allah'ın en fakir adama en zengin adam gibi en zenginede en fakir adam gibi muamele etmesi durumu.
hakikaten öyle, bakıyorsun fakir adam, kimine göre öyle küçük şeylerle o kadar mutlu ki insan kıskanıyor.
cenab ı hakkın sonsuz cömert oluşuyla alakalı bir sır tabi bu;
"cenab-ı hak kemal-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor.
evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisad vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en a'lâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir." (lem'alar)
Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demeye başladılar. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.
onlardan seni (kur’an okurken) dinleyenler de vardır. fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık verdik. onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. hatta o kâfirler sana geldiklerinde, “bu kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir” diyerek seninle tartışırlar.
üzerindeki ağır hayat yükünü bırakmak isteyenlere..
buyrun okuyalım;
"duanın en güzel, en latîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: dua eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. onun kudret eli herşey'e yetişir. bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def'edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp (elhamdülillahi rabbil alemin) der."
şualar isimli eserden herbirimizin yiyeceği rızkın belli olması fakat tesadüfe bağlı gibi gözükmesi ile ilgili bir bölüm.
‘’rızık ise hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem'iyetli bir madeni olmasından, suret-i zahirede mübhem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. tâ her vakit rezzak-ı kerîm'in dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. yoksa muayyen olsa idi mahiyeti bütün bütün değişecekti. şâkirane, minnettarane ricalar, dualar belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.’’
menba:kaynak
suret-i zahire: dış görünüş
mübhem:belirsiz
muayyen:belirli
şakirane:şükreder gibi
mütezellilane: kendi kusur ve aczini bilerek.
ubudiyet:kulluk
+plus isteyenlere;
"rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da, şükür ile o suret görünür. yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır." (-mektubat, rnk.)
"ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden said'ler, hamza'lar, ömer'ler, osman'lar, tahir'ler, yusuf'lar, ahmed'ler vesaireler!.. sizlere hitab ediyorum. başlarınızı kaldırınız, "sadakte" deyiniz. ve böyle demek sizlere borç olsun. şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır..."
tarihçe-i hayat, risale-i nur.
edit: üçyüz seneden sonraki' den kasıt hicri 1300 dür.
ekl ve şürb ve muâmele-i zevciye gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider; fakat, o vazifeye bir ücret-i muâccele olarak öyle mütenevvi’ leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sâir lezâize tereccüh ediyor.
mâdem bu dâr-ı elemde bu kadar acîb ve ayrı ayrı lezzetlere medâr, ekl ve nikâhtır; elbette, dâr-ı lezzet ve saadet olan cennette, o lezzetler, o kadar ulvî bir sûret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştihâ sûretinde ilâve ederek, cennete lâyık ve ebediyete münâsip, en câmi’ hayattar bir mâden-i lezzet olur.
ekl: yeme.
şürb: içme.
muamele-i zevciye: karı koca ilişkisi.
ücret-i muaccele: peşin ücret.
tereccüh: üstün olmak.
dar-ı lezzet: lezzet yeri.
cami’: toplayıcı, kapsayıcı.
maden-i lezzet: lezzet kaynağı.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk! dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir.
Her insana hayatının belli dönemlerinde uğradığı acı.
Evet her insana en zengininden en fakirine, en sağlıklısından en hastasına.
Çünkü bu dünyada her şey bir gün fena ve zeval bulur. Ve istinasız bir şekilde lezzetlerin bitişi her zaman azap verir.
Kimisi bu haldeyken kendine uyutucu içki, sinema ,futbol, siyaset v.s bir şey bulur. Hislerini geçici süreliğine iptal eder. Onlarda bittiğinden. Daima Azap çeker. Kusur ona aittir.
Kimisi imtihan olduğunu bilir sabreder, rabbine yönelir. Şükreder. Hayatın vazifesini yapar.
Hayat bu şekilde gidip, gelir. Ahiret deki defterini iyi yada kötü amelleriyle doldurur.
Musibetten şikayet eden kardeşim unutma, en çok musibetlere uğrayanlar ilk önce peygamberler, daha sonra evliyalar, daha sonra insanların kamilleridir.
Yemin olsun, kuşluk vaktine;
Kararıp sakinleştiğinde geceye ki;
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
-Duha, 1-3.
Hem bütün alâkadar olduğun ve zevâlleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris, Bâis isimlerine, Bâkî, Kerîm, Muhyî ve Muhsin ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu, dikkat etsen anlarsın.
Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım.
Nefsimle beraber "Hasbünallahü ve ni'melvekil, Onun bekası bize yeter" dedim.
hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz'î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şâmil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.
"Samed âyinesi olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.) "