikleri bütün diğer ulusalcılar gibi devlet lisesi tarih 1-2 kitabından iler gitmiyor, dünya ile ilişkisi fransa ile sınırlı o da sağlıksız: fransa'ya aşk ile rehin edilmiş bir beyin. söylediği her şey sansasyonel, bir gün dediği bir diğer gün dediğini alaşağı ediyor.
şimdi bunları yazdım ama biliyorum ki malumu ilam kabilinden şeyler bunlar. bu kadını tanıyan herkes biliyor zaten nasıl bir geç kalmış tarih figürü olduğunu kendisinin. ama komik geliyor bana, müthiş ilginç biri. çok samimi söylüyorum hani tahlillik derler ya öyle. mesela en merak ettiğim neden hep öfkeli, neden televizyonda konuşurken bile muhatabına hep müstehzi bakıyor. bu hiç değişmiyor ve ben eminim muhatabı eğer muhalifi ise şerif mardin dahi olsa bu tavırlarını yine sergileyecektir. acaba bu yaşlı ulusalcı, kemalist kadınlar neden hep böyle? ben bunu dalga geçmek için sormuyorum, bir merkez var da onları memleketin neresinde olurlarsa olsunlar aynı şeyleri aynı his ve tavırlarla, müthiş öfke ve ciddiyetle aynı yaşlarda savunmaya mı programlıyor?
deli cesareti gerektirecek iş. halbuki aziz yıldırım tertemiz, şeksiz şüphesiz tertemiz berrak mı berrak bir geçmişe sahip, bugüne kadar mafya yahut türevi illegal hiçbir örgütle bağlantısı olmamış, bazen hani o da ara sıra sedat pekerleri falan ayağına çağırıp elini öptürmüş(ki bunlar bayramlaşma kabilinden şeylerdir efendim abartmamak gerek) güzel ülke israil'in destekçikleriyle nato ihalelerinden birazcık nemalanmış, hani üç beş milyar dolar falan kazanmış ve bunların hepsini güzel ve yalnız ülkesi için yapmış ufka bakarken daha bir kararlı, alnı ak bir türk işadamıdır.
şimdi hakancığım, bak böyle bir açıklama yaparsan ben sana deli cesareti mi var sende derim, darılma kızma. bak zaten birçok sözlük yazarının da nefretini nerene kusacağını bilememesine sebep olmuşsun o da ayrı bir sıkıntı. aziz yıldırım'a ergenekoncu demişsin. ergenekon bir kanlı örgütün, pkk'dan pek çok defa daha azılı terör eylemleri planlamış, kimini gerçekleştirmeye muvaffak olmuş bir örgütü finanse etmiş de ergenekoncu mu olmuş yani? çok basit bir soru hakancım. üç beş yüz milyon dolar da versin yani, sen sesini kes be abi, bal işine. sen eski futbolcusun. fazla konuşmaman lazım sonra sen ne anlarsın da derler, sonra şey derler bir de, emmm...şeyy he. derler ki ulan herkesi ergenekoncu yaptınız ben de ergenekoncuyum lan beni de alın derler. ben de şey derim abi buna şark kurnazlığı derim. buna bilimde tepkisel indirgemecilik de derler. derler de derler, her şey derler bunlar abi.
kravatlı, traşlı, muteber zenginlerdir bunlar abi. bunlar var ya bunların her haltı yemeye hakkı vardır. bunlar örgüt kurar, örgüt yönetirler, milyarlarca lira kaçırırlar kimsenin ruhu duymaz, duyamaz. çünkü bunlar temiz işadamlarıdır. sen şaşırırsın ''ama arkadaşlar, ama insanlar adalet sadece zenginler için mi olsun'' diye sorarsın aziz yıldırım'ın kirli işlerinden bazılarını ve buna hiç ses edilmemesi taraftarı bir takım insanları görünce. sonra sesini çıkarırsın bir deli cesareti gösterip işte o an kendi infaz emrini vermişsindir abi. işte o vakit var ya ne allah'ın kalır, ne dinin ne imanın! çünkü hayatı ve işi her zaman sorgulanamaz kalmış bir dokunulamaz zengine, aziz yıldırım'a ergenekon'cu demişsin. demeyecektin abi, çünkü bak burda ve dışarda senden daha iyi, temiz, duyarlı, iyi kalpli insanların canını sıktığına, hatta bazılarını istifra ettirdiğine göre sen pek akıllıca bir iş yapmadın.
çünkü hakan şükür! bunların hepsi vatansever, israil ile şaibeli ilişkisi hiçbir zaman gün yüzüne çıkarılamamış, ergenekon'la nerden baksan üst düzey bir bağlantısı olmuş aziz yıldırım vatansever, muteber, mübarek mi mübarek insanlar. keşke bunları düşünseymişsin öyle demeden önce hakan şükür! bunlar var ya bunlar hakan şükür bunlardan ben allah'a sığınıyorum.
divan edebiyatında çok rastlarız bercestelere. çok da severiz onları ama ezberleyemeyiz hepsini. bu o istisna olabilme başarısını göstermiştir ki ezebere biliriz ve çok severiz mahir baba'ya da dualarımız yollar hatır'da tutarız aziz bercestesini.
türkiye'de halk yalakalığının öncü isimlerindendir. şunu söylemeli burada, yalakalığın her türlüsü eleştirilmeli iktidar yalakalığı yapan serdar turgut gibiler de levent kırca gibi cıvık halk yalakalığı yapanlar da. burada iyi düşünmek lazım. bu insanlar samimi değiller. levent kırca nişantaşı'ndan kaç gün çıkmış dışarı. halk kimdir? levent kırca kimdir?
vefatıyla insana değeri bilinemeden göçmek nedir sorusunu sorduran büyüklerdendir bu da. sorunun cevabı aşık reyhani gibi adamlara göre tabi ki bilindim ne oldu bilinmesem ne olurdudan başka bir şey olmaz. ama insan yine de üzülüyor be. ben üzülüyorum işte böyle tepeden tırnağa has, hakiki sanatkar-bilge dünya ozanları öldüğünde ortalıkta yaprak bile kıpırdamayınca.
sonra yine aynı soru geliyor aklıma: aşık mahzuni, aşık veysel daha mı büyük sanatçı idi? değildi ise neden aşık reyhani o kadar tanınmadı, tanıtılmadı? insanların onun duru, saf, alaveresiz dalaveresiz, süsten haddeden geçmiş sabah güneşi kadar net, aydınlık ve sade şiirlerine, deyişlerine ihtiyacı mı yoktu? insanlar artık her şeyi kendi başlarına, bilgeler olmadan, onların nasihatleri olmadan yapabilecek kıvama mı gelmişler, herbiri üst insan mı olmuş yoksa? yok o kadar da değilse neden, niçin aşık reyhani hak ettiği değeri görmüyor diyorum. görsün istiyorum görsün ki böyle bir dev kameti tanımaya ne kadar geciktiğimizi anlayalım, bunun gibi daha ne değerleri görmezden geldiğimizi, göremediğimizi anlayalım.
antitezi hiçbir zaman sabih kanadoğlu, vural savaş, doğu perinçek olamayacak hukukçu. eğer böyle bir şey iddia olunuyorsa çok samimi söylüyorum bu tek kelimeyle ''komik'' olurdu. ama en komiği de buna inanan insanların olduğunu görmek tabi.
farklı iki çağdan söz ediliyor burada: ismi zikredilen üç kişi ve temsil ettikleri hukuk anlayışı bugüna ancak ve ancak somali'de, sudan'da kabul görebilecek bir ''hukuksuzluk'' anlayışıdır.
osman can ise en kaba ifadeyle o çokça taptığınız evrensel değerlere hakikaten inanmış 'şucu, bucu'' yahut, ''türk, kürt'' ayrımı yapmayan, kuşatıcı ve insan için, insanlık için bir anayasa gerekliliği olduğunu her defasında ifade eden gerçek bir çağdaş hukukçu.
ben bunu anlayamıyorum, her dem evrensel çağdaş değerlerden söz eden insanların hedeflerini şaşırmalarını anlayamıyorum. bu adam savunuyor işte o değerleri, solcuyum diyorsun o zaman gerçek bir solcu olan osman can'a destek versene. sabih kanadoğlu, vural savaş, doğu perinçek neyin temsilcileridir, seni onların hukuk duayeni olduğuna kim inandırdı, neden ve nasıl bu kadar o insanlara sevgi besleyebiliyorsun ve aileni savunur gibi savunabiliyorsun? savunma demek için değil ama nasıl bir zihin ve anlayış durumu icbar ediyor seni buna. ismini saydığım bu insanların şecereleri o kadar kir ve pislikle kabarık ve şaibeli iken nasıl oluyor da itibar göstermeği geçtim aşk beslediğin bu insanların geçmişlerine şöyle bir nazar etmek geçmiyor aklından. osman can'ı akla hayale gelmedik şeylerle itham edebiliyorsan mezkur şahısların da geçmişini(2007 bile henüz geçmiş sayılmaz) iki dakika araştırmaktan aciz değilsindir. eğer bunu yapmıyorsan istediğine, işinin geldiğine inanıyorsun demektir.
kendisi hakkında yapılan spekülasyonlara, manipülasyonlara, iftiralara, türlü çamur atmalara bakılacak olursa aslında sayılacak onca sebeb arasında çok basit bir sebebin daha ayan görüleceği hukukçu.
osman can'ın kendi cuntacı, gayri hukuki hukuk sistemini cumhuriyetin ilk yıllarından beri oturtmuş, destansı bir biçimde bütün hukuk birimlerinde kadrolaşmış seyfi oktay'lar, mehmet moğultay'lar yetiştirmiş karanlık odaklarca ve onlara bilerek yahut bilmeyerek destek olmuş kişilerce en çok eleştirilmesinin sebebi nedir biliyor musunuz?
en basit sebeb: kendisi müslüman olmamasına rağmen müslüman'ın da hakkını, kürd'ün de hakkını, ezilen üniversite gençliğinin de hakkını savunuyordur ve bunu yaparken müthiş donanımlı bir hukukçu olduğunu her defasında gösteriyordur. öyle ki konuşurken kitaptan okuyormuş izlenimi veren bu adam on dakikada onlarca referans verebilir birçok hukukçudan ve maddeden. bunun yanında görülmektedir ki kendisi karşıt görüşteki kimseyi sessiz ve sakince dakikalarca dinleyebiliyor, muhatabın sözü bitince bir hukukçuya yakışır biçimde müthiş bir rasyonalite ve kavrayıcı üslupla argümanlarını sunuyor. karşıdakinin bütün tezlerini yavaşça, tereyağından kıl çeker kolaylığıyla çürütüyor.
ee, sabih kanadoğlu ve türevi ortaçağ hukukçuları ve yine söylüyoruz bilerek veya bilmeyerek bunlara destek olanlar da bu kişinin kendileri gibi her tartışmada, konferansta nefretten, kinden ağzından tükürük saçmamasına sinir oluyorlar adeta gerginlikten tırnaklarını kemiriyorlar. onları asıl deli eden bu. çünkü inanamıyorlar böyle insanların da olduğuna, zannediyorlar ki hukuk her zaman birine karşı verilen bir savaştır. bazı şeylerin insanlara hizmet etmek amaçlı olduğunu, sevgi aşılaması gerektiğini, ayırıcı değil birleşirici olduğunu, olabileceğini bilmedikleri için daha doğrusu buna inanamadıkları için böyle bir kutlu dava için yola çıkmış hukukçulara inanamıyorlar. ben onlara kızamıyorum gerçekten bakın. çünkü diyorum ya bilmiyorlar, yanlış yaşadıkları hayatın doğruluğuna kendileri de inanmışlar bir zaman sonra.
sabih kanadoğlu'nu, vural savaş'ı, doğu perinçek'i saygın, dürüst, duayen hukukçu addeden zihniyetin gözünde beş paralık değeri olmamasının hiç ama hiç şaşırtıcı olmadığı genç, dinamik, yabancı dil bilen, din-dil-ırk ayrımı yapmayan kapsayıcı bir anayasa gerekliliğini her konuşmasında, makalesinde ısrarla vurgulayan, konuşurken ııı, ööö bile demeyen(ne dediğini, diyeceğini o kadar iyi bilir) dürüst insan. en önce insan.
çok açık, basit bir şey: yutup'ta bir vidyo var. geri kalmış üçüncü dünya cunta hukukçusu sabih kanadoğlu ile osman can'ın tartışması var. gayet düzeyli bir tartışma. bir seyredin farkı görün iki çağ arasındaki, karanlıkla aydınlık düşüncenin farkını görün. kendisi gibi düşünmeyenlere nefretini, kinini her şart ve durumda kusmayı yıllardır görev bellemiş bir iktidar delisi ihtiyarla aydınlık düşünce müdafii genç bir hukukçunun mücadelesini görün.
yukarıdaki bir entride de konuya ilgili kanunlar nakledildiğine göre artık çok net bir biçimde davanın makul, mantıklı ve basit bir dava olduğuna hükmedebiliri. burda eleştirilecek hiçbir şey ama hiçbir şey yok.
ha bundan sonrasını tartışırsınız tartışmazsınız size kalmış. orası da ancak şu olabilir: oğlum o kadar insan nasıl sığıcaz adliyeye?
tivitırcı- ben özgürüm ve bunun için hem mizah yapıyor eğleniyorum hem de başkasını değil de sadece allah'ı buna alet ederek gizliden gizliye nefretimi kusuyorum.
serdar tuncer- ben de seni hukuki haklarımı kullanarak(öldürerek veya işkence ederek değil) mahkemeye veriyorum.
tivitırcının fedaileri- ya üfff yaaa! bu ülkede demokrasi özgürlük yok. sıfır sıfır sıfır işte.
arka büyük koro- ama çocuklar serdar tuncer de yararlanmasın mı hukuktan, demokrasiden? demesin mi sen devam et küfretmeye ama ben seni mahkemeye vermek istiyorum. çünkü bu yaptığın çok yanlış?
bu tivitır kullanıcısının mahkemeye verilmesi ancak ve ancak hukuki-demokratik değilse, öyle olduğu iddia olunuyorsa özgür değiliz, burası muz cumhuriyeti mi kardeşim geyiklerine mahal verilebilir.
şimdi neyi eleştiriyoruz, eleştiriyorsunuz? önce şunu bir kararlaştırın. tivitırcı mizah yapıyor ama ya denebilir mesela. mizah yapanlar mahkemeye verilemez diye bir madde mi var kanunda? yok, o zaman veririm. neden veririm peki? çünkü bu ülkede hukuk var, ben de ondan yararlanacağım. eğer mahkeme aleyhimde karar verirse yanlış bende olabilir der çekilirim.
meselenin özü şu: ben bu kişiyi mahkemeye verebilir miyim veremez miyim? vermem hukuki midir değil midir? etik değil diyenler olacaktır orasının tartışması ile sorduğumuz soruların tartışması ayrı yapılmalıdır.
onun için neyi eleştirdiğimize iyi bakalım, kendisi demokratik hakkını kullanıyor ve mahkemeye veriyor. eğer bu yaptığı gayrihukuki ise polisler tutuklamalı idi serdar bey'i. evet, çok basit düz mantık var burda. gayrihukuki olmadığı için hiç kimse bir şey diyemez.
ne derler peki bu davaya karşı çıkanlar? ya özgür değiliz derler..(allah'a küfreden özgür olabiliyorken). başka ne derler? kasaba mı burası ya derler. derler bir sürü şey derler ve bunlara cevap vermek, vermeye çalışmak bile insanı yaşlandırır. ömür törpüsüdür bu işler. zira bilirsin ki inanmak isteyen inandığı şeye inanmakta sebat ediyor, ebu cehil'i yolundan çevirmek ne mümkün. sen ben sana bir adım geliyorum sen de gel bir ortak noktada buluşalım desen ne olur? suyu bulandırırlar ancak, bol laf salatası yaparlar, demagoji vazgeçilmezleridir.
ama bir şey vardır asıl şeydir o. meselenin özüdür. ''demokrasi de özgürlük de bana çalışıyorsa özgürlüktür''.
adını vermekten hicab ettiğim tivitır adresi kullanıcısı birilerinin inandığı dine hakaret ediyor özgürce. bir diğer vatandaş da çıkıp onu özgürce mahkemeye verebiliyor. yoksa vermesin mi? he, vermesin bu özgürlük olsun. diğeri istediğini yapabildiği, kimse müdahale etmedği sürece özgürlük olsun.
ben bunun cevabını çok merak ediyorum, yoksa bin yıllardır o'na küfredenler oldu, o'na inananlara akla hayale gelmedik aşağılamalar yapıldı. bunlar bu kişinin yaptığıyla bitmedi, bitmez de. serdar bey şikayet edecek sadece demokratik hakkını kullanarak. bu insanlar yine devam edecekler farklı şekillerde hakaret etmeye. bakın ben onu bile anlıyorum çünkü küfreden küfründen kolayca vazgeçmemiştir. tarih'i okuyunca bunu çok net görürüz, gördük.
ama diyorum bu nasıl bir bilenmişlikdir ki bir insan da kalkıp sen benim allah'ıma, o'nun elçisine küfrediyorsun ve ben seni demokratik haklarımı kullanarak şikayet ediyorum yüce mahkemeye demeye kalktığında ''özgür olunamadığından'' bahsediliyor. kardeşim, seni bu adam öldürmedi ki, başına işkembe koymadı ki, ailene gözünün önünde kıtal, tecavüz uygulamadı ki. demokrasi, o taptığın demokrasi sadece sana mı olsun? bıraksana kardeşin de faydalansın biraz demokrasinden, o da oynasın biraz bırak be. hadi ama ya niye ki?
dediğim gibi buradaki en can sıkıcı, iç kıyıcı durum bir insanın demokratik haklarını kullanıp mukaddesatına küfreden birini şikayet etmesini ''özgür değiliz, özgür bir ülke değiliz''le olumsuzlama çabasıdır.
beşir ayvazoğlu'nun seksenli yıllarda yazdığı fıkralardan oluşan altı çizili satırlar kitabından öğrendiğimize göre bu kelimenin gereksiz, yersiz kullanınmı oldukça eski, şimdinin olayı değilmiş yani. yazar iyi dalgasını da geçmiş kitapta, gülümsetiyor.
rahmetli cahit zarifoğlu'nun altmışlarda genç şairlerin katıldığı bir şair toplantısında yaptığı konuşma üzerine tebrik eden ve ''toplantının yıldızıydınız, bizim saflarımızda olmanızı(solcu) isterdim'' diyen ismet özel'e ''allah göstermesin'' demesi üzerine ismet özel'in yanında beliren nursuz bir yüzün ''ne karışır! '' diye cevap vermesine binaen verdiği cevaptır.
''yalnız o karışır'' demiştir cahit zarifoğlu, yalnız o karışır.
hitler değildir. ama hitler gibi kin ve gayzla bilenmiş bir ruha sahiptir. şimdi görev yaptığı yerin sahibinin de aynı suçtan arandığı göz önünde bulundurulacak olursa tencerenin yuvarlanıp kapağını bulduğu öne sürülebilir ve bu elhak doğrudur.
adı zikredilen kişinin 'cısı, 'cüsü olsaydı ne alaydı, ne güzeldi! amma gel gör ki her karanlık ruha nasip olmuyor bu, tarihle sabit bu. bazıları nemrud gelir nemrud gider. adil serdar saçan da öyle. bin yıl ibrahim(a.s) ile yaşasa ne olur! tekrarda fayda var, bu adamın suçlu olduğu, kötülüklerle dolu bir insan olduğu şimdi çalıştığı yerin neresi olduğuna bakılacak olursa bile doğrulanabilir, sabitlenebilir.
en hafif tabirle, işkenceci bu adamın suçu içerde bir yüzyıl kalmasını gerektirecek kadar büyüktür. ismi zikredilen zat'ın cübbesinin kıyısına ilişse, ilişebilseymiş(ki böyle bir şey hiçbir zaman olmamış, iki ismin yan yana gelmesi bile muhaldir) keşke! ama bilinir ki, gözleriyle akıllarının arasına perde inmemiş hakşinas insanlar bilirler ki çamur at izi kalsın her ne kadar demode bir alçaklık yöntemi olsa da her zaman işe yarar, çok işlevseldir yani.
ve yine güzel insanlar bilir ki altın çamura bulanmakla değer kaybetmez, böyle bir şey vaki olmuş değildir bugüne kadar. ama adil s. saçan denen zat çamur bile olamayacak bir kişidir. zira çamur tüm hak mezheplerce tahirdir, temizdir. yani necasetten sayılmaz. bu zat o kadar bile olamaz, ne yazıktır ama!