sibel'i bugün izledim. özellikle ikinci yarısında çok keyif aldım. en başlarda hikayenin ne olduğunu ve nereye doğru akacağını anlamak için biraz sabretmek gerekti. filmde damla sönmez dışında başrol yok. böyle bir film çekmek her şeyden önce cesaret ister, ondan sonra da bir sebep. damla sönmez bu film için eşsiz bir sebep olmuş. kumar tutmuş, damla sönmez'e bu sorumluluk çok yakışmış. damla, en güçsüz olması beklenen kızın içinden ders niteliğinde bir güç çıkarmış. bu güç de ikna edici olmuş. çünkü o gücün gelişimine film boyunca aşama aşama şahit olduk. damla sönmez'in bir sürü ödül aldığını biliyordum ama filmi izledikten sonra bir sürü ödülü hak ettiğini de öğrenmiş oldum. bu filmde dikkatimi çeken bir şey de; belki de otuz defa çıktı o kız o dağa, otuz defa buluştu oğlanla ama ben otuzunda da sıkılmadım. sahneler çok iyi sıralanmıştı. politik mesajlar veya feminist argümanlar içeriyordu evet çünkü bu filmin derdi buydu.
olmak istemediğin yerde, yapmak istemediğin şeyi yaptığın yaş. kendini içten içe kemirdiğini, benzemek istemediğin insanlara benzerken kendinden yavaş yavaş buharlaştığını hissettiğin yaş... ve üstelik tüm bunlara karşı hiçbir şey yapamadığın yaş.
sanırım annemin yapmayı en çok sevdiği yemek. istanbul'dayken bunu çok yerdim. yanına yoğurt koyardı bir de annem. şimdi bilmemkaç aydır yemiyorumdur. yeşil mercimek yemeği sana bir itirafta bulunmak istiyorum; her ne kadar annemden senin adını cevap olarak aldığım her akşamüstü biraz burun kıvırsam da, ben seni seviyormuşum meğer. ya da o akşamüstlerini... sen bile geçmişe olan özlem hastalığımdan nasiplendin ya... ne desem kendime. her neyse yeşil mercimek yemeği, seni bir gün tekrar yiyeceğim. o zaman konuşuruz uzun uzun...
"makinecilerin elektriği, elektrikçilerin de makineyi bilmesi gerektiği, ikisinin ayrılamaz bir bütün olduğu" fikrini temel alan bir mühendislik dalı. gerek iş dünyasında gerekse toplum içinde artan itibarını da böyle kuvvetli bir mantığı fikir olarak almasından kaynaklanıyor zaten. genel olarak makine ve elektriğin zor dersleri karılır, üzerine de bilgisayar mühendisliğinin temel bazı dersleri eklenir. bu yüzden piyasaya pompaladığı yazılım mühendisleri sayısı da haylidir. yer yer metalurji bilgisini programa ekleyen üniversitelere de rastlanır. bunun yanında bünyesinde robotik gibi unsurların ağırlıklı olarak çalışıldığı, bu konuda kafa patlatıldığı da rivayet edilir. yani tam bir endüstri 4.0 mesleğidir. mezun olunduğu zaman istediğin herhangi bir alana yönelmek, kendini sınırlamamış olmak, belli bir alana hapsolmamak için de bulunmaz bir fırsattır. yani özet olarak; mekatronik mühendisliği gerçekten çok güçlü bir fikirdir. kurulduğu temel gücünü sarısılmaz bir felsefeden almıştır. düşmanı çoktur, hakkında kötü konuşan da çoktur. elektrik ve makinenin ayrı ayrı olarak ülkenin dört bir yanında hüpletildiği göz önüne alınırsa böyle bir komplikelik hakkında burun kıvıran şeyler okumak mantıken de hiç zor olmayacaktır.
ülke insanının klasiklere olan tutkusunun, yeni şeylere karşı kazanamadıkları alışkanlığın bağışıklığı düştükçe kıymeti daha da artacaktır. mekatronik mühendisliği salt olarak bilimdir.
günümüzde kelime işidir. iyi bir şiir yazabilmek için örgü örmeyi iyi bilmek gerekir, annenizin örgü ipini toplamasına yardımcı olmak buna dahil değildir. örgü öreceksiniz, yani kelimeleri birbirine bağlayıp, yavaş yavaş devam edeceksiniz, her kelimeyi teker teker düşünüp birinde karar kılacaksınız, eğer iki kelime arasında kararsızlık yaşıyorsanız, bir kelimeyi şiirin ilerleyen kısımlarında kullanacaksınız ama mutlaka kullanacaksınız, çünkü, büyük ihtimalle seçtiğiniz kelime, şiirin dışına ittiğiniz kelimeye göre daha kötü bir tercihtir. mesaj verme, gönderme yapma kaygısı taşımayacaksınız ya da bir yere kadar taşıyıp sonra bir kenara bırakacaksınız. şiirin ortalarına doğru bıraksanız iyi olur hatta. eğer şiirinizi yazmaya başlamadıysanız umutlu olacaksınız çünkü hâlâ iyi bir şiir yazma ihtimaliniz var demektir. elbette şiirin ilk kısımlarını yazdıktan sonra bu umudu da bir kenara bırakabilirsiniz. ve asla dediklerimi ciddiye almayacaksınız;
ah o gemide ben de olsaydım eğer
mızrağı sallardım aştot’a kadar
belki gider çirkin bir faşiste değer
belki de bir masumun tam kafasına.
ama savaş böyleymiş bazen siviller
ölebilirlermiş devlet uğruna.
90’lar bitti artık onlar var ve hey
siz devlete inanan bütün reziller
cehennemde karşıma çıktığınızda
öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza
hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden
anlayacaksınız allah ne demek
ahlak ne demek
ve rüya…
bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
devletin bekasının da allah belasını versin
malboranın da!
mesela bazı filmler vardır, sanki böyle izlerken kitap okuyormuş gibi hissedersiniz hatta üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra acaba bu film miydi, yoksa kitap mıydı diye düşünürsünüz, çünkü çoğu insan roman ya da hikaye okurken onu beyninde somutlaştırır, yani kitabı filme çevirir, her karakter için bir mizaç yaratır. işte o hissi yaşayabileceğiniz, ortak dilde 'masterpiece', güzel türkçe'mizin argosunda 'baba' filmdir kendisi.
ama elbette edebi bir kimliği var bu filmin, bir ağırlığı... ve tabii ki herkes her ağırlığı taşıyamaz. sokaktan yüz kişi çevirin, doksanı bu filmi izlememiştir, izleyen on kişinin de sadece biri beğenmiştir. insanları suçlamıyorum, eleştirmiyorum, iyi ki böyle, biz nice yönetmenler gördük popülerleştikçe ezilen.
fondip not: taharri örneğimde feriköy civarında çevrilecek insanlar baz alınmıştır. bu örnek küçükçekmece, bağcılar, nişantaşı, taksim havalinde değişiklikler gösterebilir. çevrilen suriyeliler araştırmadan muaf tutulmuştur.
başladığı günle aynı çizgide, dümdüz giden güzide dergidir. öncelikle bu ay yayınlanan yirmi dokuzuncu sayısının kapağı çok güzel olmuş, kapakta aziz nesin, ferdi tayfur var. ayrıca ilk sayfasında aziz nesin'in oğlu ali'nin babası ile bir anısı var, iki üç kere başa sardım, çok güzel bir yazı yazmış ali nesin. bunun yanında madımak'a çok yer verilmiş bu sayıda normal olarak, içinde birçok yazı ve fotoğraf var bu konuyla ilgili.
murat menteş'in hikayesini hafızama attım, bir yerlerde mutlaka kullanacağım ve ali lidar 'ayrılığın raconu'nu yazmış, o hissi yakalarsanız bu kısa yazı bitene kadar tüm harfler içinize işliyor.
ve burak aksak'ın bomba gibi bir ferdi tayfur röportajı var. ferdi tayfur bu günlerden öyle güzel cümlelerle bahsetmiş ki, hayran olmamak elde değil.
selçuk aydemir, kısa film çekerken yaşadıklarını anlatmış, güzeldi.
ve ahmet mümtaz taylan hoşgeldin.
bir de şunu merak ediyorum; hani nerede ali atay, hani nerede 'lambaya püf de'.
velhasıl kelam; temmuz sayısı, ocak'tan kötü, ortalamadan iyi olan dergidir.
ben keşfetmiştim bu kızı demeyeceğim ama ben keşfetmiştim bu kızı. üç dört yıl önce bir filmini izlemiştim, felicity adında. güzel oynamıştı orada bayağı, ben de eşi dostu dürtüp 'bu kızdan olur' demiştim, o zamanlar bu iddiamın karşılığında aldığım cevaplar pek hoş olmasa da, bugün aldığım tepkiler pek hoş... şaka şaka kimse hatırlamıyor amk. kanıtlamak için her yerimi yırtıyorum yine de olmuyor. biri de üzülmeyeyim diye hatırlıyorum demedi, neyse. ben kendimden eminim ama, yoksa onu eva green'e mi demiştim lan ben?
neyse, sonuç olarak; van persie transferinden pek umutlu değilim ve bu tablodan koalisyon çıkmaz.
karakterler bazında anlamaya çalışırsak başarılı bir yerli film. hikayenin genel akışı, karakterlerin olaylara dahil oluş şekli ve zamanı gerçekçi fakat ilginç şekilde senaryonun oturtulduğu zemin pek sağlam değil, büyükçekmece binaları gibi... filmi izlerken bir eksikliğin olduğunu fark ediyorsunuz. bunun dışında pek de problem yok. özellikle mekan seçimleri çok iyi, hatta yerli olarak daha iyisini gördüğümü hatırlamıyorum. tüm oyuncular ama özellikle tardu flordun enfes oynamış, kesinlikle filme bağlayan etkenlerden biri. nehir erdoğan her zamanki gibi, enfes kadın...
istanbul film festivali arşivlerinde seyran ederken karşıma çıkan danimarka yapımı, kara mizah kategorisine koyabileceğimiz kült film. aynı zamanda avrupa'nın ehemmiyetli festivallerinden olan varşova film festivali'nde ödül almış.
pazartesileri koşarak eve gittiğimiz, jacobs'u ve armstrong'u bir kenara bırakıp, çay ve tayfur'a renk değiştirdiğimiz akşamların aklıma gelmesine sebep olan dizi. öyle sıcak bir diziydi ki hâlâ soğumadı bendeki etkisi, sadece güldürüye dayalı olsa bu kadar etki bırakmazdı tabii ki, türkiye'nin dramı en iyi oynayan oyuncularına da sahipti. işte bu yüzden sevilir onur ünlü! türk televizyonlarında yıllardır tutunamamış, kafalarına göre iş bulamamış, değerlenememiş üç oyuncuyu ve bir genç senaristi küllerinden yaratan bu işe bütün desteğini verdiği için, aklımıza her geldiğinde gözlerimizi kızıllaştıran bu diziye kavuşturduğu için televizyonlarımızı. yeniden kavuşabilmek dileğiyle...
bunun için bir sebebi olan kızdır, aslında karşı tarafta son görülmeyi değil bu sebepleri merak eder. bu zamazingoyu kapatmak çok mu gerekildir? sanılmaz, gereksiz midir? bilinmez.
kesinlikle dublörün dilemması ile karşılaştırmayacağım kitap, ikisinden de çok farklı ve güzel lezzetler aldım. murat menteş enfes karakterler ve olağana dahil olmayan olaylar yaratıyor, şüphesiz.
her yıl ve ramedânu'de hortlayan zulümdür. yıllardır halk ses verir, devletler bazında hiçbir şey yapılmaz, yine öyle olacak, gelecek yıl bu vakitlerde yine bu konuyu dikkat çeken başlıklardan birine çok entry gelecek, yine herkes 'allah onları kahretsin' diyecek ama yine çinliler kahredecek. allah vesile arıyor ve bu vesile her ramazan'da sırf insanlar fitre-zekat verecek diye bu konuyu hortlatmakta değil, adımlar atmaktadır.
her izlediğimde içimi burkan, beni arabesk moduna sokan efsane behzat ç. sahnesidir. izledikten sonra buraya yazma gereği duydum, bu entryden sonra yine izlemeye gidecem.