başörtüsünü siyasete alet ederek gündemi değiştirmeyi başarabilen akıllı(!) zihniyetin ürünüdür. sanki tek derdimiz türban!?
daha 1 ay önce dünyanın öbür ucuna vizesiz gidebilmek için var gücüyle kasıp devamını getiremeyince kpss'deki rezaleti geçiştirmek için laikliği hiçe saymak da ilginç tabi.
hiç şüphesiz komik diyaloglara sahne olan bir durumdur. minik ve bir o kadar da meraklı bücürümüz bir gün sandıkların birini karıştırırken en son ne zaman tükürüklendiği belli olmayan eski moda bir flütü bulur ve bir çoban misali parmaklarını nefesinin çıktığını hissettiği her boşluğa götürür. mesela;
+ abla/abi!?
- efendim canım?
+ bu ne?
- flüt canım o.
+ hmm. o zaman bu şey nasıl kullanılıyo?
- şey şimdi her parmağını belli boşluklara götürüp tutucaksın flütü. sonra güzel notalarla güzel sesler çıkacak. anladın mı bilmiyorum ama..
+ anladım tabi. bunda anlanmayacak ne var, salak mıyım ki ben?
- estağfurullah ufaklık. peki öyle olsun, bir çal bakayım.
+ hemen.
tahmin edileceği üzere ufaklık hiç iyi çalmamaktadır. tam beklenildiği gibi toy bir şekilde tıngırdatmaktadır adeta canım flütü.
- hani anlamıştın ufaklık?
+ ımm. şeey..
- hahaha, gel buraya sıpa.
"hayat beni unutsa da, sen unutma.
adımı unutacak kadar kaybettim kendimi."
bazen bir veda cümlesi, bazen bir yalnızlık şarkısı. bazense dudaklardan dökülen son buse olarak kalan tek serzeniş.
peki, ne konuşuyor bu insanlar?
hepsi farklı bir hayatı yaşarlar dünya'nın satranç tahtasında. tek fark var. bu satranç tahtasının her bir karesine eşit piyon düşmüyor sadece. aslında tıpkı gökteki yıldızlar gibi. birbirlerine asla kavuşamazlar mesela. halbuki aralarında bir adımlık gibi kısa bir mesafe varken, onlar bu mesafeyi her zaman uçurumlar kadar uzak görürler.
ucuz, basit ve sıradan bir hayat için koşuştururlar son sürat monotonluğa. ve onları uzaktan seyreden kuşlar, gördüklerinde kaçmayacaklardır gölgelerinden. çünkü onlar da artık sıradan bir hayatı yaşamaya mahkum kuşlardan farksız olacaklardır...
boş bulduğu her bankta sevgilisiyle sevişen ve başörtüsünü aksesuar olarak kullanan bir annenin babasız çocuğunun psikolojisinden kat kat daha iyi bir psikolojidir.
bu önermeye göre, sokak aralarındaki banklarda, parklarda sevgilisiyle yiyişen başı kapalı hanımevlatlarından çok güzel anne olur. hatta öyle bir anne olur ki, 18 yaşını bile doldurmadan. doğurduğu çocuk ise 3 aylık falan olur muhtemelen.
not: bu entry'de dinini özgürce yaşayan başörtülü annelerimize laf atılmamıştır. yazarın sorunu, başörtüsünü aksesuar olarak kullanan irezil insanlarladır.
yeni bölüm fragmanından anlaşılacağı üzere ölen kadın berrin değildir. ancak ali kaptan kızının yaralandığını öğrendiğinde karısına yardım etmek için avukat ayarlamaya çalışan bir devrimciyi azarlamaktadır. kendisi karısının başına bu kadar dert açmışken kendisinden yaşça küçük üniversitelilere sözde babalık dersi vermesi de ayrı bir ironik durumdur.
aynı zamanda dizi, o dönemin fakülte çatışmalarını sergileyen konusu itibariyle sözde vatansever birçok yazarı rahatsız etmiştir. dizinin yayınlandığı kanal ve yapımcısı sırf sol görüşlü olduğu için o yıllarda yaşamış bir birey gibi kaba etlerinden yorum uydurmalarına vesile olmuştur. nasılsa herkese ağzından konuşmamak gibi bir zorunluluk verilmemiştir.
kısacası bu gibi insanlar için beyin bedavadır. hoşgörünüz.
dizi ile filmi birbirinden ayıramayan sözde vatanseverlerin g*tüne giren önermedir.
öyle bir geçer zaman ki adlı dizide 60'lı yılların siyasetinden ötürü devrimci ve milli(!) görüşe sahip kişilerin yaşadığı olaylar sergilenmeye çalışılıyor. o zamanlar bu sorunun adı sağ-sol karışıklığıydı. şimdi ise türk-kürt karışıklığı gündemde. ülkeyi bölmek isteyen hain kişiler için senaryo hep aynı. sadece ismi değişik.
6. filo 60'lı yılların en çok konuşulan siyaset gündemiydi. emperyalizm, ingiltere'de sanayi devrimiyle birçok alana yayılma fırsatı bulmuş sömürgeciliğin günümüz modern adıdır.
amerikan mandasına (himayesine) karşı koymak; kendini türk hisseden her türk vatandaşının göstermesi gereken tepkidir.
şimdi 60'lı yıllarda, oturduğun evin mahallesindeki bardan sarhoş çıkan ve sen gece yatağında mışıl mışıl uyurken tüm mahalle sakinlerini ve seni yaptığı gürültüyle rahatsız eden, uykundan uyandıran 2 tane andaval amerikan askeri düşün. ne tepki verirdin?
"ooo, çağdaş amerikan askerlerimiz mi gelmiş, buyursunlar efendim gece gece uykumuzu hangi şerefle bölmüş" mü derdin?
üstelik senin toprağında seni rahatsız ediyor. hangi akla hizmet olarak, kimden izin almış da senin toprağını, senin ülkeni kalleşçe sömürme hakkına sahip olmuş?
kimse o yıllarda yaşamadan yorum yapmasın mümkünse. en azından ağzından konuşsun. kaba etinden değil...
gün boyunca kırtasiye kırtasiye dolaşılan kitabın bulunamaması ve kasiyere kitabın ismi söylendiğinde görevli kişinin mal mal bakarak "biz öyle bir kitap bilmiyoruz, en azından çok satan bir kitap değil" demesi.
şu aralar her zamankinden biraz daha boşluktayım. önceleri 1-2 saat de olsa uyurdum. şimdi bütün gecelerimi odamın penceresi önünde sana veda mektubu yazmaya uğraşmakla geçiriyorum. bunu yaparken bir yandan yıldızları sayıyorum. tıpkı insanlar gibi fazla ve yalnız olduklarını farkediyorum. sıra sıra dizildikleri halde hiçbiri birbirinin yüzüne bile bakamıyor. yan yanalar ama aslında birbirlerine uçurumlar kadar uzaklar. belki de kavuşmaktan acizler...
sana bu satırları karalamak için yanlış zamanı seçmişim meğersem onca zamandır. evet, yeni anlıyorum bu gerçeği. şimdiyse kulağımda kulaklık, son ses james blunt'ın goodbye my lover şarkısı çalıyor. hayır, yanlış anlama hemen. kesinlikle duygusallığa muhtaç değilim. aksine.. içimdeki duygusallık yalnızca yazarak bedenimden atılıyor. gerçi, sensiz bir duygusallığa da ihtiyacımın olduğu söylenemez.
-
"Im so hollow, baby, Im so hollow."
"çok kötüyüm bebeğim, çok kötü." diyor şarkıda. evet, belki ben de öyleyim. direk, okunduğu gibi. biri bana nasılsın dediğinde "iyiyim" taklidi yapmaktan da bıktım. bu arada, geceler boyunca adam gibi bir mektup yazmak için kendimi çok kastım. şimdiyse içimden gelenleri yazıyorum. umarım bana kızmazsın..
sen ve ben. 2 ayrı saksıda büyüyen 2 çiçek. asla "biz" olamayan 2 insan. 2 farklı şehir, 2 farklı dünya. film gibi değildi belki. masal gibi de değildi. gerçek bir rüyadan ibaretti sadece. biri çimdik attı ve "uyandık"...
***
o kadar dedin, "yanıma gel, mutlu olursun." diye. gitmedim. gidemedim. sorumlusu hiçbir zaman sen olmadın. sen, başıma gelen en güzel şeydin. ama 5 aylık uzun bir uyku sonrasında da gerçeklerle yüzleşmek kolay olmadı. o 5 ay içinde sadece sen vardın sanki benim için. etrafımda binlerce insan dönüyordu belki. ama benim umursadığım tek kişi sendin. gerçi değişen hiçbir şey olmadı. o güzel rüyanın bitmesi dışında hiçbir şey değişmedi. yoksa sen benim için hala kafamda çizdiğim o mükemmel varlıksın! gülüşü güzel, kendisi güzel...
***
elini tutamadan sana dokundum.. yüzünü göremeden gözlerinin derinliğinde kayboldum.. sesini işitmeden en güzel şarkıyı senin söylediğine inandım.
benim için hala öylesin aslında "bebeğim." en azından bunu okuyorsan..
3. bölümüyle de beklentileri ziyadesiyle karşılamış ve özellikle cemile'nin caroline cadısını "eveeet, ben cemile ulan" edasıyla bıçaklaması sahnesi ile mutlu etmiş dizidir. normalde bu kadar dehşet verici bir şeyin mutlu etmesi tuhaftır ama bazıları da vardır ki ölümü fazlasıyla hak eder. bu da bunlardan biriydi sanırım. neyse.
dizinin 4. fragmanından anladığımız kadarıyla cemile tutuklanır ve kocası olacak erkek* cemile'yi böyle bir durumdayken bile yalnız bırakır. suratına balgamla tükürülesidir.
dizinin en acıklı sahneleri ise bilindiği üzere masum bir çocuğun olan biteni ağlayan gözlerle sadece seyredebilmesidir. hele o "hepsi benim yüzümden oldu" lu suçlu bakışlarından sonra babasını gece gece sokakta arayıp kapı önünde sabahlaması yok mu.. duygu yüklüydü gerçekten.
2. bölümüyle de beklentileri karşılamış ve salı günü itibariyle yayınlandığı akşamlarda reytingleri tavan yapan aşmış dizi.
berrin'in ahmet'in dağıttığı bildirileri elinden alıp çantasına sakladığı anlar diziye hareketlilik ve heyecanlılık katmıştır. ama anlamadığım şey; madem o kadar gizli bir bildiri bu, neden gelişigüzel bir şekilde çevreye atılıyor? mesela bir vatandaş bu bildirileri görse, polise şikayet etse parmak izlerinden anlaşılmayacak mı sanki? bu kadar tehlikeden kılpayı kurtulduktan sonra eşeğini sağlam kazığa bağlamalı bir insan. en azından delilleri tamamen ortadan kaldırmalı, arkada iz bıraktıracak şekilde savuşturulmamalı. neyse...
mete horozoğlu ise nefes filmindeki rolünden sonra bıyık bırakmış ama yine de istediği sert mizaca kavuşamamıştır. oyunculuğu güzeldir fakat sesinin ince olması hasebiyle ne kadar bağırsa çağırsa da gözümde hep karizmatik bir beyefendi olarak kalacaktır. *
son olarak dizinin en küçük ferdi olan osman'ın resim çizerken kıkır kıkır gülmesi onu daha bir tatlılaştırmış ve sevimli kılmıştır. o değil de, onun ben canını yirim vallaha. *
+ okan bey telefon hattımızda ismini vermek istemeyen bir izleyici var.
- müthiş...
+ okan bey stüdyodaki bir izleyicimiz mikrofonu rica ediyor.
- müthiş yahu...
+ okan bey kadınların fazla kilolarından kurtulması için ne öneriyorsunuz?
- müthiş müthiş nefes alsınlar, yeter.
dün gece televizyonda kanalları zaplarken tekrar bölümünü farkedip izlediğim bir yandan "bakalım nasıl bir diziymiş" diye merak ederken yaşananların içinde kendimi bulduğum kanal d'nin yeni sezon mükemmel ötesi dizisi.
67'li yılların dekorasyonunun çok iyi ayarlanmasından bahsetmiyorum bile zaten. mükemmel oyuncu kadrosu da cabası.
dizinin konusu her ne kadar ailevi baskıya dayansa da bir erkeğin eşini aldatması hiçbir mazereti kabul edemez. ayrıca ara sıra tıpkı hatırla sevgili'de olduğu gibi konusuna siyaseti de serpiştirip tadından yenmeyecek bir dizi kıvamına gelmiştir.
uzun lafın kısası, bu güzel diziye ilham veren güzide sanatçımız erkin koray da unutulmamalıdır.
kendisi bu entrysinde ahmet türk'e yumruk atan insan evladına küfrederken o sırada meydandaki en büyük orospu çocukluğunu mecliste kürt ırkçılığı yaparak hedeflediği gibi kendi eliyle kışkırttığı halkı bölen ahmet türk'ü görmezden gelmiştir. kınıyoruz efendim.
günümüz teknolojisinin alıp başını gittiği bir çağda insanoğlunun yeniliklere ayak uydurabilmek için başvuracağı olası kolaylıklardan biridir. örneğin, her evde bir bilgisayarın ve internet bağlantısının var olduğunu düşündüğümüzde ev ahalisinin tüm bireyleri kendi aralarında messenger* üzerinden şöyle bir diyalog geliştirebilir;
--
* baba oturum açtı. ***
anne:
hoşgeldin bey. baba:
hoşbuldum hanım. valla çok yorgunum. bana şöyle güzel bir yorgunluk öpücüğü ver bakim. anne:
"öpücük" ve "kırmızı rujlu dudak" ** göz kırpmaları yolladı. baba:
iyi geldi valla hanım mouse'una sağlık, allah tıklamalarına zeval vermesin. * anne:
önemli değil bey. bak bizim kız da onlayn**mış. katam mı konuşmaya? baba:
kat kat çoklu konuşma berekettir. ***
* anne kişisel iletisini "yoğum gari yazmayın" olarak değiştirdi. *
--
bütün bu diyaloglar tamamen hayal ürünü olmakla beraber 3 oda 1 salonlu bir evde gerçekleştirilmesi uygundur. ***
şehrin yoğun kalabalığından ve kuru gürültüsünden uzakta insana huzur veren bir eylem.
gemilerin denizde yarattığı pervane köpüklerinde bir simit için oynaşıp duran martıları seyretmek, gün batarken kızıla boyanan güneşin gölgesindeki şekilli bulutların hareket edişine hayretle tanık olmak, akciğerlerdeki bronşlar hafif yanana dek denizin o mis gibi tuz kokusunu içine çekmek...
gözlerin feri sönmüş, beynini düşünceler kemirmiş, zihnin çökmüş ve sen hüznün yamacına yaslanmışsın!
sakin bir bankta oturup hayatından geçen bütün anları kısa süreliğine de olsa film tadında hatırlamak...
dost. 4 harften öte bir kavram. tanım yaparsak, karşındaki insan verdiğin değere layık hareket edebiliyorsa, dostundur.
öyle lafta kalmayacak bir insandır bu dost kişisi. sadece iyi zamanlarında yanında olmayıp en dertli, kederli, sıkıntılı olduğun zamanlarda bile herkese ve herşeye rağmen senin yanında olmaktan vazgeçmeyecek insandır en basitinden.
canın sıkıldığında saatlerce konuşabileceğin bir insan aradığın zaman akla ilk gelen ismin çağrıştırıcısı insandır dost. ne olursa olsun, diğer insanlardan farklıdır. neden?
çünkü ne sevgiliye benzer, ne de aileye.
sevgiliden farkı, yanında olduğunuz zaman davranışlarınıza fazla dikkat etmenize gerek kalmamasıdır. çünkü karşınızdaki dost sıfatıyla nitelediğiniz insan, sizi olduğunuz gibi sever. yapmacık davranışlarınıza ihtiyacı olmadığı gibi yanı başınızda fazla kasmadan ve özgürce hareket edebilme ortamı sağlar.
aileden farkı, anne-babanıza bile söylemekten çekindiğiniz tüm sırları diğer insanlardan farklı bulduğunuz o kişi ile bütün sırlarınızı ikinizin arasında kalacağından şüphe etmeden ve onun güveninden de emin olarak birbirinizle paylaşabilmenizdir.
dost, yitirilmeyi en son hak edecek olan umut, gökyüzünden kayan en son kuyruklu yıldız ve bir insanın farketmeden dalından koparacağı en son çiçektir. bir kişiye göre de dünya'da kaybedeceği son şey dost olduğu sürece dostluk kavramı insanlar arası ilişkilerde değer bulabilecektir.
özellikle sokakta yürürken her insanın farkında olmadan karşısındaki insan hakkında beyninde değişik hükümler varsayarak hayali bir kişi profili kurgulamasıdır. vücut dilinin getirdiği bağlantılarla da kafasında yaratıp tasarladığı karakter ile karşısındaki insanın yapmadığı bir davranışı sırf laf cambazlığına dayandırarak gelecekte ne yapacağını tahmin etmeye çalışıp bilince de bireyin egosunu tatmin etme çabasıdır bir bakıma.
insanların fiziksel özelliklerine bakarak "vallahi şu adamın burnu biraz yukarıda, demek ki çok yalan söylüyor ve bu yüzden de 3 vakte kadar başına bir iş gelecek" ya da "bak bu kız mavi gözlü, çabuk aldatır diyeyim ben sana" gibi uyduruk yorumlarda bulunmak son derece yanlıştır.
ne olursa olsun, bu saplantı kimsenin gururunu incitmeyecek ve görüntüsüne-tipine bakarak yadırganmayacak seviyede tutulduğu zaman ve doğuştan sahip olunan birçok takıntının altından bireyin kendisiyle uzlaşarak altından kalkabileceği tatlı bir oyun haline dönüştürülerek de zararsız hale getirilebilir.
bireyin kendini boşlukta hissettiği zamanlarda ilgisini yoğunlaştırdığı bir insana karşı kendi içinde farklı duygular besleyip yine olmayacak anlamlar yükleyerek o insana olan yakınlığını gözünde büyütmesidir.
aşık olduğunu sandığı insan, mantıken boşluktaki insanın aşık olmak istediği kişidir. ancak karşısındaki insan hiçbir zaman hayalindeki aşık olduğu ruh ile bir olmaz, olmayacaktır da. bazen gerçek aşkı o kadar arayıp da sonunda bulduğunu özdeşleştirdiği kişi ile davranışlarını kontrol altına alıp onunkilerle eşleştirdiğinde onu öyle yüceleştirir ve kusursuz hale getirir ki, duygularının kendi bilinç altında boğulmasına yine kendisi neden olur.
hayal gücünde yarattığı kişilikle aşık olduğunu sandığı karakterin aslında birbirinden çok farklı iki beden ve aynı beden içerisinde yaşayan birer ulaşılmaz ruh olduğunu anladığında ve bu yüzden hiçbir zaman da aynı olup uyuşamayacaklarını farkettiği anda ise büyük bir hayal kırıklığı kendisini kaçınılmaz bir son olarak bekleyecektir.
haklı bir istektir. otobüs sıkış pıkış insanlarla doludur, ayakta durmak zordur. otobüs ani fren yaptığında ayaktaki yolcular oturan yolcunun yakınına geldiğinde oturan yolcu üfler, püfler.
işte tam bu durumda ordan sanki ayakta duran tek yolcu sizmişsiniz gibi bir muamele sergilemekte olan avanak bir muavin, sizi ittirmek veya ötelemek suretiyle uyarır. fakat zaten ortam iğne atsan yere düşmezdir, biraz daha ilerlenilse bile birilerinin ayağına basmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
+ birazcık daha kayar mısınız hanımefendi/beyefendi?
- nereye kayayım afedersiniz önümdeki yolcunun tepesine mi çıkayım?
+ tamam da ablacım/abicim şimdi ** biz de işimizi yapıyoruz sonuçta?!
- hep aynı bahane kardeşim. birilerini suçlayacaksan önce bu otobüsü ağzına kadar dolduran önündeki şoförü suçla.
+ ... **
- rafet el roman'ın bir şarkısında geçen "bana versene" kısmıyla söz vermeyi kastettiğini yeni öğrenmiş durumdayım. adam şarkıyı çıkaralı 1 sene olmuş, ben 1 yıldır beri "ulan çapkın adam ne sapık şarkı yapmış" diye düşünürdüm ama olayı anca çözdüm sözlük.
- kardeşim the sims'in 1. sürümünü oynarken eğer seçtiği insan, sol üst köşede onun verdiği görevleri yapmamışsa "lan adam/kadın, öldürücem olm seni" deyip başlarının üstündeki yeşil ibre kıpkırmızı olana kadar onlara işkence çektiriyor. hatta işi biraz daha abartıp, sinirlendiği kişiyi öldürüyor ve mezarını silip oyundaki toplam parasını arttırıyor. kabul ediyorum, sadist bir kardeşim var.
- he bi de, çok önemli bi mesaj beklerken operatör mesajının gelmesine uyuz oluyorum.
bugün aynı mekanda karşılaştık seninle. gözlerinin sonsuz mavisine baktım doya doya. fakat ne kadar zorla kendimi görmeye çalışsam da, göremedim. sonra derin bir iç geçirdim. gözlerinde artık ben yoktum çünkü, bunu farkettim.
ama göz göze geldiğimizde sadece el sıkışabildik. tıpkı bir dost gibi. ya da öyle görünmeye çalışarak...
donuk suratlar, yarım kalan hikayeler.. bu muydu bizim hakettiğimiz sevgi?
- açtıkları başlıkları tutmayan trollerin başlığını canlandırmak için hayata dair iç burkan detaylar gibi masumane bir başlığı kullanması. *
- bir trollün açtığı bir başlık sol frame'den kayıp giderken bir yazarın o başlığa entry girerek canlandırması ve akabinde o saçma başlığın gün boyunca sol frame'in en üstünde kalması.
ilkokulda hepimizin bildiği gibi o malum, o mavi poşetle sargılı olan, başında mis kokulu silgili kurşun kalemlerimizin uçlarını çatır çatır kıra kıra kalemtraşımızla açıp kirlettiğimiz o güzide mekan.
evet orası, sınıfın en köşe tarafında sineye çekilmiş bir çöp kutusu!
duvarlara her gün selam veren muazzam duruşuyla ve çocukluğun da verdiği hiperaktiflikle bir tekme indiresi geliyordu insanın o naçizane varlığa..
bi tane de sen vur be koridorları çığlıklarıyla çınlatan çocuk.. sen de vur, ne çıkar?
neyse.. malumumuz, bu kadar hor görülen ve ezilen bir varlığı da derslerde kalemin ucu kalınlaştığı zaman ihtiyacımız düşer ve pek değerli sınıf öğretmeniyle aramızda şöyle bir diyalog gelişiverir;
hemen akabinde, 3-5 kişi "obaaaaaa" layarak hücum etmişken...
x: olm burda hiçbişi yok ben oturuyorum yerime örtmen kızıcak birazdan. y: korkaksın dimi olm, korkak korkaaaaaaaak! (gülüşmeler) 2 hayal arasindaki 7 kiriklik: susun bi olm. irem'in kalem kutusunu sakladım, salak hala farketmedi, haha. z: örtmene söylerse ne yapacaksın olm? 2 hayal arasindaki 7 kiriklik: onu bunu boşver de, selin baya güzel be olm. valla bak. hani böyle renkli kalemlerim gibi, rengarenk. yani onu böyle bu kalem gibi açtıkça renkli renkli kalem açacağı çöpleri çıkıyo...
x, y, z (hep beraber): vaaaauuvvv... *
sözlükteki kültürsüzleri deşifre ettiğini sanarak bir insanın kendisini bile bile nasıl küçük düşürebileceğini biz saygıdeğer sözlük yazarlarına öğretmiş yazar.
fransızlar çok rererö, türkler çok hebelehöbele... ee, başka? muhtemelen "sizi neden uludağ sözlük yazarı yapalım, farkınız ne?" kısmına "türk milletine çok pis bok atarım hacı, öyle böyle değil." yazdın dimi? çahaaal.
hala gülüyorum bunun gibi milli değerlere bok atarak selebriti olmayı marifet sanan ve yazılarını değerli bularak vaktinden çalan kültürsüzlere...
her aşure gününde olduğu gibi, komşulara annemin yaptığı aşureleri bir tepside dağıtma görevi bana verilmişti. neyse, ne kadar itiraz ettiysek yine fayda etmemiş ve zorla da olsa bütün aşureleri mario oyununda level atlarcasına * başarıyla bütün komşulara götürmüştüm.
tam her şey bitti sanıyorken suratta şapşalca bir gülümsemeyle anneme bakarken elimdeki tepsi ve boş aşure tabaklarıyla beraber apartman merdivenin son basamağını görmeyerek yere yuvarlandım.
sonra mı noldu? elime ne kadar yara bandı koyduysam bütün hava delikleri kanla doldu. sonunda annem dayanamayıp komşuların da yardımıyla beni hastahaneye yetiştirmişti..
sonuç olarak, hayatımın ilk dikişini devlet hastahanesinde yedim. ve o dikiş sanırım benimle mezara kadar gidecek.
hala gülüyorum ne safmışız o zamanlar diye.. insan bir merdiven basamağını gözünün önünde göremez mi be evlat nereye bakıyorsun öyle aval aval? çocuk işte... *